Dil insanların iletişim kurmalarını, birbirleriyle
anlaşmalarını sağlayan bir araç. Kur'an-ı Kerim'de Allah, Hz. Adem'e isimleri
öğrettiğini beyan ederken (Bakara Suresi, 31) belki de konuşma ve dil
geliştirme potansiyelini insanoğluna verdiğini beyan etmekte. Hz. Adem'den bu
yana birçok dil türetildi. Dünyada şu an binlerce dil konuşuluyor.
Bütün
insanlar gibi ecdadımızın da konuştuğu diller oldu. Bu dillere genel olarak Türkçe
denilmekte. İnsanlar birbirlerinden nasıl etkileniyorsa, yıllar içerisinde
kültürler de diller de birbirlerinden etkilenmektedirler. Türkçe de, Türklerin
yaşadığı coğrafyaların ve inanç değerlerinin değişimi gibi sebeplerle değişik
dillerle etkilenimde bulunmuştur. Diller arası bu etkilenimler de hep doğal
yollardan olmuştur. Türklerin tamamına yakını Orta Asya coğrafyasında iken
Türkçe Çin ve Moğol dillerinden etkilenirken Anadolu, Kafkas, Arap dünyasına
göç eden Türklerin dilleri ise bu coğrafyalarda konuşulan dillerden
etkilenmişlerdir. Diller arasındaki etkilenimin bir diğer sebebi de inanç
değişimleridir. Türklerin Müslüman olmasıyla beraber din dili olan Arapça'dan
ve özellikle Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan Türklerin büyük çoğunluğunun
İslam'ı kendilerinden öğrendikleri İranlıların dili olan Farsça'dan
etkilenmemesi mümkün değildir ki, namaz, oruç gibi bazı temel ibadet isimleri
dahi dilimize Farsça'dan gelmiştir.
Selçuklular
ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da konuşulan Türkçe, yoğun şekilde Arapça ve
Farsça kelimelerin etkisi altındadır. Bunda dinin etkisinin yanı sıra
Türkçe'nin bilim dili olamayacağı, edebiyatta özellikle de şiirde Farsça ve
Arapça bazı terkip ve ifadelerin daha hoş bir tınısının olduğu düşüncesi gibi
sebepler de etkili olmuştur. Her ne kadar sokaktaki insan, kitaplarda yazılı
olan veya devletin resmi yazı ve belgelerinde bulunan Arapça ve Farsça
terkipleri fazlaca kullanmıyorsa da özellikle din dili olması sebebiyle Arapça
birçok kelime ve terkibe de aşinaydı. Özellikle Osmanlı'nın son döneminde
Avrupa özentisiyle yetişen veya Avrupa'da eğitim gören gençlerin dil ve
edebiyatla ilgili eserler vermesi ve bu eserlerinde Avrupa dillerinden
kelimeleri de kullanmayı maharet zannetmesi, Anadolu ve Osmanlı'nın değişik
bölgelerinde açılan İngiliz, Amerikan, Fransız veya Alman ekolüne sahip
okullarda yetiştirilen öğrencilerin bu dillerden etkilenimleri ve teknolojik
gelişmelerle dile daha önceden girmiş Arapça ve Farsça dillerinin yanı sıra,
Avrupa dillerinden birçok kelime Türkçe'ye sokuşturulmuştur.
Osmanlı
devleti yıkılıp Türkiye devleti kurulunca da, imparatorluk bakiyesi değişik
din, dil ve kültürden birçok insanın Anadolu'dan gönüllü veya devlet eliyle
(mübadele) göç etmesiyle dildeki kelimeler de göç ettirilmek istenircesine harf
değişiminin yanı sıra o milletlere ait kelimeler de göç ettirilmek istenmiş
gibidir. Arap harflerinin kargacık burgacık olması!, bu harflerle okuyup
yazmanın zor olduğu!, Avrupa'ya ayak uydurma! gibi gerekçelerle Arap harflerinden
Latin harflerine geçilmiş ve bütün alim ve bilginler bir gecede Genç Türkiye'de
cahil hale getirilmişlerdir. İleriki yıllarda Genç Türkiye'de Kur'an-ı Kerim de dahil Arap Harfleriyle
yazılan tüm kitapların basımı yasaklanacak ve Arap harfleriyle yazmak, okumak
yasaklanacak, Arap harflerini öğretenler cezalandırılacaklar ve hatta bazı
yerlerde Arap Harfleriyle yazılı oldukları için mezar taşları dahi tahrip
edilecek, parçalanacak, bazı yerlerden kitabeler dahi sökülecektir. Avrupa'dan
geri kalmanın ve çağa ayak uyduramamanın bir gerekçesi olarak gösterilip
geçilen Latin harfi kullanımıyla da ülkemizin yıllardır dünya sosyal, kültürel
ve ekonomik hayatında edindiği yer de ortadadır. Çin, Japonya, Rusya, Hindistan
gibi Latin alfabesi kullanmayan birçok ülke ekonomik ve sosyal açıdan bizden
daha iyi konumda gözükmektedirler.
Harf
değişiminin yanında dile vurulan diğer bir darbe de Arapça ve Farsça
kelimelerin kullanımının yasaklanması ve bunların karşısına uydurukça
denilebilecek türetilerek insanların bu kelimeleri kullanmaya zorlanmalarıdır.
Doğal etkilenimlerle zaman içerisinde kendi seyrinde olması gereken dildeki
kelime değişim ve aktarımlarının devlet eliyle yapılmaya çalışılması dünyada
eşine az rastlanılacak bir hadisedir. Maalesef bu yaklaşım tarzı insanımızı
köklerine yabancılaştırmış ve geçmişine kör hale getirmiştir. Bundan yüz yıl
önce Kur'an-ı Kerim'i okuyan sıradan bir vatandaş dahi Kur'an-ı Kerim'de yer
alan birçok kelimeyi, günlük hayatında kullandığından veya kelimelere aşina
olduğundan, okuduğunun ciddi bir kısmını anlayabilecek durumdayken günümüz
Türkiyesinde yaşayan bir Müslüman, Kur'an-ı Kerim okuduğunda neredeyse hiçbir
şey anlayamamakta... Harf değişiminin ardından gelen Öztürkçe'ye dönüş fikri
dili fakirleştirmiş, yüzyıllardır Türkçe içerisinde kullanılan, okuyan ve
dinleyen herkesin kolaylıkla anlayabildiği ve artık Türkçeleşmiş birçok Arapça
ve Farsça kelimenin dilimizden kovulmasına, yerlerine de toplumca anlaşılmayan
ve kullanım noktasında da rağbet görmeyen bazı kelimelerin gelmesine neden
olmuştur. Günümüzde bir İngiliz veya Japon yüzyıllar evvel kendi dillerinde
yazılmış bir metni kolaylıkla anlayabilir iken malesef bizler günümüzden yüz
yıl önce yazılmış olan bir metni ne okuyabiliyor ne de anlayabiliyoruz. Öyle
bir garabet ki bu, dedelerimizin yazdığı şeyi okuyamıyor, onların söylediğini
anlayamıyoruz.
Bu konuda çok çarpıcı bir örnek var, muhtemelen
insanımızın büyük bir çoğunluğunun yaşadığı... Ülkemizde her sınıfta asılı
bulunan İstiklal Marşı ve Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni neredeyse hiçbir
öğrenci tam olarak anlayıp, algılayamıyor. Öğrencilerimize zaman zaman
ezberlettirdiğimiz bu metinlerin birinci sınıftan itibaren yıllarca karşımızda
durması, kelimelerinin zar zor telaffuz edilebilmesi fakat anlaşılamaması çok
büyük bir problem değil midir? Yıllarca sınıflarda karşımızda duran bu
metinlerden İstiklal Marşı 1921 yılında, Atatürk'ün Genliğe Hitabesi ise 1927
yılında kaleme alınmış. Günümüzden 90-95 yıl önce kaleme alınmış bir şiir ve
metnin dahi tılsımlı bir yazı gibi yıllarca sınıflarımızın duvarlarında asılı
durması ve günümüzde tam olarak anlaşılamaması durumun vehametini ortaya koymak
için yeterli zannediyorum. Herhalde Atatürk'ün hayal ettiği gençlik, kendi
söylediği sözlerin dahi ne anlama geldiğini bilmeyen bir gençlik değildi.