26 Aralık 2012 Çarşamba

Algı ve Gerçek



            ‘Algılanan şeyler, her zaman gerçek midir?’
            ‘Gerçekler, her zaman algılanan gibi midir?’

            İnsanlar, algıladıkları, algılayabildikleri şeyleri gerçek olarak kabul ederler. Ama bazen algılanan şey aslında gerçek değildir. Bazen de gerçekler yanlış algılanabilmekte, bu sebeple de yanlış algılamalar, yanlış anlamalar vuku bulmaktadır. Bu yanlış anlama veya algılamalar bazen onulmaz, tedavi edilmez, geri dönülmez büyük hatalara gebedir.
            Algılananların, gerçek olup olmadığını anlayabilmek için belki de en gerekli şeylerden biri sabır. Sabretmek ve beklemek. Demek ki, bir diğeri de zaman. Feraset ve basiret sahibi olanlar anlayabiliyor, algılayabiliyor belki de en doğrusunu, en iyisini, en tutarlısını… Sıradan bir kişinin olaylara bakışıyla, feraset ve basiret sahibi bir kişinin bakışı muhakkak birbirinden farklı olmakta… Gerçekleşmekte olan bir hadiseye; düzlükten, ovadan bakan bir kişiyle dağın zirvesinden bakan bir kişinin görüşü, algılayışı ve yorumlayışı nasıl farklı olursa; sosyal hayatta olmakta olan olaylara da sıradan bir insanın bakışıyla feraset ve basiret sahibi birinin bakışı, algılayışı, anlayışı ve yorumlayışı da birbirinden farklı olacaktır. Feraset ve basireti açık insanlar gerçekleşmekte olan olaylara dağın zirvesinden bakar gibi baktıkları için, olayların oluşları sırasında yaşananları ve olmadan öncesini net olarak algılayabiliyor, anlayabiliyorlar ve sonrasında neler olabileceğiyle ilgili de tutarlı ve doğru tahminlerde bulunabiliyorlar. Olayları sadece gerçekleştiği zamanda değil, gerçekleşmeden öncesini de anlayabildikleri için belki de toplumdan daha farklı algılayabiliyorlar. O sebeple de provokasyonları öncesinden sezebiliyorlar. Olayları olduğu gibi algılayan sıradan insanlar da maalesef bazen radikalleşebiliyor ve hatta bazı art niyetliler tarafından, masum bazı hisleri dolayısıyla kullanılabiliyorlar. Belki de bu yüzden birçok münevver, birçok aydın kendilerini yaşadıkları dönemin adamı hissetmiyorlar. Hatta bazıları delilikle bile itham edilebiliyor. Belki de bu yüzden ‘Delilikle, velilik arasında ince bir çizgi vardır’ denilmiş. Belki de bu yüzden birçok alim, bilgin, münevver, aydın ve kanaat önderinin değeri ancak öldükten sonra anlaşılabilmiş.
            Şimdi düşünüyorum da, 28 Şubat sürecinde yaşananları… Ali Kalkancı’ları, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Emire Kalkancı’ları… ‘Azgın Şeyh’, ‘İrtica Hortladı’ vb. gazete manşetlerini… Onlar tiyatro oynamışlar; bizler ise izlediği tiyatro veya filmi gerçek zanneden küçük çocuklar gibi ağzımız açık bu tiyatroları izlemişiz ve maalesef rolleri gerçek zannetmiş, gerçek olarak algılamışız ve masum zannettiğimiz o şeref yoksunlarına inanmışız. Sistematik olarak duyarsızlaştırıldık toplum olarak o dönemde… O zamanlar bize gerçek diye algılattırılan birçok şeyin, aslında düzmece olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Kocaman kocaman insanlar televizyon ekranı karşısında Fadime Şahin için gözyaşları döktü; Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı’ya ateş püskürdü; belki de küfretti. ‘Alçak, Hain’ dedi belki de, ‘Nasıl kandırdınız o masum kızcağızı?’ diyerek kendi hanesinden birine yapılmış gibi sahiplendi mağdur olarak gördüklerini… Sonradan anlaşıldı ki; o masum kız bir ‘bar kızı’, o alçak şeyhler de düzmeceymiş. Şimdi o şeyhlerden Ali Kalkancı hapishanede… Hem de hangi suçtan biliyor musunuz? ‘Uyuşturucu hap imal etmekten…’ Peki, ne yapılmak istenmişti, bu tiyatrolarla? Cevabı gayet basit. İnsanların saygı gösterdiği din adamlarını halkın gözünde itibarsızlaştırmak ve sahte bir ‘Laiklik elden gidiyor, cumhuriyet elden gidiyor’ korkusu oluşturmak. Eee… Ne yapmak lazım peki, laiklik elden gidiyor, cumhuriyet tehlikede ve her tarafı dinci yobazlar(!) istila etmişse? Tabi ki, önlem almak lazım. Peki, nasıl olacak bu? Ne kadar dinî eğitim veren resmî, gayrı resmi kurum varsa hepsinin kökünü kazımak, itibarsızlaştırmak veya oraya giden bütün yolları tıkamak marifetiyle… Evet… İşte, aynen böyle de yapıldı. Milletin dinini yaşaması engellenmeye ve dinini öğrenmesi de tırpanlanmaya çalışıldı. Küllerinden yeniden doğan bu millet, bin yıl süreceği söylenen bu ‘postmodern darbe’ye okkalı bir tokat indirdi sandıkta. Şimdi, çok şükür ki, bu zulmü bu millete reva görenler yavaş yavaş adaletin önüne çıkarılıyor. Bu dünyadaki hesapları ne olur bilemem, ona mahkeme karar verir ama bir de mahkeme-i kübranın olduğu unutulmamalı… Ve hiç kimsenin kesinlikle kayırılamayacağı o büyük mahkemede hakkını almak için bekleyen milyonlar olacak, bundan eminim. Belki bazıları alîcenaplık, yüksek gönüllülük gösterip, haklarını helal edebilirler ama bir de bu mahkemenin kamu davası var.
            Şimdi yazımızın başında sorduğumuz sorulardan birini tekrar yineleyelim. ‘Algılanan şeyler her zaman gerçek midir?’
                                                                                                          servetzeyrek@gmail.com