29 Eylül 2023 Cuma

Hikâyecinin Hikâyesi


Kapıyı tıklattı ve bir adım geri çekildi.

Neden yapıyordu bunu?

Bazen kendisi de veremiyordu bu sorunun cevabını. Elinde yıpranmış bir bond çantanın içindeydi yılların emeği. Bu kaçıncı kapıydı geldiği? Yazdıkları değer görmüyor muydu yoksa değersiz miydi hakikaten?

Değeri bilinmeyen cevherler olarak görüyordu yazdıklarını. Yayımlatmak için kime gitse yayımlanmıyordu yazdıkları bir bahaneyle. Kimileri nazikçe reddediyor olsa da bazıları kırıcı da olabiliyordu.

Ümidini kaybettiği dönemler de olmadı değildi aslında. Yapamıyorum herhâlde bu işi deyip vazgeçme noktasına geldiği de olmuştu. Yazdıklarını gösterdiği arkadaşları hep methiyeler düzüyorlardı oysa ki yazdıklarına.

Acaba üzülmesin diye mi böyle davranıyorlardı? Birçok dergiye gönderdi yazdıklarını, yarışmalara katıldı. Ama netice yine, sıfır elde var sıfır. Dergilerin kendi kadrolarının olduğunu ve sadece kendi yazarlarının yazdıklarını bastıklarını duydu sonra birilerinden. Yarışmalar da şaibeli zaten diye düşündü ümidi tükenmek üzereyken yine.

Kapıyı bir kez daha tıklattı nezaketle.

İçindeki ümidi yitirmek istemiyordu. Yılların emeği, birikimi, uykusuzluğu, baş ağrısı, gözünün feri vardı o çantada. Vazgeçemezdi. Vazgeçmek kendini, yıllarını inkâr etmek olurdu. Direnmeliydi. Değil miydi ki, ancak azmedince başarabilirdi? Yoksa bir Molla Kasım’a mı ihtiyacı vardı gerçekten? Yıllarını heba mı ediyordu? Okul yılları bile ağır aksak gitmişti bu sevda uğruna. Yaşı ilerliyor, anne babasının ve çevresinin de beklentileri artıyordu. Hala para kazanacak bir işi yoktu ve gününün çoğunu babasının “boş iş” dediği çalışmalarla geçiriyordu. Yazdıklarının yayımlanması ve insanlar tarafından takdir edilmesini istiyordu artık. Yıllarının emeği vardı orada ve en azından emeğe hürmeten yapılmalı değil miydi bu?

Kapı üzerindeki tokmağa takıldı gözleri birden. Üçüncü kez olacaktı bu. Ne kadar zamandır oradaydı? Yıllar olmuş gibi geldi. Yıllarının emeği, çabası geldiği için mi zihnine, böyle hissetti yoksa? Yoksa artık yılgınlık mı hissediyordu yaşadıklarından? Buradan geri dönebilir miydi? Kendini inkâr olurdu dönmek. Yılların heba oluşunu itiraf olurdu bu. Bunu yapamazdı, yapmamalıydı. Ne yapmalıydı peki? İşte açılmıyordu bu kapı da. Daha ne kadar beklemeliydi?

Bir kez daha tıklattı kapıyı.

Belli ki açılmayacaktı ama olsundu. Bir müddet daha beklemeliydi belki de. Babasının dedikleri doğru muydu yoksa? Zihninin allak bullak olduğunu hissetti. Yıllarını verdiği bu yazılar “boş iş” miydi? Hayatın realitesine yenilmeli miydi? Toplumun istediği gibi işinde gücünde, sabah işine giden akşam evine dönen, okumayan, yazıp çizmeyen ve her şeyi biliyormuş gibi ahkâm kesenlerden biri mi olmalıydı? Ütopya mıydı umduğu? Elinden birden düşüverdi yere elindeki yılları. Ani bir kararla çantayı oracıkta bıraktı ve gitti. Aslında ani kararlar ve fevrîlik adeti değildi. Neden aniden yenildiğini o da anlamadı. Giderken de belki ben yazdım diye basılmadı bunlar diye düşündü. Belki de kapının önünde çantayı bulan yayınevi görevlileri, yazıları yayınevi sahibine götürürler ve yazdıkları sahipsiz birer metin olarak basılırdı. Hala içinde kalan bu ümit kırıntısına güldü ve hızlı adımlarla yürüdü, yürüdü, sadece yürüdü ardına bakmadan…

Epeyce uzaklaştıktan sonra bir an durakladı.

Şeylerini kaybetmiş veya bir şeyleri arıyormuş gibiydi. Şimdi ne yapmalıydı?

 

Hicretin Altyapısını Hazırlayan Sahabî

https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Hicretin Altyapısını Hazırlayan Sahabî

Muharrem ayındayız.

Muharrem ayı hicreti başlangıç noktası olarak kabul eden "Hicrî Takvim"in ilk ayıdır. Hz. Ömer döneminde kullanılmaya başlanan bu takvim halen kullanılmaktadır. Biz Müslümanlar bütün dinî işlerimizi bu takvime göre planlamaktayız.

"Hicrî Takvim"in başlangıç noktası olan hicret denilince aklımıza, peygamberimizin ve ashabının Mekke'den Medine'ye göç etmesi gelmektedir. Miladî 622 yılında gerçekleşen hicret sıradan bir göç olmayıp, Mekke'de inançları dolayısıyla baskı ve işkencelere maruz kalan Peygamberimiz ve ashabının İslam'ı hem daha rahat bir şekilde yaşayabilmelerine hem de İslam'ın daha geniş kitlelere ve coğrafyalara hızlı bir şekilde yayılabilmesine kapı aralamıştır.

Miladî 622 yılında gerçekleşen bu zorunlu göçün öncesine baktığımızda ise baskı, zulüm, kan ve gözyaşı görmekteyiz. Esasında Medine'ye hicret, Müslümanların ilk hicreti değildir fakat Peygamberimizin ilk hicretidir. Zira miladî 614 ve 615 yıllarında iki grup Müslüman, İslam'ı daha rahat yaşayabilme gayesi ile Kızıldeniz'i aşarak Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Fakat bu hicret kafilelerinde Peygamberimiz yer almamış ve Peygamberimiz Mekke'de yaşamaya ve Mekke'de İslam'ı tebliğ faaliyetlerine devam etmiştir.

Peygamberimiz Mekke'de tebliğ vazifesine önce yakınlarından ve akrabalarından başlamış,  açıktan davet emrinin gelmesiyle birlikte iletişim kurabildiği tüm insanlara İslam'ı tebliğe gayret etmiştir. Peygamberimiz tebliğ faaliyetlerini Mekke'de ikamet eden kişilere yönelik olarak gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda Kabe'ye Arabistan Yarımadası'nın farklı yerlerinden putları ziyaret, ibadet veya ticaret için gelenler kişilere de yapmaya gayret ediyordu. Peygamberimizin bu faaliyetlerine kulak veren ve Müslüman olan kişi sayısı ise çok azdı. Mekke'deki müşriklerin Müslümanların canlarına kastedecek kadar ileri giden baskılarıyla beraber Müslüman olmak, Müslüman'ım diyebilmek, İslam'ı yaşamaya gayret etmek neredeyse Mekke'de imkansız hale geliyordu. Miladî 616-619 yılları arasında üç yıl süren boykot yıllarında işkencelerin dozu iyice artmış ve Müslümanlar ile Müslümanlara destek olanlar bir mahallede tecrit edilerek bir manada ölüme terk edilmişlerdi. Boykotun kaldırılmasının ardından biraz da olsa soluklanma imkanı bulan Peygamberimiz, İslam'ı tebliğ faaliyetlerine devam ediyordu. Peygamberimiz, Kabe'ye Medine'den gelen bir grupla temas etmiş ve onlara İslam'ı anlatmıştı. Bu kişilerden altı tanesi Müslüman oldu. Bir sonraki yıl yeniden Mekke'ye gelen bu sahabîler ve onların İslam'ı anlatarak Müslüman olmalarına vesile oldukları kişiler, toplamda on iki kişi olarak 621 yılında Akabe adlı yerde Peygamberimize biat ettiler. İslam Tarihi'nde I. Akabe Biatı olarak anılan bu gelişme sonrasında İslam'la yeni şereflenen ve İslam'ı hakkıyla yaşamak isteyen bu sahabîler, Peygamberimizden kendilerine İslam'ı iyice özümsetecek, Kur'an'ı öğretecek bir sahabî vermelerini istediler. Peygamberimiz de böylece onlarla beraber Medine'ye ilk öğretmenini gönderiyordu.

Peygamberimizin Medine'de İslam'ı öğretmesi için görevlendirdiği sahabî için bu hicret ilk değildi. Zira daha önceden Habeşistan'a göç eden kafile içinde de yer alan bu sahabî, aynı zamanda Medine'ye hicret eden ilk sahabî de oluyordu. Medine'de bulunduğu ilk bir yıllık süre içerisinde Esad b. Zürare'nin evinde misafir kalan ve I. Akabe Biatı'nda Müslüman olarak Peygamberimize biat eden kişilere İslam'ı ve Kur'an'ı öğretmenin yanında tebliğ faaliyetlerinde de bulunan bu sahabî, birçok kişinin de İslam'la şereflenmesine vesile olmuştur. Medine'de Müslüman olan bu yeni sahabîlere İslam'ı anlatmanın yanında Mekke'de Peygamberimizin ve ashabının çektiği sıkıntıları, uğradıkları aşağılanmaları, baskıları, işkenceleri de anlatan Peygamberimizin bu ilk öğretmeni, bir yıl sonra 622 yılında II. Akabe Biatı olarak anılan biatta Peygamberimize yetmiş beş Medineli sahabînin biat etmesine vesile olmuştur. Peygamberimizin ve ashabının Mekke'de çektiği sıkıntılardan haberdar olan Medineliler biat sonrasında Peygamberimizi Medine'ye davet etmişlerdir. Medine'ye gelmesi halinde canlarıyla, kanlarıyla, mallarıyla Peygamberimizin ve ashabının yanında olacaklarına dair ona söz vermişlerdir. Peygamberimizin Medine'ye göndermiş olduğu bu sahabînin gayretleri ve Allah'ın da izni ve inayetiyle Medine'ye hicretin de altyapısı böylece hazırlanmıştır. Medinelilerin bu davetlerini hemen kabul etmeyen Peygamberimiz, Allah'ın da izni ile 622 yılında ashabıyla beraber gruplar halinde Medine'ye hicret etmiştir.

Peygamberimizin ve ashabının Mekke'den Medine'ye hicretinin altyapısını hazırladığı şeklinde nitelediğimiz bu sahabî, esasında çok zengin bir ailenin çocuğudur. Mekkeliler arasında çok itibarlı da olan bu aile, aynı zamanda Mekkeli müşriklerin oluşturdukları ordularda ordu sancağını da taşımakla görevli idi. Ailesi çok zengin olan bu sahabî, Peygamberimizin Mekke'de gizli bir şekilde irşat faaliyetlerini yürüttüğü Darü'l - Erkam'da genç yaşında Müslüman olmuştu. Ailesinin tepkisinden çekindiğinden ilk önceleri İslam'a girdiğini ailesiyle paylaşmamış fakat daha sonrasında bu durum anlaşılmıştı. Ailesi onu İslam'dan döndürmeye çalışmış fakat o direnmişti. İslam'dan uzaklaşması için ailesinden eziyetler görmüş, hapsedilmişti. Dininden vazgeçmemesi üzerine ailesi tarafından dışlanmış ve evinden kovulmuştu. Yaşadığı çok zengin ve müreffeh hayattan İslam için vazgeçen bu sahabî, Müslümanların ilk hicret yurdu olan Habeşistan'a hicret eden grupla Habeşistan'a gitmiştir. Bir yanlış anlaşılma sebebiyle Habeşistan'dan geriye dönmüş; I. Akabe Biatı'ndan sonra Medine'ye hicret etmiş ve birçok kişinin İslam'a girmesine vesile olmuştur. Hicretten sonra Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış ve Bedir'de de Uhud'da da sancaktarlık görevini yapmıştır. Peygamberimize hem fizîken hem de ahlaken çok benzeyen bu sahabî, Uhud savaşı sırasında şehit olmuştur. Savaşın ardından tüm şehitler gibi o da elbiseleriyle defnedilmek istenmiş fakat üzerindeki elbisenin tüm vücudunu kapatamayacak kadar kısa olduğu görülmüştür. Baş tarafı kapatıldığında ayak tarafını, ayak tarafı kapatıldığında baş tarafını açıkta bırakacak şekilde bir elbiseyle Peygamberimiz onu o halde görünce çok üzülmüş, onu Mekke'de güzel elbiseler giyen, güzel yemekler yiyen biri olarak gördüğünü, İslam için nelerden vazgeçtiğini anlatmış; baş kısmının elbiseyle ayak kısmının ise otlarla örtülmesini ve öylece defnedilmesini istemiştir. Şehadeti sonrasında Peygamberimiz "Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaadlerini) asla değiştirmediler." mealindeki Ahzab suresinin 23. ayetini okumuştur.

İslam için her türlü zorluğa göğüs geren, zenginliği, malı, şöhreti İslam için elinin tersiyle iten, inancını daha rahat yaşamak için memleketinden iki kez hicreti göze alabilen, Peygamberimizin ilk öğretmen olarak vazifelendirdiği, onlarca kişinin İslam'la şereflenmesine vesile olan, ilk muhacir, Bedir ve Uhud savaşlarının sancaktarı, hem bedenen hem ahlaken Peygamberimize çok benzediği söylenilen, hicretin altyapısını hazırlayan, Mus'abü'l-hayr (hayırlı Mus'ab) diye de nitelenen, Uhud şehidi bu sahabî Mus'ab b. Umeyr'dir.

Sorumluluk Bilinci

 



https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Sorumluluk Bilinci

Sorumluluk, eskilerin tabiriyle mes'ûliyet, "kişinin yapmış olduğu davranışların sonuçlarına katlanma bilinci" olarak tanımlanabilir. Her bir bireyin, bazıları tüm insanlarda bulunan bazıları ise sadece bazı bireyleri ilgilendiren görev ve sorumlulukları vardır. Çocukluktan itibaren kişiler sorumluluk almalı ve üzerlerine aldıkları sorumluluklarını yerine getirmek için çaba sarf etmelidirler. İnancımıza göre akıllı ve ergenlik çağına erişmiş her birey artık Allah (c.c.) katında sorumlu tutulmaktadır. O nedenle anne babaların "daha çocuktur, küçüktür" gibi bazı düşüncelerle sorumluluk çağına gelmiş çocuklarının sorumluluklarını ertelemelerine veya sorumluluklarını yapmamalarına vesile olmamalıdırlar. Bilakis anne babalar sorumluluk çağına ulaşan çocuklarını sorumluluklarını yerine getirmeleri konusunda ve çocuklarının sorumluluk bilincini (takva) kazanmaları konusunda teşvik edici olmalıdırlar.

            Peki, kimlere veya nelere karşı sorumluluklarımız vardır? Bunlardan bazılarını maddeler halinde kısaca açıklamaya gayret edelim.

            Allah'a Karşı Sorumluluklarımız

            En büyük ve önemli sorumluluğumuz tüm kainatı ve kainatla beraber bizleri de var eden rabbimize karşıdır. Bu sorumluluğa "kulluk" adını da verebiliriz. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de bizleri kendisine kulluk etmemiz için yarattığını bildiriyor.(Zariyat Suresi, 56. ayet) Kişinin Allah'ı bilmesi, tanıması ve ona kulluk etmesi en büyük vazifesidir. Resûlullah, "Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki haklarını bilir misin?" diye sorar. Muâz, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir." der. Resûlullah, "Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleridir." buyurur. Bir süre yol aldıktan sonra yine o mübarek ses işitilir: "Peki ey Muâz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?" Muâz yine, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir." dedikten sonra Resûlullah, "Allah’ın onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır." (İbn Hanbel, V, 239) buyurdu. Hadis-i şeriften ve ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere kişinin en büyük sorumluluğu Allah'a kul olma sorumluluğudur. Diğer bütün sorumlukları bu sorumluktan sonra gelmektedir.

            Peygamberimize Karşı Sorumluluklarımız

            Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamberdir. Peygamberimize karşı en önemli sorumluluğumuz, onun son peygamber olduğuna ve ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine iman etmektir. Peygamberimiz Kur'an-ı Kerim'in canlı bir tefsiri olduğu için onun yaşamı yani sünnet-i seniyyesi Kur'an-ı Kerim'den sonra en büyük rehberimiz olmalıdır. Peygamberine itaati, kendine itaatle bir tutan (Nisa Suresi, 80. ayet) Rabbimiz, peygamberimizi bizler için üsve-i hasene yani en güzel örnek (Ahzab Suresi, 21. ayet) olarak nitelemektedir. Peygamberimizi kendimize rol model edinmek, onun ahlakıyla ahlaklanmak, peygamberimize karşı bir hakaret veya olumsuz bir söze tepki vermek, adı anıldığına ona salat-ü selam göndermek, onu sevmek, onun ehl-i beytini sevmek peygamberime karşı sorumluklarımızdan bazılarıdır denebilir. 

            Kendimize Karşı Sorumluluklarımız

            Kişinin kendini bilmesi, Rabbini bilmesi olarak nitelenmiştir. Kişinin kendini tanıması, negatif ve pozitif yönlerini keşfetmeye çalışması, keşfettiği pozitif yönlerini güçlendirmeye, negatif yönlerini ortadan kaldırmaya çalışması kişinin kendine karşı en önemli sorumluluğu olsa gerektir. Allah'ın insan için var ettiği sayısız nimeti ile donatılan insanın bu nimetleri yine ona verenin yolunda ve onun rızasına uygun olarak kullanması da sorumluluklarındandır. Tabi ki, kişinin öz bakımını yapması, sağlıklı bir hayat için yapması gerekenleri yapması da kendine kaşı sorumluluklarıdır. Fakat esas insanı ayakta tutanın madde değil de mana olduğu unutulmamalıdır. O nedenle de kişinin manevî doygunluğa ulaşma yolundaki uğraşı da kendine karşı bir sorumluluğudur. Zira bizleri var eden Allah, bizleri en iyi tanıyandır. O nedenle de fıtratımıza en uygun olan nizamı bizlere bildirmiştir. Rabbinin rehberliğinde bu yolda (sırat-ı müstakim) istikamet üzere olan birey, kendini tanıma ve kendini gerçekleştirme yolunda çaba içerisinde olacaktır. Bu çabası da Rabbi katında sonuçsuz kalmayacaktır. 

            Annemize ve Babamıza Karşı Sorumluluklarımız

            Allah İsra Suresinin 23 ve 24. ayetlerinde şöyle buyurmakta: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle. Onlara merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger. 'Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara merhamet göster' diyerek dua et." Allah, anne ve babamıza iyi davranmamızı emrediyor. Bu emrin Allah'a kulluktan hemen sonra zikredilmesi anne ve babaya yapılması istenen iyiliğin ne kadar önemli olduğunun da bir göstergesidir. Anne ve babaya güzel sözler söylenmesi de diğer bir sorumluluğumuzdur. Onlara özellikle de yaşlandıkları zaman şefkat göstermek ve onlardan acizlenmemek de diğer sorumluklarımız olarak düşünülebilir. Anne ve baba arasında kendilerine güzel davranılması konusunda annenin babaya göre bir adım önde olduğu da unutulmamalıdır. (Buhari, Edeb,2; Müslim, Birr,1)

            Akrabalarımıza Karşı Sorumluluklarımız

            Dinimiz akrabalık ilişkilerine çok önem vermiştir ve sıla-i rahimi kesmenin çok büyük bir vebal olduğunu belirtmiştir. Müslüman bir bireyin akrabalarına karşı da sorumlukları vardır. Akrabalarımızın sevinçli anlarında da kederli anlarında da yanında olmak akrabalarımıza karşı en önemli sorumluklarımızdandır. Düğünlerine, cenazelerine veya düzenledikleri merasimlerine katılmak, bir sıkıntıları olduğunda sıkıntılarını gidermek için çaba sarfetmek, bayramlarda ziyaretlerinde bulunmak gibi davranışlar akrabalarımıza karşı sorumluluklarımızdandır. 

            Komşularımıza Karşı Sorumluluklarımız

            "Komşusu açken, tok yatan bizden değildir. (Hakim, Müstedrek, c.2, s.15)" ,"Cebrail bana komşu haklarından o kadar çok söz etti ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim. (Buhari, Edeb, 28)" hadis-i şeriflerini buyurmuş olan bir peygamberin ümmeti olarak komşularımıza karşı da önemli sorumluklarımız vardır. Hastalandığında ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, maddî bir sıkıntısı olduğunda gidermeye çalışmak, yardıma ihtiyaç duyduğunda yardım etmek, güzel bir durumla karşılaştığında tebrik etmek, kötü bir durumla karşılaştığında teselliye çalışmak, komşularımızı rahatsız edici veya onlara zarar verici davranışlarda bulunmamak komşularımıza karşı sorumluluklarımızdan bazıları olarak sıralanabilir. 

            Topluma Karşı Sorumluluklarımız

            Her bireyin içinde yaşadığı topluma karşı da sorumlukları vardır. Bu sorumlukların belki de en önde geleni, toplumu oluşturan bireylerin temel hak ve özgürlüklerine saygılı olmaktır. Kul hakkının korunmasına çok değer veren dinimiz, bu hakkın ihlalinin telafisinin sadece hakkı yenen kişiden helallik almakla olabileceğini belirtmektedir. O nedenle Müslüman bir birey içinde yaşamış olduğu toplumun bireylerinin haklarını gözetmelidir. Ayrıca yaşadığı toplumun temel değerlerini korumak, yaşamak ve sonraki nesillerine aktarımına gayret etmek de yine bireyin sorumlulukları arasındadır. 

            Çevreye Karşı Sorumluluklarımız

            İçinde yaşamış olduğumuz çevrenin bizlere bir emanet olduğu unutulmamalıdır. Bizden önce yaşayanlardan alınan bu emanet, zarar verilmeden sonraki nesillere aktarılabilmelidir. Çevrenin ve içindeki türlü nimetlerin Allah tarafından insana bilinçli bir şekilde kullanmak üzere verildiği, bu kaynakların bilinçsizce ve aşırı şekilde tüketiminin, israf edilmesinin yakın vadede bireyin kendine uzak vadede nesillerine zarar verebileceği fikri ve eylemi Müslüman'ın sorumluluğudur. O nedenle Müslüman bir birey çevreyi koruma konusunda hassas davranmalı ve bu sorumluluğunu unutmamalıdır. 

Son Günlerde Değersizleştirilen İki Dinî Kavram: Şükür ve Sabır

 Son günlerde ülkemizde baş gösteren bazı ekonomik sıkıntılarla beraber özellikle sosyal medyada bazı dinî kavramlarının alay edilircesine kullanıldığını maalesef görmekteyiz. Yaptıklarının bu dinî kavramların içini boşaltarak, bu kavramları değersizleştirdiğinin farkındalar mı bilemiyorum ama bunu iktidara veya siyasî bazı kimselere muhalefet olsun diye yaptıklarını zannediyorlar. Bazılarının amacınınsa, muhalefetle beraber İslam'ı ve kavramlarını değersizleştirmeyi de hedeflendiğini düşündüğüm bu kimselerin, en çok dillerine doladıkları kavramlar hamd, şükür ve sabır kavramları... Yazının devamında şükür ve sabır kavramlarının geçtiği bazı ayetleri paylaşacak ve en sonunda da bir hadis-i şerif paylaşarak bu kavramların değerini Allah ve resulünün dilinden ifade edeceğiz...

 

Şükürle İlgili Kur'an'dan Bazı Ayetler

- O halde siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin ve sakın nimetlerime nankörlük etmeyin. Bakara, 152

- Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin! Bakara, 172.

- ... Doğrusu Allah, insanlara karşı çok lutufkârdır, fakat insanların çoğu şükretmez. Bakara, 243

- ... Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız. Âl-i İmran, 123

- ... Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Âl-i İmran, 144

- ... Şükredenleri en iyi bilen Allah değil midir? En'am, 53

- Gerçek şu ki sizi yeryüzüne yerleştirdik; orada sizin için geçim vasıta ve kaynakları var ettik. Fakat siz ne kadar az şükrediyorsunuz! Araf, 10

- (Şeytan) “Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi. Araf, 17

Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük lutuf sahibidir, fakat onların çoğu şükretmezler. Yunus, 60

- “Hani Rabbiniz size: «Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir» buyurmuştu.” İbrahim, 7

- Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz. Nahl, 78

- Ey insanlar! Rabbinizin emrine uyun. Çünkü sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratan O’dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz? Müminun, 78

- Düşünüp öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe getiren de O’dur. Furkan, 62

- Şüphesiz Rabbin insanlara karşı sonsuz bir lutuf sahibidir; ne var ki onların çoğu şükretmezler. Neml, 73

 

Sabırla İlgili Kur'an'dan Bazı Ayetler

- Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Doğrusu namaz çok ağır ve çetin bir iştir. Bakara, 45

- Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. Bakara, 153

- Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! Bakara, 155

- (Muttakiler) Onlar sabreden, söz ve davranışlarında dürüst olan, ilâhî emirlere gönülden itaat eden, mallarını Allah yolunda harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir. Âl-i İmran, 17

- Rasûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur... Nahl, 127

- Rasûlüm! Sen onların alay ve inkâr dolu sözlerine sabret!... Taha, 130

- Onlar ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri derin bir saygıyla ürperir, başlarına gelen musibetlere sabreder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bir kısmını Allah yolunda harcarlar. Hac, 35

- İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki kat verilecektir. Bunlar kötülüğe iyilikle mukâbele eder ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Kasas, 54

- (Lokman oğluna) “Evlâdım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve bu uğurda başına gelecek musîbetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren mühim işlerdir.” Lokman, 17

- Asra yemîn olsun ki, İnsan gerçekten ziyândadır. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabretmeyi öğütleyenler müstesnâ! Asr, 1-3

 

“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.”

(Müslim, Zühd, 64)

40

Kırk sayısı Kur'an-ı Kerim'de dört tane ayette geçmektedir. Bakara Suresi'nin 51. ayetinde, Araf Suresi'nin 142.ayetinde, Maide Suresi'nin 26. ayetinde ve Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde kırk sayısı yer almaktadır.

Bu ayetlerin içeriklerine bakıldığında Bakara Suresi'nin 51. ve Araf Suresi'nin 142. ayetinde Hz. Musa'nın Sina'da kaldığı gece sayısı, Maide Suresi'nin 26. ayetinde İsrailoğulları'nın çölde avare bir şekilde dolandıkları yıl sayısı ve Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde de insanın olgunluk yaşına işaret edilirken kırk sayısının kullanıldığını görmekteyiz. 

Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde "...Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince..." şeklindeki ifade kırk yaşın insanın olgunluk dönemi olduğunu vurgulamaktadır. Ayette bahsedilen kırk yaşın ay takvimi hesabına göre olduğu varsayılırsa şu anki kullandığımız ve güneş takvimine göre hesaplanan resmî takvim olarak kullandığımız miladî takvime göre bu yaş otuz dokuza yakın bir yaşa tekabül edecektir.  Ayette belirtilen belirtilen olgunluğun zihnen mi, bedenen mi yoksa her ikisi de mi olduğunu bilemiyoruz ama insanların birçoğu da kırk yaşın hayatın çok önemli bir dönüm noktası olduğunu kabul eder. Bu kabulü kültür ve medeniyetimizin en önemli bilgi ve kültür aktarım araçlarından olan atasözü ve deyimlerimizde de görmemiz mümkün. Kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak, kırkından sonra azanı teneşir paklar, kırkından sonra azmak, kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar, kırkından sonra saz çalmak, kırk yıl kıran olmuş eceli gelen ölmüş gibi deyim ve atasözleri, bebeklerin kırkının çıkarılması, ölünün ardından kırkına okunması gibi bazı yapılagelen eylemler de kırk sayısının toplumumuzda farklı bir yeri olduğunu göstermektedir.

Kırk yaşın özellikle erkeklerin hayatlarında çok önemli kırılmaların olabileceği bir yaş olduğunu ifade eden psikologlar bazı erkeklerin "kırk yaş sendromu" diye ifade edilen bir nevi psikolojik buhran dönemlerinin de kırklı yaşlarda olabileceğini ifade etmekteler. Doğumundan itibaren kırklı yaşlara kadar yaşadığı süre kadar sonrasında yaşayamayabileceğinin farkına varan birey, kırklı yaşlarda iç sorgulamalara ve iç hesaplaşmalara başlayabilmekte. Bedeniyle ilgili değişimlere veya baş göstermeye başlayan hastalıklara karşı göstereceği tepkiler de bazı bireylerde buhranlara sebebiyet verebilmekte.

Hayatlarında büyük değişimler yaşayan bazı meşhurların da hayatlarındaki bu büyük değişimleri otuzlu yaşların ortalarından itibaren veya kırklı yaşlarda yaşadıklarını görmekteyiz. Sultan'üş Şüara lakaplı büyük şair, düşünce ve aksiyon adamı Necip Fazıl Kısakürek İslamî bir yaşantıya meylettiği dönemlerde otuzlu yaşların ortalarındadır. Günümüzde yaşayan en büyük şairlerden İsmet Özel hayatındaki büyük değişimi yaşadığında otuzlu yaşların başlarındadır. Sanatçı Engin Noyan İslam'a yöneldiğinde kırklı yaşlardaydı. Ünlü oyuncu ve musikişinas Ahmet Özhan dine meyletmiş bir hayatı otuzlu yaşlardayken tercih etti. Eski manken ve oyuncu Yaşar Alptekin daha dindar bir yaşamı tercih ettiğinde kırklı yaşlarda, oyuncu Gamze Özçelik ise tesettüre büründüğünde otuzlu yaşların ortalarındadır. Tabi ki hayatlarında İslamî bir dönüşüm yaşayan her birey otuzlu veya kırklı yaşlardayken bu değişimi yaşamadı. Fakat otuzlu ve kırklı yaşlarda olan bu değişimler dikkate şayandır. Peki, tam tersi dönüşümler olmamış mıdır bu yaşlarda? Muhakkak olmuştur ve olmaktadır. Tesettürlü bir yaşamı çocukluğundan itibaren sürdüren bazı kadınların bu yaşlarda tesettürü bıraktıklarını, öncesinde muhafazakar veya mazbut bir yaşam süren bazı erkeklerin bu yaşlarda içkiye veya uygunsuz bazı ortamlara alıştıklarını da görebilmekteyiz. 

Peygamberlerin ekserisinin peygamberlikle görevlendirildiklerinde kırklı yaşlarda olduklarının rivayet edilmesi ve peygamberimize de risalet görevinin kırk yaşında iken verilmesi de dikkat çekicidir. Ahkaf Suresi'nin 15. ayetinde belirtilen "...Nihayet çocuk olgunluğuna ulaşıp kırk yaşına girince..." ifadesiyle peygamberimize kırk yaşındayken risalet görevinin verilmesi de paralel olarak değerlendirilebilir. Peygamberlik gibi ağır bir vazifenin  verileceği kişinin de muhakkak olgun bir kişiliğe sahip olması gereklidir. Aksi takdirde risalet görevini yerine getiremeyecektir. Allah'ın böylesi bir görevi ehil olmayan birine vermesi tahayyül dahi edilemez.