25 Nisan 2022 Pazartesi

Islak

 Islak

Kapıyı sessizce tıklattı. İçeriden gelen, duymakta zorlandığı "Gir" sesi sonrası odaya girdi. Masasında oturan ve bir şeylerle meşgul olan müdür yardımcısı, gelen kişi kim diye kafasını bile kaldırıp bakmadı. Öylece kalakaldı bir süre odanın ortasında. Zaman sonra çekingen bir eda ve kısık bir sesle; "Geç kağıdı alacaktım" dedi. Kafasını masasından kaldırmadan işiyle ilgilenmeye devam eden müdür yardımcısı bir hışımla; " Geç kağıdı yok demedik mi? Vaktinde geleceksiniz okula, çık dışarı" diye payladı onu. 

Sessizce çıktı odadan. Aslında kafasını kaldırıp baksaydı müdür yardımcısı, sicim gibi yağan yağmur altında okula yürüyerek gelmek zorunda olan, şemsiye ve kabanı olmadığı için sırılsıklam olmuş ve karşısında dal gibi titreyen çocuğu görecekti. Üstüne giydiği birbirine uyumsuz pantolon ve ceketin, birinin abisinin diğerinin de bir yakınlarının kullandıklarını ve artık üstlerine olmadıkları için onun giymek zorunda olduğunu, ayağındaki en az iki üç numara büyük ayakkabının da babasına geçici işçi olarak çalıştığı fabrikadan verildiğini bilmeyecekti belki ama yine de haline acıyacaktı belki de.

Müdür yardımcısı odasından sessizce çıktıktan sonra hızlı adımlarla sınıfının yolunu tuttu. Sınıfta derse geç kaldığı için tüm arkadaşlarının önünde fırça yiyeceğini ve ezilip büzülerek rezil olduğunu hissedeceğini bile bile adımlarını hızlandırıyordu. Hem belki çok hızlı giderse, öğretmenini henüz derse başlamamış olarak bulacak ve küçük bir ihtimal de olsa öğretmenin de eşref saatiyse eğer fırça yemekten kurtulacaktı. Sınıfın kapısına kadar geldi ve alelacele kapıyı çaldı. İçeriden gelen "Gir" sesi sonrası hızlıca içeri girdi. Karşısındaki İsmail Hocasıydı. Halbuki ders, öğrenciler arasında sertliği ve tavizsizliğiyle tanınan Ömer Hoca'nın olmalıydı. Ders programına yanlış mı bakmıştı, yoksa ders programı mı değişmişti onun haberi olmamıştı; bunların bir önemi yoktu. Karşısında Ömer Hoca değil de babacan tavırları ve zorluklar içerisinde okuyarak öğretmen olduğu belli olan ve belki de o nedenle halden anlayan tutumuyla İsmail Hoca'sını görünce ferahladığını hissetti birden. İsmail Hoca, onu bu halde sırılsıklam olmuş ve titrer halde görünce neden geç geldiğini dahi sormadan gürül gürül yanan sobanın yanında oturan bir arkadaşını kaldırarak onu hemen sobanın yanına oturttu. Yoklamayı da henüz almamıştı ve onu yok yazmayacaktı. İsmail Hoca hep böyle yapardı zaten. Öğrencilerin bir kısmının yaya olarak veya bisikletleriyle civar köylerden şehirde bulunan okula geldiklerini bildiği için ilk dersin yoklamasını on dakika geç alırdı hep. O gün de öyle yapmıştı.

Usulca yanına yaklaştı İsmail Hoca öğrencisinin. Neden geciktiğini sordu. Aslında her zamanki vaktinde çıkmıştı yola o gün de. Yola çıktığında hafiften yağmur çiseliyordu. Yanına şemsiyesini almamıştı. Zaten alsa da ne olurdu ki o şemsiyeden? Telleri kırık, ilk rüzgarda geri dönen çalı süpürgesi gibi bir şeydi. Kabanı olsa belki onu giyerdi üstüne ama o da yoktu. Yağmur hızlandıkça o da hızlanmaya çalışmıştı ama nafile... Hızlanmaya çalışan da sadece o değildi üstelik. Yanından hızla geçen bir araba yolun kenarında biriken suları kafasından aşağı bir kova suyu boca edercesine boca etmiş ve onu sırılsıklam hale getirmişti. Yağmurda ıslandığı yetmiyormuş gibi bir de arabanın yaptığı üstünde neredeyse kuru yer bırakmamıştı. Ne olup bittiğine dahi bakmayan şoför basıp gitmişti. Arkasından bakakaldığı arabayı sanki tanıyacak gibiydi bir yerlerden ama şimdi bunu düşünmenin hiç de sırası değildi. Hem tanısa bile neye yarardı ki; sırılsıklam olmuştu bir kere. Bütün olup bitene şahit olan fırıncı, onu fırına çağırmış ve birazcık ısınmasını söylemişti. 

Fırında üstünü değiştirebileceği bir şeyler de yoktu. Hem olsa bile değiştiremezdi de zaten. Çünkü okula farklı kıyafetlerle gidenleri almıyorlardı. Kıyafetin rengine çok dikkat edilmese bile ceket, pantolon, gömlek ve kravat muhakkak olması gerekenlerdi. Fırında biraz ısınmış ama hala üstü ıslaktı. Bir müddet sonra fırıncıya saati sordu. Dersinin başlamasına on dakika kaldığını fark edince hemen fırından ayrıldı ve hızlı adımlarla okulun yolunu tuttu. Geç kalacağı besbelliydi. Fırında epey zaman kaybetmişti ve okula en az yirmi dakikalık daha yolu vardı. Adımlarını daha da hızlandırdı. O adımlarını hızlandırdıkça sanki yağmur da hızlandırılıyordu. Ya da ona öyle mi geliyordu. Normal zamanda yirmi dakikada alacağı yolu, sırtındaki kitap, defter, atlas, flüt, iletki takımının bulunduğu ve eşofman takımlarının da tıka basa üstüne basalandığı çantasına rağmen on beş dakikada almıştı. Çantasında spor ayakkabıları yoktu, belki onlar da olsa çantası daha da ağır olabilirdi ama zaten spor ayakkabıları hiç olmamıştı ki...

Okulun kapısından girer girmez hızlı adımlarla müdür yardımcısının odasına gitmiş oradan yediği azarla hızlıca sınıfına gelmişti. Ders başlayalı henüz beş dakika olmuştu. İsmail Hoca bütün olup biteni dinledikten sonra onun sobanın başında biraz daha ısınmasına müsaade ederek dersine devam etti. İkinci ders de İsmail Hocanındı. İkinci derste de ona sobanın hemen yanında oturması için müsaade etti hocası. Zaten teneffüste de hiç ayrılmamıştı sobanın başından. Hocası sayesinde mutlak bir hastalıktan kurtulmuş, titremesi kesilmiş, nispeten de olsa üzerindekiler kurumuştu.

Ders sırasında yağmur kesilmiş ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Hava da öyle çok soğuk sayılmazdı. Havanın ısınmaya başlaması sebebiyle sobaya da odun atılmamış ve soba sönmeye yüz tutmuştu. Öğrenciler idare tarafından öyle tembihlenmişlerdi. Eğer hava güneşli olursa gün içerisinde sobaya odun atılmayacaktı. Böylece sınırlı olarak alınabilen yakacak kışı çıkaracaktı.

Dışarının ısındığını düşünerek ve biraz da güneşlenir, hava alırım düşüncesiyle arkadaşlarıyla beraber dışarı çıktı. Güneşin sıcaklığı üstüne vurdukça hoşuna gidiyordu. Bahçede öğrenciler o yana bu yana koşuşturuyor, bazıları da aralarında oyunlar oynuyorlardı. Bir grup sahanın her tarafı çamur içerisinde olmasına ve teneffüsün on dakika gibi kısa bir süre olmasına rağmen topun peşinde koşmaktan kendilerini alamıyorlardı. Arkadaşıyla kol kola girmiş bahçede gezinirken öğretmenlerin araçlarını park ettikleri alana doğru yürüdüler. O zamana kadar hiç dikkatli bakmadığını düşündü arabalara. Oysa ki bazı arkadaşları arabaların yanlarına kadar sokulur, kaç km yaptıklarına bakar; "Oğlum, Ahmet Hoca'nın arabası 200 basıyormuş" gibi sözler ederlerdi birbirlerine. Onun hiç öyle hayalleri ve merakları olamamıştı. Araçların yanından geçerken birden arabalardan birine dikkat kesildi. Evet, bu o arabaydı. Sabah onu ıslatan ve arkasına dahi bakmadan basıp giden araba buydu. Onu tanımıştı. Nasıl yani? Onu sırılsıklam eden ve arkasına dahi bakmadan çekip giden öğretmenlerinden biri miydi? Yanındaki arkadaşına arabayı göstererek, arabanın kimin olduğunu bilip bilmediğini sordu. Araba, sabah ona geç kağıdı vermeyerek odasından kovan müdür yardımcılarınındı...