8 Nisan 2017 Cumartesi

Dil, Değişim ve Yabancılaşma

             Dil insanların iletişim kurmalarını, birbirleriyle anlaşmalarını sağlayan bir araç. Kur'an-ı Kerim'de Allah, Hz. Adem'e isimleri öğrettiğini beyan ederken (Bakara Suresi, 31) belki de konuşma ve dil geliştirme potansiyelini insanoğluna verdiğini beyan etmekte. Hz. Adem'den bu yana birçok dil türetildi. Dünyada şu an binlerce dil konuşuluyor.
            Bütün insanlar gibi ecdadımızın da konuştuğu diller oldu. Bu dillere genel olarak Türkçe denilmekte. İnsanlar birbirlerinden nasıl etkileniyorsa, yıllar içerisinde kültürler de diller de birbirlerinden etkilenmektedirler. Türkçe de, Türklerin yaşadığı coğrafyaların ve inanç değerlerinin değişimi gibi sebeplerle değişik dillerle etkilenimde bulunmuştur. Diller arası bu etkilenimler de hep doğal yollardan olmuştur. Türklerin tamamına yakını Orta Asya coğrafyasında iken Türkçe Çin ve Moğol dillerinden etkilenirken Anadolu, Kafkas, Arap dünyasına göç eden Türklerin dilleri ise bu coğrafyalarda konuşulan dillerden etkilenmişlerdir. Diller arasındaki etkilenimin bir diğer sebebi de inanç değişimleridir. Türklerin Müslüman olmasıyla beraber din dili olan Arapça'dan ve özellikle Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan Türklerin büyük çoğunluğunun İslam'ı kendilerinden öğrendikleri İranlıların dili olan Farsça'dan etkilenmemesi mümkün değildir ki, namaz, oruç gibi bazı temel ibadet isimleri dahi dilimize Farsça'dan gelmiştir.
            Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da konuşulan Türkçe, yoğun şekilde Arapça ve Farsça kelimelerin etkisi altındadır. Bunda dinin etkisinin yanı sıra Türkçe'nin bilim dili olamayacağı, edebiyatta özellikle de şiirde Farsça ve Arapça bazı terkip ve ifadelerin daha hoş bir tınısının olduğu düşüncesi gibi sebepler de etkili olmuştur. Her ne kadar sokaktaki insan, kitaplarda yazılı olan veya devletin resmi yazı ve belgelerinde bulunan Arapça ve Farsça terkipleri fazlaca kullanmıyorsa da özellikle din dili olması sebebiyle Arapça birçok kelime ve terkibe de aşinaydı. Özellikle Osmanlı'nın son döneminde Avrupa özentisiyle yetişen veya Avrupa'da eğitim gören gençlerin dil ve edebiyatla ilgili eserler vermesi ve bu eserlerinde Avrupa dillerinden kelimeleri de kullanmayı maharet zannetmesi, Anadolu ve Osmanlı'nın değişik bölgelerinde açılan İngiliz, Amerikan, Fransız veya Alman ekolüne sahip okullarda yetiştirilen öğrencilerin bu dillerden etkilenimleri ve teknolojik gelişmelerle dile daha önceden girmiş Arapça ve Farsça dillerinin yanı sıra, Avrupa dillerinden birçok kelime Türkçe'ye sokuşturulmuştur.
            Osmanlı devleti yıkılıp Türkiye devleti kurulunca da, imparatorluk bakiyesi değişik din, dil ve kültürden birçok insanın Anadolu'dan gönüllü veya devlet eliyle (mübadele) göç etmesiyle dildeki kelimeler de göç ettirilmek istenircesine harf değişiminin yanı sıra o milletlere ait kelimeler de göç ettirilmek istenmiş gibidir. Arap harflerinin kargacık burgacık olması!, bu harflerle okuyup yazmanın zor olduğu!, Avrupa'ya ayak uydurma! gibi gerekçelerle Arap harflerinden Latin harflerine geçilmiş ve bütün alim ve bilginler bir gecede Genç Türkiye'de cahil hale getirilmişlerdir. İleriki yıllarda Genç Türkiye'de  Kur'an-ı Kerim de dahil Arap Harfleriyle yazılan tüm kitapların basımı yasaklanacak ve Arap harfleriyle yazmak, okumak yasaklanacak, Arap harflerini öğretenler cezalandırılacaklar ve hatta bazı yerlerde Arap Harfleriyle yazılı oldukları için mezar taşları dahi tahrip edilecek, parçalanacak, bazı yerlerden kitabeler dahi sökülecektir. Avrupa'dan geri kalmanın ve çağa ayak uyduramamanın bir gerekçesi olarak gösterilip geçilen Latin harfi kullanımıyla da ülkemizin yıllardır dünya sosyal, kültürel ve ekonomik hayatında edindiği yer de ortadadır. Çin, Japonya, Rusya, Hindistan gibi Latin alfabesi kullanmayan birçok ülke ekonomik ve sosyal açıdan bizden daha iyi konumda gözükmektedirler.
            Harf değişiminin yanında dile vurulan diğer bir darbe de Arapça ve Farsça kelimelerin kullanımının yasaklanması ve bunların karşısına uydurukça denilebilecek türetilerek insanların bu kelimeleri kullanmaya zorlanmalarıdır. Doğal etkilenimlerle zaman içerisinde kendi seyrinde olması gereken dildeki kelime değişim ve aktarımlarının devlet eliyle yapılmaya çalışılması dünyada eşine az rastlanılacak bir hadisedir. Maalesef bu yaklaşım tarzı insanımızı köklerine yabancılaştırmış ve geçmişine kör hale getirmiştir. Bundan yüz yıl önce Kur'an-ı Kerim'i okuyan sıradan bir vatandaş dahi Kur'an-ı Kerim'de yer alan birçok kelimeyi, günlük hayatında kullandığından veya kelimelere aşina olduğundan, okuduğunun ciddi bir kısmını anlayabilecek durumdayken günümüz Türkiyesinde yaşayan bir Müslüman, Kur'an-ı Kerim okuduğunda neredeyse hiçbir şey anlayamamakta... Harf değişiminin ardından gelen Öztürkçe'ye dönüş fikri dili fakirleştirmiş, yüzyıllardır Türkçe içerisinde kullanılan, okuyan ve dinleyen herkesin kolaylıkla anlayabildiği ve artık Türkçeleşmiş birçok Arapça ve Farsça kelimenin dilimizden kovulmasına, yerlerine de toplumca anlaşılmayan ve kullanım noktasında da rağbet görmeyen bazı kelimelerin gelmesine neden olmuştur. Günümüzde bir İngiliz veya Japon yüzyıllar evvel kendi dillerinde yazılmış bir metni kolaylıkla anlayabilir iken malesef bizler günümüzden yüz yıl önce yazılmış olan bir metni ne okuyabiliyor ne de anlayabiliyoruz. Öyle bir garabet ki bu, dedelerimizin yazdığı şeyi okuyamıyor, onların söylediğini anlayamıyoruz.
            Bu konuda çok çarpıcı bir örnek var, muhtemelen insanımızın büyük bir çoğunluğunun yaşadığı... Ülkemizde her sınıfta asılı bulunan İstiklal Marşı ve Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni neredeyse hiçbir öğrenci tam olarak anlayıp, algılayamıyor. Öğrencilerimize zaman zaman ezberlettirdiğimiz bu metinlerin birinci sınıftan itibaren yıllarca karşımızda durması, kelimelerinin zar zor telaffuz edilebilmesi fakat anlaşılamaması çok büyük bir problem değil midir? Yıllarca sınıflarda karşımızda duran bu metinlerden İstiklal Marşı 1921 yılında, Atatürk'ün Genliğe Hitabesi ise 1927 yılında kaleme alınmış. Günümüzden 90-95 yıl önce kaleme alınmış bir şiir ve metnin dahi tılsımlı bir yazı gibi yıllarca sınıflarımızın duvarlarında asılı durması ve günümüzde tam olarak anlaşılamaması durumun vehametini ortaya koymak için yeterli zannediyorum. Herhalde Atatürk'ün hayal ettiği gençlik, kendi söylediği sözlerin dahi ne anlama geldiğini bilmeyen bir gençlik değildi.

Çarşamba'yı Sel Aldı Türküsünün Hikayesi

             Bir Çarşambalının memleketinden ayrılıp gurbete gittiğinde, nereli olduğu sorusunun ardından vereceği "Çarşambalıyım" cevabından sonra muhatabı olduğu ilk soru "Gerçekten Çarşamba'yı sel aldı mı?" sorusu olacaktır. Tabi ki, Çarşamba'yı sel alıp almadığının merak edilmesinin sebebi "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsü. Kendisi de Çarşambalı olan rahmetli Yıldıray Çınar, anonim olan "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsünü tüm Türkiye'de meşhur etmiş ve 1970 yılında Çarşamba'da türküyle aynı adı taşıyan "Çarşamba'yı Sel Aldı" adıyla çektiği filmle de hem Çarşamba'nın hem de türkünün tüm Türkiye'de tanınırlığını kuvvetlendirmiştir. Sonraki yıllarda türküyü Adalet Büyükkaya'dan Hülya Polat'a, Orhan Hakalmaz'dan Mahsun Kırmızıgül'e, Burçin'den Yavuz Bingöl'e birçok şarkıcı seslendirdi ve türkünün namesi ve sözleri hem zihinlerde hem de gönüllerde yer edindi.
            Gelelim şimdi de Çarşamba denince ilk akla gelen "Çarşambayı Sel Aldı" türküsünün hikayesine... Turgut Çeviker'in hazırladığı "Çarşamba Kitabı I" adlı eserde türkünün hikayesi şöyle anlatılmış:
            "Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu. Baharla birlikte -yıllarca süren- karasevdası karşılık bulmuş, Melek kalbini açmıştı. Kısa zamanda yüzük takıp, nişanlandılar.
            Ahmet, yapraklar sararmaya durduğunda orduya yollandı. Melek ise gözyaşlarıyla baş başa kaldı. Ağaoğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Ahmet'in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi. Melek reddetti Mehmet Ali'yi. Bunun üzerine Ağaoğlu adamlarıyla Melek'i dağa kaldırdı. Kötü haberi kuşlar uçurdu Ahmet'e... Kısa günde uçageldi aşkın delikanlısı. Kuşandı atını, silahını; arkadaşlarıyla düştü yollara. Dağ tepe demedi gece gündüz Melek'i aradı.
            ´Meleeeeek... Meleeeeek...´ diye çığıra çığıra sesi uçtu.
            Önce bir çakal yağmuru uç verdi. Sonra şimşek, şimşek içinden çıktı. Çatırdadı koca gökyüzü. Işınlar sonsuz yeşil ovayı renkten renge soktu... Ne yağmur, ne silinen izler, aşkın atlılarını durduramadı.
            Tufan ikinci kez yaşanıyordu sanki. 
            Yağmur Yeşilırmak'ı boğuverdi. O uçsuz bucaksız ova kaynayarak akan bir göle dönüştü. Caniklerden aşağılara doğru bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi sel. Evler, insanlar, bebek beşikleri, hayvanlar, öküz arabaları, ağaçlar, büyük küçük kayıklar Çaltı Burnu'na doğru sürükleniyordu.
            Sonunda duruverdi yağmur. Güneşle parladı yeşil cennet. Usul usul bir gökkuşağı belirdi... Sular günbegün çekildi... Çekildikçe hayat yeniden kurulmaya başladı. Yaralar sarılıyor, evler onarılıyordu. Abdal Deresi'nin -Yeşilırmak'a katılmak üzere- döküldüğü yamanın başında ahali toplanmaya başladı. Derenin eğimle indiği yamanın dibinde büyük bir kaya parçası vardı; onun üstünde ise iki insan. Melek ile Ahmet'ti onlar. El ele tutuşmuş sırtüstü öylece yatıyorlardı. Ahali, sel acısını unutmuş, onlara yanıyordu. Hüzün yerini gözyaşına bıraktı... Taş, yedi yerinden yarıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırmaya başladı.
            Bu hazin aşka doğa gözyaşı döküyordu.
            Ahali, şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı. Dualar içten mırıltılara. Yıllardır can alan sellerle örselenmiş insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.  
            İşte rivayet ol rivayet... Derler ve hikaye ederler ki Çarşamba'yı Sel Aldı türküsü bu acı mırıltılardan doğdu.

            Yedi yerinden su fışkıran kayanın olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu. Ve o yöre o gün bu gündür Değirmenbaşı olarak anıldı. Çınar ağaçlarının gölgelediği ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de bu yaşandı..1970'lerde değirmenin yıkımına değin bu gelenek sürdü."