‘Algılanan şeyler, her zaman gerçek
midir?’
‘Gerçekler, her zaman algılanan gibi
midir?’
İnsanlar, algıladıkları, algılayabildikleri
şeyleri gerçek olarak kabul ederler. Ama bazen algılanan şey aslında gerçek
değildir. Bazen de gerçekler yanlış algılanabilmekte, bu sebeple de yanlış
algılamalar, yanlış anlamalar vuku bulmaktadır. Bu yanlış anlama veya
algılamalar bazen onulmaz, tedavi edilmez, geri dönülmez büyük hatalara
gebedir.
Algılananların, gerçek olup
olmadığını anlayabilmek için belki de en gerekli şeylerden biri sabır.
Sabretmek ve beklemek. Demek ki, bir diğeri de zaman. Feraset ve basiret sahibi
olanlar anlayabiliyor, algılayabiliyor belki de en doğrusunu, en iyisini, en
tutarlısını… Sıradan bir kişinin olaylara bakışıyla, feraset ve basiret sahibi
bir kişinin bakışı muhakkak birbirinden farklı olmakta… Gerçekleşmekte olan bir
hadiseye; düzlükten, ovadan bakan bir kişiyle dağın zirvesinden bakan bir
kişinin görüşü, algılayışı ve yorumlayışı nasıl farklı olursa; sosyal hayatta olmakta
olan olaylara da sıradan bir insanın bakışıyla feraset ve basiret sahibi
birinin bakışı, algılayışı, anlayışı ve yorumlayışı da birbirinden farklı
olacaktır. Feraset ve basireti açık insanlar gerçekleşmekte olan olaylara dağın
zirvesinden bakar gibi baktıkları için, olayların oluşları sırasında
yaşananları ve olmadan öncesini net olarak algılayabiliyor, anlayabiliyorlar ve
sonrasında neler olabileceğiyle ilgili de tutarlı ve doğru tahminlerde
bulunabiliyorlar. Olayları sadece gerçekleştiği zamanda değil, gerçekleşmeden öncesini
de anlayabildikleri için belki de toplumdan daha farklı algılayabiliyorlar. O
sebeple de provokasyonları öncesinden sezebiliyorlar. Olayları olduğu gibi
algılayan sıradan insanlar da maalesef bazen radikalleşebiliyor ve hatta bazı
art niyetliler tarafından, masum bazı hisleri dolayısıyla kullanılabiliyorlar. Belki
de bu yüzden birçok münevver, birçok aydın kendilerini yaşadıkları dönemin
adamı hissetmiyorlar. Hatta bazıları delilikle bile itham edilebiliyor. Belki
de bu yüzden ‘Delilikle, velilik arasında ince bir çizgi vardır’ denilmiş.
Belki de bu yüzden birçok alim, bilgin, münevver, aydın ve kanaat önderinin
değeri ancak öldükten sonra anlaşılabilmiş.
Şimdi düşünüyorum da, 28 Şubat
sürecinde yaşananları… Ali Kalkancı’ları, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Emire
Kalkancı’ları… ‘Azgın Şeyh’, ‘İrtica Hortladı’ vb. gazete manşetlerini… Onlar
tiyatro oynamışlar; bizler ise izlediği tiyatro veya filmi gerçek zanneden
küçük çocuklar gibi ağzımız açık bu tiyatroları izlemişiz ve maalesef rolleri
gerçek zannetmiş, gerçek olarak algılamışız ve masum zannettiğimiz o şeref
yoksunlarına inanmışız. Sistematik olarak duyarsızlaştırıldık toplum olarak o
dönemde… O zamanlar bize gerçek diye algılattırılan birçok şeyin, aslında
düzmece olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Kocaman kocaman insanlar
televizyon ekranı karşısında Fadime Şahin için gözyaşları döktü; Müslüm Gündüz,
Ali Kalkancı’ya ateş püskürdü; belki de küfretti. ‘Alçak, Hain’ dedi belki de,
‘Nasıl kandırdınız o masum kızcağızı?’ diyerek kendi hanesinden birine yapılmış
gibi sahiplendi mağdur olarak gördüklerini… Sonradan anlaşıldı ki; o masum kız
bir ‘bar kızı’, o alçak şeyhler de düzmeceymiş. Şimdi o şeyhlerden Ali Kalkancı
hapishanede… Hem de hangi suçtan biliyor musunuz? ‘Uyuşturucu hap imal
etmekten…’ Peki, ne yapılmak istenmişti, bu tiyatrolarla? Cevabı gayet basit.
İnsanların saygı gösterdiği din adamlarını halkın gözünde itibarsızlaştırmak ve
sahte bir ‘Laiklik elden gidiyor, cumhuriyet elden gidiyor’ korkusu oluşturmak.
Eee… Ne yapmak lazım peki, laiklik elden gidiyor, cumhuriyet tehlikede ve her
tarafı dinci yobazlar(!) istila etmişse? Tabi ki, önlem almak lazım. Peki,
nasıl olacak bu? Ne kadar dinî eğitim veren resmî, gayrı resmi kurum varsa
hepsinin kökünü kazımak, itibarsızlaştırmak veya oraya giden bütün yolları
tıkamak marifetiyle… Evet… İşte, aynen böyle de yapıldı. Milletin dinini
yaşaması engellenmeye ve dinini öğrenmesi de tırpanlanmaya çalışıldı.
Küllerinden yeniden doğan bu millet, bin yıl süreceği söylenen bu ‘postmodern
darbe’ye okkalı bir tokat indirdi sandıkta. Şimdi, çok şükür ki, bu zulmü bu
millete reva görenler yavaş yavaş adaletin önüne çıkarılıyor. Bu dünyadaki
hesapları ne olur bilemem, ona mahkeme karar verir ama bir de mahkeme-i
kübranın olduğu unutulmamalı… Ve hiç kimsenin kesinlikle kayırılamayacağı o
büyük mahkemede hakkını almak için bekleyen milyonlar olacak, bundan eminim.
Belki bazıları alîcenaplık, yüksek gönüllülük gösterip, haklarını helal edebilirler
ama bir de bu mahkemenin kamu davası var.
Şimdi yazımızın başında sorduğumuz
sorulardan birini tekrar yineleyelim. ‘Algılanan şeyler her zaman gerçek midir?’
servetzeyrek@gmail.com