27 Aralık 2015 Pazar

Yılın Sonu, Noel veya Hz. İsa Ne Zaman Doğdu?


            Yılın sonu yaklaşıyor... Yine caddelerde, sokaklarda, televizyon ekranlarında, sosyal medyada ve benzeri yer ve mekanlarda, yılın sonu için yapılacak etkinlikleri değil de yılbaşı kutlamaları adı altında yapılacak bazı etkinlikleri veya mağaza vitrinlerinde değişik süslemeleri göreceğiz gibi. Bazılarımız "la havle" çekerek geçip gidecek, Müslüman mahallesindeki bu salyangoz satışına... Bazılarımız ise şimdiden başladı yeni yıl eğlencesi hazırlıklarına...
            Malumdur, daha ilkokuldan itibaren hepimize öğretilmiştir. 1 Ocak kullanmış olduğumuz miladî takvimin başlangıcıdır. Esasında ülkemizde 1925'e kadar bu takvim kullanılmazdı. 1925 tarihine kadar kullanılan iki takvim birden vardı aslında. Genelde dinî meselelerin düzenlendiği Hicrî takvim ki, Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye olan hicretini milat kabul eden ve ayın hareketlerine göre düzenlenmiş bir takvim ile yine Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye hicretini milat kabul eden fakat dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü esas alan Rumî Takvim. 26 Aralık 1925 tarihinde “Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun” kabul edilerek güneşin batışının günün sonu oluşu kaldırılarak günün bitimi Avrupa'da olduğu gibi gece yarısı 24.00'de endekslenmiştir. (O nedenle hala yaşlılarımız Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan geceye Cuma gecesi derler.) Ayrıca aynı gün yapılan düzenlemeyle miladî takvime (Gregoryan Takvimi) geçilmiştir. Böylelikle 1926 yılı itibarıyla 1 Ocak yılbaşı olarak kabul görmeye başlamıştır. Yıllar içerisinde bu takvim halk arasında da kanıksanmış ve 1 Ocak tarihinin yılın başlangıcı olduğu kabulü toplumun da kabulü haline gelmiştir.
            İlkokuldan itibaren bize öğretilen diğer bir bilgi de miladî takvimin başlangıcının Hz. İsa'nın doğumu olduğudur. Bu bilgi maalesef yanlış bir bilgidir. Bilindiği gibi tüm Hıristiyan dünya, kendi inançlarına göre "Tanrı'nın Oğlu" olan ve kendisi de haliyle Tanrı olan İsa'nın doğumunu kutlar. Esasında Hıristiyanlar içerisinde de "Tanrı İsa"'nın doğum tarihi konusunda bir birliktelik yoktur. Bazı Hıristiyan gruplar "Tanrı İsa"'nın doğumunu 25 Aralık olarak kabul ederken, özellikle Doğu Kiliselerine mensup bazı Hıristiyan gruplar ise "Tanrı İsa"'nın doğumunu 6 Ocak olarak kabul ederler. Hıristiyanlar arasında "Doğuş Bayramı veya Milat Yortusu" gibi bazı isimlendirmelerle de kutlanan, daha meşhur olan şekliyle "Noel" kutlamaları o nedenle Hıristiyan dünyada biraz uzun sürmektedir. Bu farkın sebebi esasında "Jülyen Takvimi" ve "Gregoryan Takvimi" arasında bulunan 11 günlük sapmadır. Yani, esasında 1 Ocak hiçbir Hıristiyan gruba göre Hz. İsa'nın doğum günü değildir. 1 Ocak Hıristiyan gruplar arasındaki anlaşmazlığı biraz olsun gidermek için iki takvim arasındaki farkın ortasını bulma çabası gibi görünmektedir.
            Gelelim şimdi bizim inancımıza... Hz. İsa'nın doğumuyla ilgili Kur'an-ı Kerim bir tarih vermekte midir? Tabi ki, Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa'nın ne zaman doğduğuyla ilgili net bir tarih bulmak mümkün değildir. Fakat Hz. İsa'nın ne zaman doğduğuna dair Meryem Suresi'nden bazı çıkarımlar yapmak hiçte zor görünmüyor. Meryem Suresi'nde 22. ayetten itibaren Allah-u Teala şöyle buyuruyor.
22. Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.
23. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. "Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!"
24. Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir."
25. "Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün."
26. "Ye, iç. Gözün aydın olsun!"
            25. ayette açık şekilde görüldüğü gibi yeni doğum yapmış olan Hz. Meryem'den hurma ağacının dalını silkelemesi isteniyor ve böylece de üzerine doğru dökülen taze hurmaları yemesi emrediliyor. Hz. İsa'nın doğum zamanını saptama adına burada sorulması gereken soru şu: "Hurma ağacı ne zaman meyve verir?" Hurma ağacının sıcak iklimi sevdiği ve sıcak aylarda meyve verdiği herkesin malumudur. Hz. İsa'nın doğmuş olduğu Filistin bölgesi de iklim koşulları itibarıyla Akdeniz ikliminin hakim olduğu bir yerdir. Kış ayları Akdeniz ikliminde her ne kadar ılıman geçse dahi hurmanın meyve vermesini sağlayacak kadar sıcaklık yeterli değildir. O halde Hz. İsa'nın doğumu kış ayı olmamalıdır. Yani Hz. İsa'nın kış mevsiminin ortasında yani 1 Ocak tarihinde doğduğu genel kabulü ayete göre hayli şüphelidir.
            Gelelim şimdi de Hıristiyanlar arasındaki Noel kutlamalarına... Hıristiyanlar arasında Noel kutlamalarında artık hindi kesme, ren geyiklerinin çektiği kızağıyla gelip Antalya'lı! Noel Baba (Aziz Nikola) tarafından getirilmesi beklenen hediyeler ve çam ağacı süsleme gibi bazı uygulamalar dinî bir ritüele dönüşmüş durumda. Çam ağacı süslemeyle ilgili adetin Hıristiyanlık öncesi Paganist (Putperest) inançlara ait olduğu ise artık sır değil. Ayrıca bu kutlamalar sırasında yapılan harcamalar, israf ve insanların eğlence adı altında sergiledikleri bazı olumsuz davranışlar, bu kutlamaların Hıristiyan dünyasında da bir daha gözden geçirilmesi gerektiği hakikatini ortaya koymakta.
            Peki, ülkemizdeki durum ne? Ülkemizde de yılbaşı eğlencesi adı altında Hıristiyanların Noel kutlamalarında yaptıkları ritüellerin büyük bir çoğunluğu kendini Müslüman olarak vasıflandıran halkımızın bir kısmı tarafından da uygulanmakta. Birçok mağaza ve alışveriş merkezinde yılbaşı için özel süslemeleri görmek mümkün olduğu gibi aynı zamanda kırmızı elbiseler içinde takma sakalıyla "hoh hoh hooo" diye naralar atarak ortalıkta dolaşanları maalesef artık ülkemizde de görmek mümkün. Ayrıca Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlık öncesi Paganist (Putperest) inançlarında ölümsüzlüğün sembolü olarak gördükleri çam ağacı figürünü değişik süslerle cazip hale getirme telaşı hepimizin malumu artık. Yine özellikle yılbaşı gecesinde hindi yemeyi maharet bilme de diğer bir taklitçilik örneği.
            "Peki, ne olur bu gecede Hıristiyanlar gibi eğlenceler tertip etsek, hindi kesip yesek, Noel Baba kıyafetleri içerisinde dolaşıp, çam ağaçları süslesek? Dinden mi çıkarız yani?" diyenlere de Peygamberimiz yüzyıllar evvelinden cevap veriyor aslında: "Kim bir topluluğa benzerse, o onlardandır. (Ebu Davut, 4031)"
            Vesselam...


4 Aralık 2015 Cuma

Birilerine Açık Mektup


            Nasıl bu hale geldik?
            Şu an televizyonlarda, haber sitelerinde, sosyal medyada iki önemli konu tartışılıyor. Aslında ikisi de birbiriyle çok ilintili meseleler.
            1. MİT tırları soruşturması
            2. Rus savaş uçağının düşürülmesi 
            Üzülerek görüyorum ki bu iki milli meselede dahi birlik olamıyoruz. MİT tırlarında ne vardı? Silah mı vardı, insanî yardım mı? Bu tırların içindekiler kimlere götürülüyordu? Arkadaş, tırların içinde varsayalım ki silah vardı ve bu silahlar MİT mensuplarınca Suriye'de birilerine götürülüyordu. MİT'in içinden bu bilginin dışarıya sızıyor oluşu bir zafiyet değil midir, MİT adına? Diğer yandan tırların Bayır Bucak Türkmenlerine insanî yardım götürdüğü ilan edildi. Varsayalım ki gıda, ilaç değil de onlara silah taşıyordu bu tırlar. Bu nasıl olur da bu memlekette birilerini rahatsız edebilir? Bu vatana ihanet değil de nedir, Allah aşkına? Oradakiler kimler? Hem Türk, hem de Müslümanlar. Bizimle aynı dili konuşan aynı inanca sahip insanlar. Muhtemel ki ülke sınırları çizilirken, Hatay ilimizin bir ilçesi olabilecek kadar Türkiye'den bir yer. Bir de tırların içeriğinin silah olduğu ve silahların DAEŞ'e gittiği iddiası var tabi. Ya kardeşim, DAEŞ açıklama yapıyor. Türkiye kafir, yöneticileri kafir diye, ki anlayışlarınca dinden dönenin yani mürtedin katli vaciptir. Paris'te olan saldırı sonrası bile Türkiye'nin DAEŞ'e yardımı olduğunu dillendirenler oldu. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır böyle? Amaç Türkiye teröre destek veren bir ülkedir imajını tüm dünyaya vermek tabi.
            Diğer mesele Rus savaş uçağının düşürülmesi meselesi. Yahu kardeşim, Türkiye basınında bu olay sebebiyle "Aman Putin Abi, bu olay sebebiyle Turkiye'ye hasım bağlama bunu AKP yaptı, zaten biz de çok çekiyoruz bunlardan.." gazelleri okuyanlar var. Bazı devlet ricaline olan kin ve nefretleri öyle bir hale getirmiş ki birilerini, Rusya uçağımı düşürdünüz deyip Türkiye'de bazı yerleri bombalasa sevinecekler herhalde. Türkiye'de Rus Muhipleri Cemiyeti kurulsa aza olmak için neredeyse sıraya girecek ekran ekran dolaşanlar var.
            Şöyle bir durup sağımıza solumuza bakıp, yahu biz nasıl bu hale geldik demenin vakti ne zaman gelecek? Bize okutulan İnkılap Tarihi derslerinde TBMM hükümeti yanlısı olmayıp saltanat yanlısı olanların dahi, ki saltanat yani Osmanlı yanlısı olmakla itham edilenlerin hepsi de Osmanlı okullarında yetişmiş devlet ricaliydi. O dönemin şartlarına bakmadan o dönemde vatan aşığı olanların dahi hain damgası yediği yerde şimdi milli bu meselelerde dahi sırf bazı devlet ricaline duyulan kin ve nefret dolayısıyla konumlanılan bu noktalar hiç kimseyi rahatsız etmeyecek mi? Birileri de çıkıp, "Yahu arkadaş acaba yanlış mı yapıyoruz?" ne zaman diyecek? Veya demeyecek mi?

17 Eylül 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları





Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV) peygamberlik görevini şüphesiz ki bihakkın yerine getirmiştir. Peygamberlik görevini yerine getirirken de başvurduğu yollardan birinin, meselelere alternatif çözüm yolları getirmek olduğunu görüyoruz. O’nun kendi heva ve hevesinden konuşmayacağı, kendi heva ve hevesine göre hareket etmeyeceği Kur’anî bir beyan olduğuna göre[1] demek ki dinî konulardaki bu alternatif çözüm yolları Allah’ın izni doğrultusunda vücuda gelmiştir. Peygamberimizin dini anlatmada ve yaşamada bir eğitim metodu olarak kullandığı alternatif çözüm yolları sunma, muhakkak ki Kur’anî bir karakter taşır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala’nın bazı hükümler noktasında bu metodu uyguladığını görüyoruz. Mesela, namaz kılmak için bir zorunluluk olan abdest suyunun bulunamaması veya suya ulaşılamaması halinde teyemmüm alternatif olarak sunulmuştur ki;[2] İslam Hukukunda genel olarak bu alternatifliliğe ruhsat adı verilmektedir.
Peygamber Efendimizin birçok konuda ümmete alternatifler sunduğu bilinmektedir. Bu çözümlerin fazlalığı ve birçok alana nüfuz ediyor oluşu, Peygamber Efendimizin ‘Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz’[3] kutlu beyanıyla tam bir uyum içindedir. Tabi ki, hiçbir zaman alternatifin olmadığı ve olamayacağı konular da vardır ki; imanî ve ahlakî konular bu konuların başında gelmektedir.
Peygamber efendimizin sunduğu alternatif çözüm yollarından örnekler sunacak olursak;
Namazda Kıyama Gücü Yetmeme
Namazı sağlık sorunları sebebiyle ayakta kılmaya gücü yetmeyen İmran b. Huseyn namazı nasıl kılması gerektiğini peygamberimize sormuştur. Peygamber efendimiz de ‘Ayakta kıl, gücün yetmezse oturarak kıl, buna da gücün yetmezse yan tarafına yaslanarak kıl’ buyurmuşlardır. Bu hadise Nesai’de ek olarak ‘Buna da gücün yetmezse sırt üstü yatarak kıl. Allah hiçbir kimseye gücünün yereceğinden fazlasını yüklemez’[4]buyrulmaktadır. Hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere namazı ayakta kılmaya muktedir olamayan kişiye Peygamber efendimiz alternatif olarak, oturarak kılmasını emretmektedir. Buna da gücünün yetmemesi durumunda yan yaslanarak, daha da güçsüz ise sırt üstü yatarak namazını kılmasını emretmektedir. Bu da gösteriyor ki Peygamber efendimiz tarafından dinin direği olarak isimlendirilen namaz ibadetinde dahi alternatif çözüm yolları vardır.
Oruç Keffaretine Alternatif
Bilindiği üzere farz olan ramazan orucunu bile bile bozmanın hükmü iki ay yani altmış gün aralıksız oruç yani keffaret orucu tutmaktır. Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre bir adam Hz. Peygambere gelerek;
‘Helak oldum, Ya Rasulallah!’ dedi. Peygamber Efendimiz de:
‘Seni helak eden nedir?’ diye sordu. Adam:
‘Ramazanda (oruçlu iken) eşimle münasebette bulundum.’ dedi. Peygamber Efendimiz de:
‘Azad edilecek bir kölen var mı?’ diye sordu. Adam da:
‘Hayır.’ dedi. Peygamber Efendimiz:
‘Aralıksız iki ay oruç tutabilir misin?’ diye sordu. Adam:
  • ‘Hayır.’ dedi. Peygamberimize içinde hurma olan bir sepet getirilmişti. Peygamberimiz, adama:
  • ‘Al şunları sadaka olarak dağıt.’ dedi. Adam:
  • ‘Bizden daha fakir olanlara mı Ya Rasulallah? Vallahi şu iki taşlık arasında (Medine’de) bu hurmalara bizden daha muhtaç olan yoktur’ deyince; Peygamber efendimiz gülümseyerek:
  • ‘Bu hurmaları götür ailene yedir.’ buyurdu.[5]
Görüldüğü gibi, Peygamber efendimiz orucunu bilerek bozan adama önce köle azadını, ardından keffaret orucunu, daha sonra da tasadduku alternatif çözümler olarak sunmaktadır. Sadakaya muhtaç halde yaşadığını anlayınca da o hurmaları ailesiyle beraber yemesini emrediyor. Buradan çok fakir durumdaysan ve alternatiflerden hiçbirini yapmaya muktedir değilsen o zaman orucunu dilediğin gibi bozabilirsin hükmü çıkarılmamalıdır. Bu meseleden anlaşılması gereken Peygamber efendimizin alternatif çözüm yolları sunarak dinin yaşanmasını kolaylaştırmasıdır.
Muaz b. Cebel’in Yemen’e Vali Olarak Gönderilmesi
Peygamber efendimiz Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken sordu:
  • ‘Ey Muaz! İnsanlar arasında nasıl hüküm vereceksin?’ Muaz:
  • ‘Allah’ın kitabında olduğu gibi hüküm vereceğim.’ dedi. Peygamberimiz:
  • ‘Allah’ın kitabında bir hüküm yoksa ne yapacaksın?’ diye sordu. Muaz:
  • ‘O halde Rasulullah’ın sünnetiyle hüküm vereceğim.’ dedi. Peygamberimiz de:
  • ‘Hüküm, Rasulullah’ın sünnetinde de yoksa ne yapacaksın?’ diye sordu. Muaz:
  • ‘O zaman kendi içtihadımla vardığım sonuca göre hüküm vereceğim.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz:
  • ‘Allah’a hamdolsun ki, Rasulünün elçisini böyle bir yola muvaffak kıldı.’ buyurmuştur.[6]
Görüldüğü üzere Muaz b. Cebel, Peygamber Efendimizin orada ne ile hükmedeceği sorularına önce Kur’an, orada bulamazsa sünnet, orada da bulamazsa kendi rey ve içtihadına göre hüküm vereceğini belirtmiş ve bu sıralama Peygamber Efendimizce de makbul görülmüştür. Muaz b. Cebel’in verdiği cevaplardaki bu alternatifli sıralama hüküm çıkarmada da, başta İmam-ı Azam Ebu Hanife olmak üzere birçok fıkıh bilginince izlenen sıralama olmuştur.
Çeşitli Konularda Sunulan Alternatifler
Peygamber efendimizin alternatif çözüm yolları sunduğu konuları çoğaltmak mümkündür. Fakat biz konuyu daha da fazla uzatmadan burada yorumsuz olarak alternatiflerin sunulduğu bazı hadisleri vermekle yetineceğiz.
Ebu Hureyre’den nakille; bir adam Hz. Peygambere gelerek;
  • ‘Ey Allah’ın Rasulü! Kendine iyi davranmama en layık kişi kimdir?’ diye sordu. Peygamberimiz de:
  • ‘Annendir.’ buyurdu. Adam:
  • ‘Sonra kimdir?’ dedi. Peygamberimiz:
  • ‘Annendir.’ buyurdu. Adam:
  • Yine ‘Sonra kimdir?’ dedi. Peygamberimiz:
  • Yine ‘Annendir.’ buyurdu. Adam:
  • Yine ‘Sonra kimdir?’ dedi. Peygamberimiz:
  • ‘Babandır.’ buyurdu.[7]
 ‘Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin ya da sussun.’[8]
‘Sizden biri hiddetlendiğinde (öfkelendiğinde) ayakta ise otursun; oturduğunda hiddeti geçmiyorsa bir yere yaslansın veya yatsın.’[9]
Sahabeden bazıları peygamberimize gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Yeni Müslüman olmuş kimselerden bazıları bize et getiriyorlar. Fakat biz onların hayvan keserken besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz. Getirdikleri eti yiyebilir miyiz?’ diye sordular. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: ‘Besmele çekin ve yiyin.’ buyurdular.[10]
Sonuç Yerine
Her şeyiyle bizim için en güzel örnek (üsve-i hasene) olduğu Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen (Ahzab, 21) Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV) dini anlama, yaşama ve anlatmada da elbette ki bizim için en iyi ve en mükemmel örnektir. Öğretmenin öğrencisiyle, ebeveynin çocuklarıyla münasebetlerinde, esnafın müşterisiyle, komşunun komşuyla ilişkilerinde ve bütün beşerî ve sosyal münasebetler de peygamberimiz bizim için en iyi örnektir. O’nun dinî, beşerî veya diğer alanlarda getirmiş olduğu alternatif çözümler de bizim için bir örnek olmalıdır. Tabi ki dinin ahkâmı tamamlanmış ve kâmil derecededir. O konularda alternatifler sunmak sadece Allah ve rasulüne özeldir. Fakat sosyal ve beşerî münasebetler noktasında alternatif sunabilme kapıları ardına kadar açıktır. O nedenle bizim için her şeyiyle en güzel örnek olan peygamberimizin alternatif üretebilme yönünü de örnek alabilmeliyiz. Peygamberimizin bu yönünün örnek alınabilmesi hoşgörü ve tolerans adına elzemdir.
[1] Necm, 3.
[2] Maide, 6.
[3] Buhari, İlm, 12; Müslim, Cihad, 6.
[4] Buhârî, Taksir, 19; Tirmizî, Mevâkît, 157; Ebû Dâvud, Salât, 175.
[5] Buhari, Savm, 31.
[6] Ebu Davud, Akdıye, 11; Tirmizi, Ahkam, 3.
[7] Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr ve Sıla, 1.
[8] Buhari, Edeb, 31; Müslim, İman, 78.
[9] Ebu Davud, Edeb, 3.
[10] Buhari, Tevhid, 13.

3 Eylül 2015 Perşembe

Can Çekişen Bir Müessese: Hafızlık


Hafızlık zor ve meşakkatli bir çalışmanın kutlu meyvesi. Yıllar süren bir emek sonucunda ulaşılabiliyor ancak hafızlığa. Hafızlar için ‘Ayaklı Kur’an’ tabiri dahi kullanılıyor.

Hz. Peygamber (sav) döneminden bu güne var olan hafızlık müessesesi ülkemizde maalesef 28 Şubat post modern darbesiyle ağır bir yara aldı. Günümüzde yeni yetişen hafız maalesef çok az. 28 Şubat süreciyle beraber gelen sekiz yıllık kesintisiz eğitim sistemiyle hafızlık müessesesine de büyük bir darbe vurulmuş oldu. Daha öncelerde ilkokulu bitiren öğrenci iki veya üç yıl hafızlık eğitiminden sonra imam – hatiplere kaydolabiliyordu. 28 Şubat öncesi imam – hatip liselerinde her sınıfta erkekli kızlı dörder beşer hafız olurken, maalesef şimdilerde 1698 mevcudu bulunan Çarşamba Anadolu İmam – Hatip Lisesi’ndeki hafız sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Ve bunların hepsi de erkek. Maalesef hiç bayan hafız da yok okulda.

Hafızlık müessesesinin yaşatılması için çeşitli yollar arandı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimi bitiren öğrenciler meslekî açık öğretim liselerine kaydettirilip bir taraftan imam – hatip diploması almasına diğer yandan da hafızlık icazetini almasına gayret edildi. Maalesef imam – hatip diploması alan bu öğrenciler meslek derslerinin bir kısmını hocalardan yüz yüze alırken meslek derslerinin bazılarını ve sosyal, matematik ve fen derslerinin tamamını kendi çalışma ve gayretleriyle başarmaya çalıştılar. Fakat öğrenci için daha da zor ve meşakkatli olan bu süreç de hafızların sayısının azalmasına ve kalitelerinin de düşmesine neden oldu. İlkokulu bitirdikten sonra daha kuvvetli olan ve değişik dünyalıklarla kirlenmemiş taze dimağlara yaptırılan hafızlıklar gibi olmadı, sekiz yıllık kesintisiz eğitim mezunu olanlara yaptırılan hafızlıklar.

Günümüzde 4+4+4 eğitim sisteminin gelmesiyle beraber az bir nefes alma ortamı oluşturulmaya çalışıldı hafızlık sistemine. Ama bu uygulamanın da yetersiz olduğu kanaatindeyiz. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlık için öğrenciye bir yıl müddet veriyor ilgili yönetmelik. Fakat herkes bilir ki; hafızlık eğitiminin bir yılda verilmesi neredeyse imkânsızdır. Bir öğrencinin bir yılda hafız olabilmesi için çok istekli olması ve muhteşem bir zekâya sahip olması gerekir. Hafızlıkla alakalı olan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 31. maddesi şöyle:

‘Sağlık durumu nedeniyle okula devam etmesinin uygun olmadığına ilişkin sağlık kurulu raporu alanlar ile imam-hatip ortaokuluna kayıt yaptıran veya devam eden ve hafızlık eğitimine başladığını belgelendirenlerden o eğitim ve öğretim yılı için devam zorunluluğu aranmaz. Sağlık raporu alanlar raporları süresince, hafızlık eğitimi alanlar bu eğitimleri süresince eğitim ve öğretim yılı başından itibaren en fazla bir eğitim ve öğretim yılı okula devam etmeyebilirler. Bu sürenin bitiminde okula devamları sağlanır. Bu öğrenciler okula döndüklerinde devam edemedikleri eğitim ve öğretim yılına ait derslerden okul müdürünün sorumluluğu ve koordinesinde alan öğretmenlerinden oluşturulacak komisyonca sınava alınırlar. Başarılı olanlar bir üst sınıfa devam ettirilirler.’

İlgili yönetmeliğin maddesinden de anlaşıldığı üzere hafızlığa bir yıl süre veriliyor ve daha sonra öğrenciye kaybı olan bir yılında telafi edebilecek bir sistem oluşturulmaya çalışılıyor. Bu madde yayınlandığından biri bu maddeden istifade ederek kaç kişi hafız olmuştur bilemiyorum ama uygulanabilirliği pek bulunmayan bir madde kanaatimizce. Tekraren söylüyorum, bir öğrencinin bir yılda hafız olması neredeyse imkânsız.

Peki, ne yapılabilir? Bu konunun bakanlık tarafından üzerinde dikkatle çalışılması gerekiyor. Ama âcizane teklifimiz, hafızlık eğitimi ve imam – hatip eğitimini beraber veren ve yatılı olan imam – hatip ortaokulları veya liselerinin açılmasıdır.
Vesselam….

Gıybet, İnsan Eti Yemek


Evet. Aynen böyle tabir ediliyor Kur’an-ı Kerim’de gıybet. Hem de kardeşinin etini yemek. Ve akabinde de “…bundan tiksindiniz…” denilmekte. Konuyla ilgili Allah-u Teâlâ Hucurat Suresinin 12. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”

Zannın büyük bir bölümünden kaçınılması uyarısıyla başlayan ayet başkalarının kusur ve mahremlerini araştırmama uyarısıyla devam ediyor ve gıybet yasağını hemen ardından zikrediyor. Esasında su-i zan ve mahremiyetin araştırılması gıybeti tetikliyor. Ayet gıybetle alakalı öyle bir betimlemede bulunuyor ki, insana neredeyse bir şok yaşatacak nitelikte bir betimleme… Ve ardından gelen tiksinme…

Bu kadar kesin bir şekilde yasaklanan ve ölmüş kardeşinin etini yemek gibi tiksindirici bir benzetmeye matuf bu davranış nasıl oluyor da insanlarca bu kadar kolay yapılabiliyor. Domuz eti yemek de haram. İnsanlar bu haramdan kaçındıkları kadar veya zina yasağından kaçındıkları kadar veya içki yasağından kaçındıkları kadar gıybetten kaçınıyorlar mı acaba? Bir Müslüman olarak içki içilen ortamlardan uzak duruyoruz, zina edilen ortamlardan uzak duruyoruz ama acaba gıybet edilen ortamlardan uzak duruyor muyuz? Bir yerde birilerinin gıybeti yapıldığında birileri çekiştirildiğinde bir rahatsızlık duyuyor muyuz? Yoksa o sözler bizimde mi hoşumuza gidiyor?

Ve her zaman şöyle bir savunma gelir gıybet eden kişi uyarıldığında. “Ben yalan söylemiyorum ya, olmuş şeyleri söylüyorum. Aynısını onun yüzüne de söylerim veya söyledim.” Ama bakalım bu konuda peygamber efendimiz ne diyor?

Peygamber efendimiz ashabına sordu:

Gıybet nedir biliyor musunuz?

Allah ve resulü daha iyi bilir dediler.

Din kardeşini, hoşuna gitmeyen bir şeyle anmandır. (Arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemendir.)

Söylediğin gerçekten onda varsa gıybet etmiş olursun, söylediğin onda yoksa iftira etmiş olursun. (Müslim, Birr, 70)”

Samimiyet


Bilindiği gibi içinde bulunduğum hafta “Kutlu Doğum Haftası.” Peygamber Efendimizin dünyayı onurlandırmalarının miladî takvime göre yıl dönümünü içinde barındıran hafta… Kutlu Doğum Haftası ülkemizde 20 – 25 yıldır kutlanmakta… Hicrî takvime göre rebiülevvel ayının on ikisinde olan ‘Mevlid Kandili’ değişik ülkelerde kutlanıyor ama miladî takvime göre peygamberimizin doğumunda etkinlik yapan başka bir ülke var mı bilemiyorum. Ülkemizde ortaya çıktığını zannettiğim bu uygulamaya bidat-ı hasene (güzel veya olumlu bidat) denebilir. Peygamberimizin doğumunun kutlandığı bu etkinliklerde peygamberimizi anma yerine anlamanın veya anlamaya çalışmanın ön planda olması gerektiğini düşünüyorum.
Kutlu Doğum Haftası kutlamalarının ülkemizdeki ana uygulayıcısı olan Diyanet İşleri Başkanlığı son yıllarda her kutlamayı ayrı bir başlık altında yapıyor. Bu yıl ki kutlamaların ana başlığı “Din ve Samimiyet.” Bu yıl din ve samimiyet özelinde yapılan programlarda halkımız üzerinde samimiyet konusunda bir farkındalık uyandırılmaya çalışılıyor. Samimiyet ama kime veya neye karşı? Biz de bu konu üzerine birkaç kelam etmeye çalışalım.
Rabbine Karşı Samimiyet…
Topluma Karşı Samimiyet…Kişi önce Rabbine karşı samimi olmalı. Rabbine yönelirken tam bir teslimiyet içerisinde olmalı. Hatta sadece Rabbine teslim olabilmeli. Sadece Rabbinin huzurunda el pençe divan durabilmeli, sadece Rabbinin dilek ve isteklerinin sorgusuz sualsiz yerine getirebilmeli. Bunu yaparken de aklını bir kenara koymadan, aklını birilerine kiraya vermeden tam bir teslimiyet içerisinde olabilmeli Rabbine karşı… Sadece Rabbinin karşısında eğilmeli… Her namazımızın her rekâtında okuduğumuz Fatiha suresinin beşinci ayetinde defalarca kez “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz” diyoruz. Yani “İbadet ve teatini sadece Rabbine has kılan ve sadece O’ndan yardım bekleyen ve medet umanlar ancak Rablerine karşı samimidirler” diyebiliriz. Ayrıca meşhur Cibril hadisinde Peygamber Efendimize “İhsan nedir?” diye sorulunca; vermiş olduğu “Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür. (Buhari, İman,1; Müslim, İman,1)” cevabı insanın Rabbine karşı olan yerini konumlandırmaktadır.
İnsanların içinde yaşadıkları topluma karşı, çevrelerindekilere karşı sorumlulukları vardır. İnsanın öncelikle yakınından, anne-babası, çocukları, hısım, akrabasından başlayarak çevresindeki tüm insanlara karşı; İslam’ın inananları kardeş ilan etmesinden dolayı tüm İslam ümmetine karşı ve daha da geniş manada tüm insanlara ve hatta tüm insanlığa karşı vazife ve sorumluluklar vardır. (Dinimizin inananları kardeş ilan etmesiyle ilgili olarak bkz. Hucurat Suresi 10. ayet, Müslim, Birr, 32) İnsan bu sorumluluklarının bilincinde olarak samîmane gayret göstermelidir. Bu sayede hem içinde yaşadığı topluma hem de genel manada tüm insanlığa faydalı işler yapan bir birey olabilmelidir.
Kendine Karşı Samimiyet…
İnsanın belki de samimî olması gereken en önemli varlık, kişinin bizzat kendisi… İnsan yapmış olduğu davranışlardan ötürü, söylemiş olduğu sözlerden veya uygulamalarından ötürü pişmanlık duygusu içerisinde olmamalı; pişmanlık duyacağı fiilleri yapmamalı… Önce kendine karşı samimi olabilmeli ve aynaya rahatlıkla bakabilmeli insan. Yaptığı veya yapması gerektiği halde yapmadığı yanlış olan her ne varsa bunları telafi yoluna gidebilmeli. Nefsin ve şeytanın esiri olmamalı… Dünyaya gözlerini kapayıp da ahirete doğduğunda Rabbinin karşısına utanmadan çıkabilmeli… Kendi muhasebesini burada yapabilmeli…
Şüphesiz ki en büyük mahkeme insanın kendi içinde olan vicdan mahkemesi… İnsan herkesi kandırabilir ama kendini asla. O nedenle vicdanıyla yüzleşebilmeli insan… Kendine karşı samimi olabilmeli…

İlk Vahiy Haftası


Geçtiğimiz hafta Kutlu Doğum Haftasıydı. Bu hafta çerçevesinde Türkiye’nin çeşitli yerlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Müftülükler, değişik dernek ve vakıflarca çeşitli organizasyonlar düzenlendi. Hatta bazı siyasî partiler dahi kutlama programlarıyla meydanları doldurdu. Bir önceki yazımızda bu geleneğin 20 – 25 yıllık bir gelenek olduğundan ve belki de miladî takvime göre endekslenmiş bir Kutlu Doğum Haftası’na Türkiye haricinde başka bir ülkede rastlanamayacağından bahsetmiştik. Türkiye’ye özgü gibi olan bu geleneğin de, hafta içerisinde peygamberimiz anıldığı ve peygamberimiz insanlara anlatıldığı için güzel bir gelenek olarak değerlendirilebileceğini yazmıştık.



Miladî takvime göre endekslenmiş peygamberimizin doğum gününü içinde barındıran Kutlu Doğum Haftası yanında Hicrî takvime endeksli gelenekleşmiş bir de Mevlid Kandili kutlamaları var. Biz Türkiye’de yaşayan Müslümanlar hem Mevlid Kandili’ni hem de Kutlu Doğum Haftası’nı kutluyoruz. Bilindiği üzere peygamberimiz döneminde veya sahabe-i kiram veya daha sonraki dönemde peygamberimizin doğumu kutlanmamış. Mevlid Kandili kutlamaları ilk kez hicretten üç yüz yıl sonra Mısır’da Fatimîler döneminde başlamış. (bkz. Şamil İslam Ansiklopedisi, Kandil maddesi) Yani ne peygamberimiz döneminde ne de peygamberimizden yaklaşık üç yüz yıl sonrasına kadar böyle bir kutlama yok. Yani Peygamber Efendimizin vefatından yaklaşık üç yüz yıl sonra doğumunu Hicrî takvime göre esas alan “Mevlid Kandili”, bin dört yüz yıl sonra ise Miladî takvime göre doğumunu esas alan “Kutlu Doğum Haftası” kutlanmaya başlanmış oluyor.

Bir yandan da şöyle geliyor. Bakıyorsunuz “Mevlid Kandili” camide, “Kutlu Doğum Haftası ” etkinlikleri ise genelde cami dışı mekânlarda yapılıyor. Bunda Kutlu Doğum Haftası’nın değişik dernek, vakıf veya organizasyonlarca da kutlanıyor olmasının etkisi olabilir ama bu etkinliklerin daha cami eksenli yapılmasının doğru olacağı kanaatindeyim. Bu yönüyle bakıldığında sanki “Mevlid Kandili” daha dinî, “Kutlu Doğum Haftası” ise daha seküler gibi bir izlenim uyandırıyor şahsımda.

“Ne olur ki yani böyle olsa? Ne zararı var? Ne güzel peygamberimiz insanlara anlatılıyor, insanların gündeminde peygamberimiz oluyor, fena mı?” dendiğini duyar gibiyim. Bu kutlamalara karşı da değilim ama biraz abartıldığı kanısındayım. Öyle ki artık bu kutlamalar mecrasından çıkmış şekilde gibi geliyor bana. Bu kutlamalar veya anmalar sırasında peygamber efendimizin Hz. Ömer‘den gelen nakille şu hadis-i şerifi de unutulmamalı: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü’ deyin!” (Buhari, Enbiyâ, 48) Yine Peygamberimizi sevmeyle alakalı olarak: “Sizden birinize ben, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman: 8; Müslim, İman: 69,70.) buyurmaktadır. Demek ki dengenin sağlanması gerekli Peygamberimiz sevilmeli ama bu sevgi abartılmamalı, denge korunmalı.

Peygamberimizin doğumunu bu iki farklı organizasyonla kutlarken ve insanların gündemlerine Peygamber Efendimizi sokarken gündemimizde daha fazla olması gereken Kur’an-ı Kerim ıskalanıyor gibi. Geçenlerde bir yazıda okudum. ““Kutlu Doğum Haftası” , “Mevlid Kandili” veya değişik kandiller var da neden bir “İlk Vahiy Haftası” olmasın?” diye. Ve bu etkinlikler çerçevesinde sadece vahiy anlatılsın. İnsanlar Kur’an-ı Kerim’le daha fazlaca buluşturulmaya çalışılsın. Bu hafta içerisinde neden Kur’an-ı Kerim’i anlamak ve yaşamak bağlamında değişik organizasyonlar yapılmasın? Bu fikir de bana oldukça olumlu geldi. Mesela Kur’an-ı Kerim’in inmeye başladığı ve Kur’an-ı Kerim’de bin aydan daha faziletli olduğu beyan edilen (Kadir Suresi, 3. ayet) “Kadir Gecesi”ni içinde barındıran hafta bu şekilde etkinliklere de sahne olabilir. Ramazan ayının son on gününde aranması istenen (bkz. Buhari, Leyletü’l – Kadr, 3; Müslim, Sıyam,216) Kadir Gecesi de bu etkinliklerin süreceği mesela on gün boyunca her günü “Kadir” gibi yaşanmasına vesile olabilir.

Bu fikir bana gayet samimî ve olumlu geldi. Bilemiyorum ama böyle bir organizasyon tüm İslam Âlemine de olumlu örneklik teşkil edebilir.

Vesselam…

Üstad Necip Fazıl


Hafta sonu İlim Yayma Cemiyeti’nin olağan kongresine katılmak için bir grup arkadaşla beraber İlim Yayma Cemiyeti Çarşamba şubesini temsilen İstanbul’daydık.
Cumartesi günü yapılan programlara katıldıktan sonra Pazar günü İstanbul’da biraz gezelim dedik. İstanbul’a gelip de Eyüp Sultan’a gitmeden olmaz deyip Pazar günü Eyüp Sultan’a gittik. Ardından Eyüp Mezarlığının içinden geçerek Pierre Loti’de bir çay içelim dedik. Mezarlık içerisinden geçerken birçok ünlü kişinin mezarının da yanından geçtik. Bu manzara insanın zihnine ne kadar meşhur ve tanınmış olursan ol, herkesin yeri aynı düşüncesini de getirmiyor değil. O meşhurlardan biri vardı ki Pazar günü yani 25 Mayıs ölüm yıldönümüydü.
Doğum gününü de 26 veya 25 Mayıs olarak söyleyenler var ki bir ihtimal; ölüm ve doğum tarihleri de aynı gün…
Mezarlığın içerisinden geçerken mezarı başında anılan kişi benim de çok sevdiğim şiirleri olan meşhur bir şair, mana ve aksiyon adamı, binleri heyecanlandıran nutuklar söylemiş, bir neslin mimarlarından ve ölüm tarihini anımsayamamış olmakla hayıflandığım büyük insan, Sultanu’ş – Şuara (Şairlerin Sultanı) Necip Fazıl KISAKÜREK’ti. İmam – Hatip Lisesi yıllarımda verdiği bir yıllık ödev sayesinde bu büyük şairi tanımama vesile olan ve bazı şiirlerini de bana ezberleten, şu an Çarşamba Anadolu Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak görev yapan kıymetli hocam Mevlüt EŞGÜNOĞLU beyi burada bir kez daha hayırla yâd etmem lazım.
Programda şair – yazar Ali Erkan KAVAKLI, üstadı anlatan bir hitabede bulundu. Üstadın şiirlerinden de atıfların olduğu konuşma hakikaten üstadı çok güzel takdim ettiğini zannettiğim bir konuşmaydı. Üstadın şiirlerinden bazı bölümler okunurken şiirlerin bazılarının devamını getirebiliyor olduğumu fark ettim ki; bu beni çok sevindirdi.Tevafuken oradan geçerken şahit olduğumuz bu anma merasimine arkadaşlarla beraber biz de katıldık. Mezarı başında ölümünün 30. yılında değil de doğumunun 110. yılında bir anma programı olarak tasarlanan program maalesef yoğun katılımlı değildi. Ailesinden kimsenin orada olmaması da dikkatimi çeken diğer bir husus. Her yıl mezarı başında böyle bir etkinlik yapılıyor mu bilemiyorum ama Eyüp Belediye Başkanı, Ak Parti Eyüp İlçe Başkanı, tertip komitesi ve basın mensupları haricinde belki otuz kişi bile yoktu merasimde. İnsan kendi kendine “Değerlerimizi çok çabuk mu unutuyoruz acaba?” diye sormadan da edemiyor…
Üstadı anlatmak haddimize değil ama Cumhuriyet Döneminde şairlerin sultanı unvanı verilen tek şair olması onun ne denli büyük bir şair olduğunun tescili zaten. Aynı zamanda mana ve dava adamı da olan Üstadın hayatı, milattan önce ve milattan sonra gibi keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış. Yıllarca aradığı şeyi bulduğunda, tüm hayatı ve haliyle sanat ve edebiyata bakışı da değişmiş Üstadın. Yazdıklarından ve söylediklerinden dolayı defalarca yargılanan, mahkûm edilen ve hapishaneleri kendine mesken edinen biri aynı zamanda Üstad… Keskin bir zekâ, ferasetli bir bakış, yılmaz bir aksiyonerdir Üstad… Binlere yön veren, binleri milyonları arkasından sürükleyebilen bir önderdir Üstad… Doğru bildiği yolda “Durun kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak.” diyebilecek kadar kararlı, “’Kim var?’ denildiği zaman sağına ve soluna bakmadan ‘Ben varım’ diyen bir gençlik” hayalleri kuran bir ideologdur Üstad… Üstadı rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz. Mekânı cennet olsun.
Ruhu için el-fatiha… 

2 Eylül 2015 Çarşamba

İslamcılık ve Türkler



İslamcılık kavramı çokça duyduğumuz kavramlardan. Önceleri kelimenin oluşum şeklinden, İslam kelimesinin sonuna eklenen “cılık”, “cilik” eklerini hoş bulmadığımdan dolayı kullanımına karşı olduğum ve bu sebeple kullanmamaya özen gösterdiğim bir kavramdı “İslamcılık”. Ama artık öyle bir hale geldi ki kullanmamak imkânsız. Ne denmiş Mecelle’de? “Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evladır.”
İslamcılık kavramının ve düşüncesinin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilemiyorum. Ama Osmanlı Devleti’nin son döneminde de çokça duyulan bir kavram “İslamcılık.” Cumhuriyetin ilk yıllarında soluk aldırılmayan bu siyasî akım, daha sonraki yıllarda giderek daha görünür hale geldi. Özellikle Necmeddin ERBAKAN önderliğinde kurulan Millî Görüş Hareketini İslamcı bir anlayışta var sayabiliriz. Tabi ki, fikirde, sanatta, edebiyatta birçok sanatçı bu anlayışın kitleler tarafından kabulünü kolaylaştırmıştır. Mehmet Akif ERSOY, Necip Fazıl KISAKÜREK, Sezai KARAKOÇ, Nurettin TOPÇU gibi birçok yerli fikir ve sanat adamı yanında özellikle Hasan el-BENNA, Seyyid KUTUB, Mevdudî, Ali ŞERİATİ gibi fikir adamlarının kitaplarından yapılan çeviriler de bu hareketi Türkiye’de fikrî anlamda güçlendirmiş, kendini İslamcı olarak addeden kişilerin fikir dünyalarını şekillendirmelerinde etkili olmuştur. Necmeddin ERBAKAN’ın önderliğini yaptığı Millî Görüş partileri siyasette etkili olmuş ve hatta bu başarı Necmeddin ERBAKAN’ı başbakanlığa kadar taşımıştı. 28 Şubat Post Modern Darbesi sonrasında iktidardan uzaklaştırılan bu hareket içinden sonrasında Ak Parti ortaya çıkmış ve günümüzde hala iktidarda olan bu parti her ne kadar Türkiye’de İslamcı akımın tek önderi ve hâkimi gibi anlaşılan Millî Görüş tarafından kabul görmese de İslamcı bir özellik sergiliyor denebilir.
Peki, İslamcılık neydi? Neyi amaçlardı? Belki “Ümmetçilik” olarak da adlandırılabilecek bu hareket, Osmanlı Devleti içerisinde Osmanlıcılık akımından sonra yayılım alanını genişletmiş. Tüm Osmanlı sınırları içerisindeki değişik dinlerden ve milliyetlerden kişileri bir arada tutmayı amaçlayan Osmanlıcılık akımı Fransız İhtilali sonrası özellikle milliyetçilik akımının etkisiyle Osmanlı Devleti içerisinde de isyan hareketlerinin artması ve o dönem ki Osmanlı Devleti sınırlarının muhafaza edilemeyeceği anlaşılınca yerini tüm Müslümanları bir arada tutmayı amaçlayan İslamcılık akımına bırakmıştır. Özellikle Arapların isyan hareketlerinden sonra tüm Müslümanlar da tek çatı altında tutulamayacak konuma gelince de bütün Türkleri bir arada tutmayı amaçlayan Türkçülük akımının yayılım kazandığını görüyoruz.
Ümmetçilik veya İslamcılık olarak adlandırılabilecek bu siyasi akım günümüzde maalesef sadece Türkler dışındaki  Müslümanlara yönelik bir hassasiyet ve faaliyet gösteriyor izlenimi vermekte. Sanki Türkî Cumhuriyetlerle veya Ortadoğu ve Balkanlardaki Müslüman Türk topluluklarla Milliyetçilik (Ülkücülük) akımına mensup olanlar daha fazla ilgileniyor veya bu konuda daha hassaslar gibi bir izlenim sergiliyorlar. İslamcıların Filistin davası kadar Doğu Türkistan davasına da sahip çıkabilmeleri lazım. İslamcıların Mısır’da meydana gelen darbeye tepki verdikleri kadar Kırım’ın Rusya’ya ilhakına, Mustafa Abdülcemil KIRIMOĞLU’nun Kırım’a alınmamasına da tepki gösterebilmesi lazım. Suriye ve Irak’taki Türkmenlerin içinde bulundukları durumu, Azerbaycan’daki başörtüsü yasağını, Azerbaycan’daki dindarlara yapılan baskı ve kötü muameleleri, Kırgızistan’da yapılan misyonerlik faaliyetleri sonrası ne kadar Kırgız’ın Hıristiyanlaştırıldığını, Tacikistan’da on sekiz yaşından küçüklerin camilere dahi girişlerinin yasak olduğunu kaç İslamcı bilir veya bilse bile bunlardan hangisine karşı kendini İslamcı olarak vasıflandıran bir sivil toplum kuruluşu bir faaliyette bulunmuştur? Devletimiz TİKA faaliyetleri kapsamında çeşitli yerlerdeki Müslüman Türk topluluklarla ilişkileri kuvvetli tutmaya çalışıyor ama İslamî hassasiyeti olan sivil toplum kuruluşlarının da bu konularda daha hassas davranması gerektiğini düşünmekteyim. Kur’an-ı Kerim’de tüm Müslümanların kardeş olarak tanımlanmasına da uygun olacak bu anlayış şeklinin, İslamî hassasiyeti olan kişiler arasında ve siyasî duruş olarak kendini İslamcı veya Ümmetçi olarak vasıflandıran kişi veya kuruluşların İslam coğrafyasında Türklerin de bulunduğunu unutmamaları lazım geldiği kanaatindeyim…
Vesselam...

Nerede O Eski Ramazanlar



“Nerede o eski Ramazanlar?” veya bayram geldiğinde “Nerede o eski bayramlar?” gibi özlem ifade eden cümleleri çokça duyarız. Bu sözleri söyleyenler genelde belli bir yaşın üstündeki insanlar oluyor haliyle. Özlenen çocukluk veya gençlik yılları mıdır, yoksa o zaman dilimlerinde yaşananlar mıdır bilinmez ama her devrin kendine has güzellikleri olduğu da muhakkak.
Eskilerde özlenen sanki hep dünyevî şeyler. Genelde Ramazan eğlenceleri falan. Hatta çoğu belediye eskiyi yad etme adına Ramazan akşamlarında türlü eğlenceler türetiyor. Bu uygulamaların ne kadar doğru olduğu da tartışılır. Çünkü ibadet ayı, oruç ayı, Kur’an ayı olan Ramazan, türlü eğlencelerle heba edilmemeli. İbadet için önemli vakitleri içinde barındıran Ramazan ayında değişik eğlenceleri Ramazan ibadetlerine alternatif haline getirmek de Ramazan ayını ve ibadeti tam anlayamamayı beraberinde getiriyor sanki. Kadir Gecesi gibi bin aydan daha hayırlı denilen bir ayı içinde barındıran ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre vakti Ramazanın her hangi bir günü olabilecek bir geceyi de içinde barındıran Ramazan, (âlimlerin bir kısmına göre Ramazanın son on günü) teravih namazı gibi kendine has namazı olan, fıtır sadakası gibi kendine has zorunlu sadaka ibadeti olan, oruçların tutulduğu, son on gününün itikafa hasredilmesinin efdal olduğu kutlu zaman dilimleri… Bu kadar önemli olan ve tam manasıyla ibadet mevsimi olan Ramazan ayının gecelerinin bir festival havasında eğlencelere kurban edilmesi hiç  de doğru bir davranış olmayacaktır kanaatimizce….
Peki, günümüz Ramazanlarını yaşlandığımızda biz özler miyiz acaba? Bu sorunun cevabını şimdiden vermek güç ama her yaşın olduğu gibi her zaman diliminin de kendince güzellikleri var. Herhalde bizler de ileride “Nerede o eski Ramazanlar?” diye özlemle bu günleri, yaşanmışlıklarımızı anarız.
Günümüz Ramazanlarında benim en çok hoşlandığım şey sahur ve iftarlara özel hazırlanan ve değişik konuların değişik konuklarla konuşulduğu programlar ile genelde belediyeler veya sivil toplum kuruluşları tarafından organize edilen söyleşi ve konferanslar. Yaşlandığımızda, eğer hala bu tür program ve organizasyonlar devam etmiyorsa, herhalde “Nerede o eski Ramazanlar?” diye özlemle andığım en önemli Ramazan etkinliklerinden biri bu program ve organizasyonlar olacak

.

Vakıf İnsan Turan Çinici


Aslen Erzurumlu… Halen hayatta, Çarşamba’da yaşıyor. Ama mezarlığa gidenler kendi adının yazılı olduğu boş mezarı da görebilirler.
Erzurum’dan Çarşamba’ya resmen hicret etmiş gibi. Yıllardır Çarşamba’da, o artık bir Çarşambalı.
Öğretmenlik hayatında değişik yerlere zorunlu tayine mecbur bırakılan (sürülen), değişik sıkıntılar da çekmiş, inandığı değerler uğruna fedakârlıklarda bulunabilmiş bir adam.İmam Hatip Lisesi yıllarından hocamız. Benim dersime girmedi ama bizim okuduğumuz dönemdeki hocalardan. Karınca gibi hiç durmadan çalışan bir adam. Sürekli hareket halinde, sürekli çalışma halinde. Kendi tabiriyle öğrencilere, insanlara “İslam Aşısı” yapmak için devamlı bir uğraşı içerisinde.
Kendi tabiriyle onbinlerce öğrencisi olan, hocaların hocası. Oturup sohbet ettiğimizde kendi okutmuş olduğu öğrencilerin geldiği mevkilerden büyük bir sevinç ve heyecanla bahseder. Her an eylem halindedir, yerinde duramaz hiç (Maşallah).
Çarşamba’da İslamî hassasiyeti olan bir çok sivil toplum kuruluşunun kurulmasında ve yaşatılmasında emekleri olmuş. Bildiğim kadarıyla Memur-Sen’in ve Eğitim-Bir-Sen’in bölgemizdeki kurucularından. Yavuz Selim Vakfı Çarşamba Şubesi’nin yöneticilerinden, Çarşamba Eğitim ve Yardımlaşma Derneği’nin (ÇEYDER) kurucularından ve halen başkanı, İlim Yayma Cemiyeti Çarşamba şubesi kurucularından… Belki de bilmediğim başka dernek ve vakıflarda da görev almış tam bir “Vakıf İnsan”…
Günümüzde Çarşamba Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin yanında yapılmakta olan ve neredeyse yapımı tamamlanmış olan Yunus Emre Camii inşaatını tamamlamak için var gücüyle çalışan ve Yavuz Selim Vakfı erkek öğrenci yurdu inşaatının da yükselmesinde en büyük emeği olanlardan. Dört kat üzerine yapılan yurt binasının kaba inşaatı bitmiş ve şu an sıva yapılabilecek noktaya gelmiş durumda.
Proje adamıdır aynı zamanda Turan Hoca. En son gördüğümde Yavuz Selim Vakfı inşaatının ilerlemediğinden dem vuruyordu ve inşaatın durma noktasında olduğundan bahsediyordu. Fındık zamanı geldiğinde köy köy dolaşarak fındık toplayan, Kurban Bayramlarında tanıdıklarından kız yurdunda kalan öğrenciler için deri veya kurban payı isteyen, yurt inşaatı örgü aşamasına geldiğinde Çarşamba’dan kalkıp Çorum Osmancık’a gidip oradaki tuğla fabrikalarını dolaşarak tuğla toplayan; İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlere gidip oralardan eski öğrencilerini veya Çarşambalıları bularak inşaat çalışmaları için yardım toplayan Turan Hoca, şimdi yeni bir projeyle yine karşımızda… Kermes… Yavuz Selim Vakfı Erkek Öğrenci Yurdu inşaatında kullanılmak üzere 22 – 31 Ekim 2014 tarihleri arasında Yunus Emre Caddesi No:30’da (Evin Restoran karşısı) yapılacak kermese herkes davetli… Turan Hoca’yı tanıyıp da kermese gitmeyecek adam heralde yoktur. İlerlemiş yaşına rağmen 18’lik delikanlı gibi koşuşturan ve yorulmak nedir bilmeyen bu adamın çabalarını ve uğraşını boşa çıkarmamak adına dahi çalışmalarına iştirak etmek lazım.. Allah razı olsun Turan Hocam…

Sekülerleşen Ahlâk Ve Doyumsuz İsteklerimiz


Günümüzde dinlerin en büyük düşmanlarından biri sekülerizm, yani dünyevileşme, dünyaya meyletme, dünyayı önceleyip eskatolojiyi, dünya sonrası hayatı ıskalama, görmezden gelme. Sadece İslam’ın değil diğer dinlerin de en büyük problemlerinden biri bu kanaatimizce. Katolik Hıristiyan dünyasının bundan önceki papası XVI. Benedict sekülerizmi Hıristiyanlığın karşısındaki en büyük tehlike olarak ilan ediyordu.
Sekülerizm, dinsizlik veya ateizm demek değil. Laisizm’e yakın bir kavram olarak düşünülebilecek sekülerizm, dünya zevklerini öncelemeyi esas alıyor. Din olarak İslam’ı seçtiğini söyleyen, Allah’ın var olduğunu kabul eden, peygamberimizi, Kur’an’ı var kabul eden bir seküler, Allah yokmuş gibi yaşayabiliyor. Yani Allah’a inandığını söylediği halde yokmuş gibi davranabiliyor. Belki bu İslam için ateizmden daha da tehlikeli. Görünüşü Müslüman olan ama dini ritüellerini yerine getirmediği gibi dinin hiçbir emir ve yasağına da aldırış etmeyen insan tipi.
Ferdi bazda insanları hâkimiyetine alan seküler ahlâk, toplumsal manada da insan guruplarını etkileyebiliyor. Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen bazı toplumsal hareketler hatta Türkiye’de meydana gelen gezi olaylarını dahi seküler ahlâka bağlamak mümkün kanaatimizce. Bu olaylar sırasında meydana gelen talan ve yağmalama hareketleri de bu ahlâkın tezahürleri denebilir. Sadece kendini düşünen ve kendisinin faydasına olan her türlü şeyi iyi kabul eden bu anlayışın ne büyük olumsuzluklar doğurabileceğini bu olaylar tüm Türkiye’ye öğretti kanaatimizceGünümüzde İslam Coğrafyasına sızan, sinsi şekilde hızlıca tüm İslam Coğrafyasına ve haliyle Türkiye’ye de sirayet eden bu akım hissettirmeden yayılmakta. Bu akımın etkisiyle insanlar dünyevi zevk ve isteklerinin peşinde koşar hale geldiler. Dünyevi zevk ve istekler Müslüman Coğrafyada bile insanlara uhrevi bazı zevklerden daha ilgi çekici gelebiliyor. Seküler ahlâkla ahlâklanan nesillerde her türlü olumsuz davranış sıradanlaşabiliyor. Bencillik, kendini beğenme, egosantrizm, hedonizm, kibir, enaniyet bunlardan sadece bir kaçı. Uhrevi zevklerin tatmin etmediği gönüller süfli ve boş arayışlara düşebiliyor.

Kimliksizleşen Dilimiz Ve Osmanlı Türkçesi


“Türkçe, ağzımızda anamızın ak sütü gibidir” diyordu Yahya Kemal. Acaba hangi dildi bahsettiği bu Türkçe? Acaba şu an konuştuğumuz dil mi? “Türkçe diye bahsettiği dil bugün konuşulan Türkçe’den başka ne olabilir ki? Şimdiki konuştuğumuz dil tabi.” dediğinizi duyar gibiyim. Ben aynı kanaatte değilim sizinle. “Ne yani şimdiki mi Türkçe değil, yoksa o dönemdeki mi?” diyeceksiniz değil mi? Evet, diyeceksiniz. Doğru, ikisi de Türkçe. O dönemde konuşulan da şimdiki de Türkçe. Ama farkı var. Nedir fark? Şimdiki konuştuğumuz ve yazdığımız dil biraz kuşdiline dönüştürülmüş bir Türkçe.
Yahya Kemal Osmanlı’nın son dönem, Cumhuriyetin ise ilk dönem şairlerinden, ki divan şiirinin de son dönem en büyük temsilcilerinden… Türkçe’yi anasının ak sütüne benzetirken, o dönemde konuştuğu ve şiirlerini kaleme aldığı dilden bahsediyor. Yani, o dönem insanının anladığı fakat şimdiki aydınımızın dahi anlamakta güçlük çektiği dilden… Neredeyse İstiklal Marşımızı dahi birileri tefsir etmeden anlayamaz hale geldik.

Osmanlı Türkçesi, içinde Arapça, Farsça dillerinden girmiş terkipleri de bulunduran ve Arap harfleri ile yazılan bir Türkçe… Yani yabancı bir dil değil. Televizyonlarda tartışılırken vatandaş diyor ki: “Osmanlıca öğreteceğinize İngilizce öğretin, tarihin derinliklerinde kalmış bir dilin bize ne faydası olacak?” Yaa, bu öğretilen yabancı bir dil değil ki. Öz be öz bizim olan bizden olan dil, yani Türkçe.
Son dönemlerde tartışıldı “Osmanlı Türkçesi Dersleri okullarda okutulsun mu okutulmasın mı?” diye. Ne kadar saçma bir tartışmaydı aslında bu. Neyi tartıştık biz? Analarımızın ak sütüne benzetilen dili öğrenelim mi, öğrenmeyelim miyi? Çocuklarımıza öğretelim mi, öğretmeyelim miyi? Ne demektir bir neslin, dedesinin yazdığı, okuduğu metni okuyamaması. Latin harfleri ile yazılmış Türkçe’ye karşı değiliz – ki zaten şu anda o harflerle yazıyoruz – fakat neden Arap harfleri ile yazılmış Türkçe’den bu kadar korkuluyor? Neden gençliğin atalarının yazdığı harflerle tanışması bu kadar sakıncalı görülüyor birilerince? Yoksa yine mi “Laiklik elden gidiyor?”.
İçindeki Arapça ve Farsça terkiplerin çokluğundan o Türkçe’yi yabancı dil zanneden “yerli yabancılar” varsa onlara da artık ne demeli bilmem. Mutlaka o zamanki terkipler yeniden öğretilsin değil zaten düşüncemiz. Keşke öğretilebilse, o söz zenginliği keşke tekrar elde edilebilse. Ama şu an biz konuştuğumuz kelimelerin Arap harfleri ile yazılmış haline de razıyız. Bunun adı da aslında “Osmanlı Türkçesi” değil, “Arap harfleri ile yazılmış Türkiye Türkçesi” olur herhalde. Keşke o terkipleri, o söz zenginliğini yeniden öğrenip kullanabilsek de öğrenim hayatımız boyunca sınıfların başköşesinde duran “İstiklal Marşımız”da “Gençliğe Hitabe”de ne dendiğini tam olarak anlayabilsek. 4+4+4 zorunlu eğitim sistemi ile en az 12 yıl her gün karşılarında gördüğü ve sanki ne olduğu anlaşılmayan tılsımlı sözler gibi duran o sözleri anlayabilsek. Ne kadar acı aslında değil mi? Her gün bak ama anlama… Biraz ağır olacak ama aklıma tren ve öküz hadisesi geliyor. Ne de olsa o da trenin işinden bir şey anlamıyor. Ne diyelim… Bizi bu hallere düşürenler utansın.

Dindar, Kindar Olur Mu? veya “Charli Hebdo”dan Kârlı Çıkanlar


Necip Fazıl Kısakürek, meşhur “Gençliğe Hitabesi”nde idealize ettiği gençliği anlatırken: “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…” diyordu.
Müslüman, zulmetmemeli, başkalarına kötülük yapmamalı ama aynı zamanda zulme de uğramamalı, zulme rıza da göstermemeli. Gerektiğinde nasıl ki ırzını, namusunu korumak için çabalıyorsa; gerektiğinde inancının ırzını da namusunu da korumasını bilmeli. Eğer ki mukaddesatına dair söz söyleniyorsa bunun hesabını da sorabilmeli, bu davanın öcünü almasını da bilebilmeli, kinini de tutmayı bilebilmeli. “Müslüman genç nasıl kindar olabilir ki?” diye düşünebiliriz. Ama Allah eğer içimize “kin” diye bir duygu vermişse, demek ki bu duygunun kullanılması gereken yerler de var.

Günümüzde İslam dünyasına karşı bariz saldırılar var. Avrupa’da ırkçı söylem belki de son yıllarda hiç olmadığı kadar revaçta. Müslümanlara karşı öfke artmış ve İslam ve Müslüman aleyhtarlığı zirve yapmış halde. Aynı zamanda bütün dinlere karşı savaş açmış bir güruhta var modern dünyada. İşte Fransa’da yaşanan “Charli Hebdo Saldırısı…” Şüphelerle dolu bir saldırı… Ve peygamberimizin öcünü aldıklarını söyleyen saldırganlar. Yine İslam ve terörizm söylemi ve zihinlerde oturtulmak istenen “İslam işte böyle bir dindir.” imajı.
Esasında dindar olan kişinin kindar olmaması gerekir. Ama Kur’an-ı Kerim’de, Allah için mukaddesat için gerektiğinde savaş dahi caiz görülmüştür ki; gerektiğinde Peygamber Efendimizin de savaşmış olduğu hepimizce malumdur. Bırakın dine karşı muarız saldırılarda bulunanlara öfkelenmeyi, kin beslemeyi onlarla savaşmayı dahi dinimiz serbest kılmış ve bu savaşın neticesinde ölmüş olan mü’min için ise şehadet ve cennet vaat etmiştir. “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah haksız saldırıda bulunanları sevmez.” (Bakara Suresi, 190) “(Ey Muhammed) Allah yolunda savaş. Sen ancak kendi yaptığından sorumlusun. Mü’minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin gücünü kırar. Hiç şüphesiz ki Allah, kuvvet ve kudretçe çok daha güçlü ve cezası daha çetindir.” (Nisa Suresi, 84) “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz” (Bakara Suresi, 154)
Müslümanlar için Allah cihadı farz kılmıştır ki; Kur’an-ı Kerim’de cihad üzerine onlarca ayet bulmak mümkündür. (Cihadla ilgili ayetlerden bazıları için bkz. Bakara Suresi 216, 218, 244; Tevbe Suresi 41; Saff Suresi 11) Cihad sadece kılıçla yapılan bir fiiliyat değildir. Cihad, mücadeledir. İslam adına verilen her türlü mücadelenin adıdır cihad. Bu bazen olur kılıçla yapılır; bazen olur parayla yapılır; bazen olur kalemle yapılır. Kılıçla yapılacak cihadı da bireysel olarak ortaya çıkan birilerinin yapabilmesi söz konusu değildir. Bu şekilde cihad devlet eliyle yapılabilir. Yoksa bireysel olarak yapılacak her türlü eylem terörize edilmeye müsaittir.
Dönelim tekrar “Charli Hebdo” meselesine. Bu karikatür dergisi sadece İslam’ın değil diğer bazı dinlerin de kutsallarına saldıran bir dergi. Müslümanları yeren, Hz. Peygamberi çok kötü şekilde resmeden bazı karikatürler maalesef ki bu dergide yayınlanmıştır. Ama şunu gözden kaçırmamak lazım. Bu dergi sadece İslam aleyhtarı yayınlar yapmıyor; Hıristiyan bir ülkede yayınlanmasına rağmen Hristiyanların kutsallarına saldıran karikatürler de yayınlıyor. Yani genel izlenim, sadece İslam aleyhtarlığı değil genel olarak din aleyhtarlığı denebilir. Yani ateist bir söyleme sahip denebilir. Saldırılar sonrasında Katolik dünyasının lideri Papa I. Francincus “Eğer arkadaşım Dr. Gasparri anneme küfrederse bir yumruk yemeyi bekleyebilir. Bu çok normaldir. Kimseyi provoke edemezsiniz. Kimsenin inançlarına hakaret edemezsiniz. Kimsenin inançlarını dalga konusu yapamazsınız.” şeklinde bir beyanatta bulundu. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Papa dahi bu dergide yapılan karikatürlerin “özgürlük” değil “hakaret” olduğuna inanıyor. Çünkü aynı dergi Müslümanların yanı sıra Hristiyanlara da saldırıyor. Hristiyanlıkla alay eden ne karikatürlerin yayınlandığını internette küçük bir arama yapan herkes bulabilir ve görebilir. Bu saldırılar sonrası Papa’nın bu beyanatı beni kuşkulandırmadı değil. Ama şöyle düşünmek de mümkün. Hem Hristiyanlık aleyhtarı yayınlar yapan dergiye bir ders (!) verilmiş oldu hem de Hristiyanların eskiden beri karşılarında en büyük güç olarak gördükleri İslam, yine terörizmle beraber anılarak imaj zedelenmesine uğradı. Herhalde bu işten en karlı çıkan yine Hristiyanlar oldu. Kanaatim dünyada son elli yılda olup bitenleri II. Vatikan Konsili’nin karar metninde yer alan diyalog ve misyonerlik başlıkları çerçevesinde yeniden değerlendirilmesi gerektiği.