29 Temmuz 2016 Cuma

Yeni Paralel Yapılar İhtimali

Memleketimiz geçirmekte olduğu sancılı günleri hala tam olarak atlatabilmiş değil. Milletin iradesini yok sayanlara karşı millet iradesine sahip çıktı ve sahip çıkmaya da devam ediyor. Sokaklar, meydanlar sabahlara kadar darbe girişimini engelleyen halkla dolu. İnsanlar gündüz işiyle gücüyle ilgilenirken geceleri meydanlarda sabahlıyor. Tez zamanda memleketimizin içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumdan kurtulacağını ümit ediyoruz.

Milletimizin en önemli hasletlerinden biri şüphesiz dinine ve kültürüne her zaman sahip çıkması, onu korumasıdır. Milletimizin bu hassasiyeti maalesef çeşitli şekillerde kötü niyetli odaklar tarafından da kullanılmaktadır. Esasında millet olarak yaşamış olduğumuz şu sıkıntılı sürecin en önemli sebeplerinden biri milletimizin dinî hassasiyetlerinin kötü maksatlara alet edilmesidir. İslam tarihine bakıldığında dini kendi istek ve emellerine alet ederek insanları sömüren kişi veya toplulukların daha önceden de olduğunu görülecektir. Fakat günümüzde yaşadığımız bu darbe kalkışması ve sonrası tarihte eşine rastlanmayan cinsten bir kalkışmadır. Bu kalkışmayı tasarlayanlar sadece askerî alana değil diğer tüm bürokratik alanlara da sinsice sızmış ve bu alanlara da adamlarını yerleştirmişler. İnsanların karşısında ağlayıp sızlayarak, insanların dinî hassasiyetlerini sömürerek safî niyetleri kullanan bu vicdansızlar, resmen "Allah Rızası Anonim Şirketi" kurmuşlardır. Milletin evlatlarını millete karşı milletin parasal gücünü kullanarak yetiştirmişler ve bu mankurtlaşan beyinleri yine milletin parasıyla alınmış milletin ordusunun silah ve mühimmatıyla yine milletin üzerine salmışlardır. Dünya tarihinde eşine çok az rastlanacak cinsten bu darbe girişiminde Allah bizleri, memleketimizi ve gözleri bizim üzerimizde olan, bizden gelecek her türlü desteği hasretle bekleyen mazlum coğrafyalardaki Müslüman halkı korudu. Rabbimize ne kadar hamd etsek azdır.

Daha önceden defalarca kez darbe yaşamış olan bir devletin vatandaşları olan bizlerin ve devletimizin bu konuda daha hassas davranması gerekliliği bu yaşananlarla beraber bir kez daha ortaya çıkmıştır. Devletin hangi kademesinde olursa olsun bazı grup veya kliklerin kadrolaşmasına izin verilmemeli ve yeni paralel yapılara kesinlikle müsaade edilmemelidir. Milletin dinî hassasiyetlerini kullanarak millete karşı hareket edebilme potansiyeli olan güç odaklarına karşı kesinlikle önlemler alınabilmeli ve milletin dinî duygularını sömürerek millete karşı hareket etmeye çalışabilecek her türlü güç odağı ortadan kaldırılmalı veya faaliyetlerine sınırlama getirilmelidir. Muhakkak kaliteli bir din eğitimi devlet eliyle verilmelidir. Din eğitimi eğer devlet eliyle verilmezse insanların fıtrî bir ihtiyacı olan din duygusunu farklı yerlerde tatmine çalışacak ve merdiven altı din eğitimi temayüz edecektir. O nedenle muhakkak devlet eliyle kaliteli bir din eğitimi yine devletin kurumlarında verilmelidir.

Eğer bu şekilde davranılmazsa yeni paralel yapılar kapıdadır. 

15 Temmuz 2016 Cuma

RTÜK Ne İş Yapar?


            Hızla gelişen ve değişen dünyada birçok elektronik alet hayatımıza çok hızlı bir giriş yaptı. Radyolardı ilk göz ağrıları insanları, sonrasında televizyon geldi, bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar derken teknolojik üs haline geldi her ev, her birey.
            Gelişiyle en çok heyecan uyandıranlardandı televizyon. Herkesin alamadığı ve alanların da evlerinin konu komşuyla dolup taştığı tek kanalın olduğu zamanlarda masumca hayaller de kurdurdu belki insanlara televizyon. Ama ya şimdi? Şimdi yüzlerce kanal var televizyonlarda. Karasal yayında her ne kadar kanal sayısı az olsa da uydu yayınları, dijital platformlar ve kablolu yayınlarla belki binleri buluyor kanallar. Her birinin kendine has bir izleyici kitlesi var muhakkak ki, ayakta kalabiliyorlar.
            Tek kanalın olduğu dönemde şüphesiz denetimi de daha kolaydı televizyonun. Ama ya şimdi? Bu kadar yayın organının denetimi tabi ki kolay değil. Televizyonlar izlenme oranlarını artırma ve daha çok para kazanma adına her türlü yayını yapabiliyorlar. Toplum için eğitici ve öğretici programların yanında toplumun en temel dinamiklerini dahi dinamitleyici yayınlar da az değil. Aile kurumunu hedef alan, toplumun dinî ve kültürel değerlerini hiçe sayan, özgürlük adı altında her türlü olumsuzluğun reklamının da yapıldığı televizyon, aynı zamanda çıplaklık kültürünü de topluma aşılıyor. Diğer bir yönüyle de televizyonlar, ticaretin ve dolandırıcılığın da yeni mekanları. Birbirinden farklı birçok ürünün pazarlandığı ekranlarda aynı zamanda değişik yöntemlerle insanlar da dolandırabiliyorlar. Bunun yanında televizyonlar, propaganda aracı olarak da kullanılıyor. Özel olarak kurulmuş veya kurdurulmuş bazı kanallar sadece kendi partisinin, kendi ideolojisinin, kendi yandaşının, kendi inancının veya kendi hizbinin ve hatta sempatizanı oldukları terör örgütlerinin dahi reklamını yapma peşindeler. Aleni bir şekilde PKK reklamı yapan veya misyonerlik faaliyetleri yürüten kanal dahi bulmak mümkün TÜRKSAT uydusu kanallarında. Bazen akla şu soru gelmiyor değil. Bir izleyen olarak bunları ben anlayabiliyorum da acaba RTÜK anlayamıyor mu?
            Televizyonlarda dinî anlamda kendi reklamını yapanlar da yok değil tabi ki. Kendinin peygamber olduğunu zanneden kişilerin reklamını sürekli yapan kanallar mı ararsın, kendinin mehdi olduğunu söylemeyen ama bütün işaretlerin kendinde yoğunlaştığı iddia edenlerin sürekli reklamının yapıldığı kanallar mı? Değişik tarihlerde ve değişik yerlerde yapmış olduğu sohbet veya vaazları tekrar tekrar yayınlatanlar mı yoksa her ettiği duanın kabul olduğuna çevresindekileri inandıran ve arayan kişilere yarım yamalak Arapçasıyla salavat dahi getirmekten aciz güya dua edenler mi? Tabi ki bunu yanında din simsarları, dinî argümanları kullanarak satış yapmaya çalışanlar da var. Güya dinî kıyafetler içerisinde sırf pazarlama yapabilmek için çörek otu yağının neredeyse jet yakıtı mesabesinde değerli gibi pazarlandığı kanallardan tutun da her derde deva şifreli dualar ve tılsımların pazarlandığı kanallar mı?
            Geçenlerde bir kanalda şunu dahi gördüm. Sakallı, sarıklı, cüppeli bir şahıs bir masada oturuyor. Önünde bir Kur'an-ı Kerim, kalem ve kağıt var sadece. Ekranın altında yazan telefon numaralarından insanlar programı arıyor ve yapacağı her hangi bir işin hayır mı yoksa şer mi olduğunu ekrandaki kişiye soruyor. Kendini hoca diye vasıflandıran ilgili kişide arayan kişinin annesinin adını soruyor. Anne adı söylendikten sonra kişi Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir yeri açıyor ve falanca sure diyerek surenin ismini söylüyor. O sırada beş on saniyelik kısa bir müzik sesi giriyor ve kişi ekranda o sırada kalem ve kağıtla bazı hesaplamalar yapıyor gibi görünüyor. Daha sonra arayan kişiye yapacağı işin hayırlı veya hayırsız olduğunu söyleyerek yap veya yapma diyor. Gaybı sadece Allah'ın bilebileceği defalarca kez Kur'an-ı Kerim'de yer alıyorken bunu yapan nasıl hoca, buna inanan nasıl Müslüman? İskambil kağıtlarıyla fal açar gibi adam Kur'an'dan resmen fal bakıyor. Ve falın her türlüsü de dinimizce haram olduğu beyan edildiği halde.
            RTÜK bir denetleme mekanizması olarak bu tür yayınları denetlemelidir. Bunun yanında Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı'na bağlı bir kuruluş olan TÜRKSAT bu tür yayınlara izin vermemelidir. Biz vatandaşlar olarak da muhakkak rahatsızlık duyduğumuz yayınlar hakkında RTÜK şikayet hattı olan 4441178 nolu telefonu arayarak rahatsızlığımızı dile getirmeliyiz. Eğer rahatsızlığımızı ilgili mercilere yapacağımız başvurularla dile getirmiyorsak o halde televizyon yayınlarından yakınma hakkını da kendimizde görmemeliyiz.

            Vesselam...

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Osmanlı'nın Son Döneminde Çarşamba'da Eğitim


            Osmanlı'nın son döneminde devlet görevlileri tarafından kaleme alınan salnameler, anlattıkları bölge ve dönemle ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. Salnamelerde, devlet kurumlarından, yöneticilerden vb. konulardan bahsedilmekte hatta bazı istatistikî bilgiler de verilmektedir. O dönemde Orta ve Doğu Karadeniz’in neredeyse tamamını içine alan Trabzon vilayeti için de H. 1286 - 1322 (M. 1869 - 1905) arasında 22 adet salname yazılmıştır. 1869 yılında yazılan Trabzon Vilayet Salnamesinde, vilayetteki halkın nüfusu, dini yapısı, hane sayısı, cami, kilise vb. dini kurumların ve din görevlilerinin sayısı, bulunan eğitim kurumları ve kütüphaneler gibi pek çok bilgiye yer verilmektedir.
            Bilindiği üzere Osmanlı'nın son dönemlerinde iki çeşit eğitim kurumu vardır. İlki geleneksel usulde eğitimlerine devam eden mahalle mektebi (sıbyan mektebi) ve medreselerle, Osmanlı'nın son dönemlerinde özellikle de Sultan II. Abdülhamid Han zamanında sayıları hızla artan Avrupa'daki okullar örnek alınarak kurulmuş olan iptida (ilkokul), rüştiye (ortaokul) ve idadi (lise) adı verilen okullardır. Geleneksel tarzda eğitim veren kurumlardaki eğitim, devlet tarafından tam olarak planlanmış ve denetlenebilen bir eğitim değilken, yeni açılan okullardaki eğitimin daha planlı ve denetimi daha da kolay olmuştur.
            Çarşamba (Arım) kazası idari yönden, Trabzon vilayetinin Canik sancağına (liva) bağlıydı. Osmanlı'nın son dönemindeki Çarşamba, şu anki Çarşamba ilçesinin tamamını, Ayvacık ilçesinin büyük bölümünü, Salıpazarı, Asarcık ve Tekkeköy ilçelerinin bazı köylerini de içine alan Canik sancak merkezinden sonra (şu anki İlkadım, Canik ve Atakum ilçeleri) en büyük kaza idi. Aynı zamanda Çarşamba'nın barındırdığı eğitim kurumları ve kütüphanelerle komşu kazalardan çok daha zengin olduğu görülmektedir.
            Tutulan kayıtlara göre Çarşamba'da 1869 yılında 8 ilmiye medresesinde 11 müderrisin 205 öğrenciye eğitim verdiği belirtilmekte olup, 1872 yılında 4 medrese, 1880 yılında 12 medrese, 1888 yılında 7 medrese, 1895 yılında 5 medrese, 1901 yılında 6 medresede 6 müderris ve 717 öğrencinin olduğu, 1902 yılında 13 medresede 13 müderris ve 558 öğrencinin var olduğu, 1904 yılında ise 13 medresede 13 müderrisin 585 öğrenciye eğitim verildiği belirtilmektedir. 1904 tarihinde Çarşamba'da bulunan medreselerin durumu şöyleydi.
Medresenin Adı
Medresenin Yeri
Müderrisi
Öğrenci Sayısı
Banisi (Kuranı, Yaptıranı)
Hazinedarzade Süleyman Paşa Medresesi
Çay Mah.
Ahmet Efendi
85
Hazinedarzade Süleyman Paşa
Naimiye Medresesi
Çay Mah.
Hacı İsmail Efendi
107
Hacı Mehmet Naim Efendi
Arnabud Ali Bey Medresesi
Orta Mah.
Ahmet Efendi
58
Sofuzade Hacı Hasan Efendi
Mahmut Tayyar Paşa Medresesi
Orta Mah.
Durmuş Efendi
46
Mahmut Tayyar Paşa
Hamidiye Medresesi
Orta Mah.
Derviş Efendi
55
Hasan Kadıoğlu Hacı Abdullah Efendi
Akpınar Medresesi
Sarıcalı Mah.
Mehmet Efendi
15
Muhiddin Efendi
Yusuf Zeyneddin Medresesi
Pembe Mah.
Mahmut Efendi
66
İaneten
Tatarlı Medresesi
Tatarlı Köyü
Bekir Efendi
17
İaneten
Sarıyurd Medresesi
Sarıyurd Köyü
Halil Efendi
32
-------
Hisarcık Medresesi
Hisarcık Köyü
Fehmi Efendi
52
İaneten
Eğri Kiraz Medresesi
Karakaya Köyü
İbrahim Efendi
17
İaneten
Şeyh Habil Medresesi
Şey Habil Köyü
Musa Efendi
16
İaneten
Abacalu (İpçili) Medresesi
Abacalu (İpçili) Köyü
Zihni Efendi
19
İaneten
Tablo 1: 1904 tarihinde Çarşamba'da bulunan medreselerin durumu
            Yukarıda vermiş olduğumuz tablodan da anlaşılmaktadır ki Çarşamba'da 1904 tarihinde 13 tane medrese bulunmakta ve bu medreselerde toplam 585 öğrenci eğitim görmektedir. Aynı yıl Trabzon vilayetinin tamamında 60, Canik sancağında ise toplamda 23 medrese varken bunlardan 13 tanesinin Çarşamba'da bulunuyor oluşu dikkate şayandır. Medreselerden 6 tanesinin kaza merkezinde diğerlerinin ise değişik köylerde kurulu olması da yine dikkat çekicidir. Özellikle köylerde kurulu olanların banisinin de köylüler olduğu anlaşılmaktadır. Bu medreselerin yanında Hazinedarzade Süleyman Paşa'nın Hassabahçe Mahallesinde 45 hücreli bir yapıyı medrese olarak vakfettiği anlaşılmaktadır. Fakat bu medresenin kurulup kurulmadığı ile ilgili malumatımız yoktur. Bir de Çarşamba kazasında bulunan kütüphanelere göz atalım.
Kütüphanenin Adı
Bulunduğu Mahalle
Banisi (Kuranı, Yaptıranı)
Kitap Sayısı
Kuruluş Tarihi
Hazinedarzade Süleyman Paşa Kütüphanesi
Çay Mah.
Hazinedarzade Süleyman Paşa
150
1227 (1812)
Naimiye Kütüphanesi
Çay Mah.
Hacı Mehmet Naim Efendi
130
1303 (1885)
Arnabud Ali Bey Kütüphanesi
Orta Mah.
Sofuzade Hacı Hasan Efendi
335
1275 (1858)
Mahmut Tayyar Paşa Kütüphanesi
Orta Mah.
Mahmut Tayyar Paşa
720
1227 (1812)
Tablo 2: 1904 tarihinde Çarşamba'da bulunan kütüphanelerin durumu
            Yine 1904 yılında tutulan istatistiklerden Çarşamba'da bulunan kütüphane ve kütüphanelerdeki kitap adedinin de fazla oluşu dikkat çekmektedir. Trabzon vilayeti genelinde bulunan 12 kütüphane bulunmakta ve bu kütüphanelerden de 6 tanesi Canik sancağında bulunurken Çarşamba kazasında 4 tane kütüphane bulunuyor oluşu da dikkate şayandır. Bir diğer ilgi çeken konu da kütüphanelerin ve medreselerin tamamının devlet eliyle değil de şahıslar eliyle kurulu oluşudur. Bunun yanında dikkat çeken bir diğer konu da medreselerin büyük bir bölümünün, kütüphanelerin ise tamamının Çarşamba'nın doğu yakasında olduğudur. Kütüphanelerin ve medreselerin aynı adı taşıması ve banilerinin aynı oluşu bu kütüphanelerin medreselere ait kütüphaneler olduğunu göstermektedir. Hazinedarzade Süleyman Paşa Medresesi ve Kütüphanesi günümüzde halen Süleyman Paşa Camii olarak bilinen caminin bünyesinde veya civarında, Naimiye Medresesi ve Kütüphanesinin de halen günümüzde Naimiye Camii olarak bilinen caminin bünyesinde veya civarında olmalıdır. Arnabud Ali Bey Medresesi ve Kütüphanesinin banisinin Sofuzade Hacı Hasan Efendi olarak belirtilmesi aklımıza Çarşamba'da müftülük de yapmış olan ve "Mecmâ'ûl Âdâb" adlı bir esere de imza atmış olan Sofuzade Seyyid Hasan Hulusi Efendi'yi getirmektedir. Bu medrese ve kütüphanenin yeri de yakın zamana kadar ayakta olan Soğuoğlu Caddesindeki Sofuoğlu Camii olabilir. (İki yıl evvel camii yıkılmış yerine Abdullah Tanrıverdi Camii inşa edilmiştir.) Camii yıkılmadan önce caminin kuzey duvarında bulunan küçük odacıklar, bu odacıklarda daha önceden eğitim verildiği izlenimini vermektedir. Aynı odacıkları yakın zamana kadar Çarşamba'daki Akpınar Camii'nde de görmek mümkündü. Bu odacıklarda yirmi sene öncesine kadar hafızlık yapan öğrenciler veya İmam - Hatip Lisesi'nde okuyan öğrenciler yatılı olarak kalıyor, iaşeleri de halk tarafından karşılanıyordu. 
            Çarşamba'da yine klasik usulle eğitim veren mahalle mektebi veya sıbyan mektebi diye anılan ilk derece mektebi diyebileceğimiz mektepler de vardı. Çarşamba'da 1869 yılında 169 sıbyan mektebinde 2607 öğrencenin var olduğu, 1800 yılında 147, 1888 yılında 280, 1902 yılında 198 adet sıbyan mektebi bulunduğu belirtilmektedir.
            Çarşamba'da geleneksel metotlarla eğitim veren medrese ve sıbyan mekteplerinin yanı sıra, 1850'lerden itibaren tüm Osmanlı coğrafyasına yayılmış özellikle de Sultan II. Abdülhamit Han zamanında geniş yayılım imkanı bulmuş Avrupa modeli iptida (ilkokul) ve rüştiyelerin (ortaokul) de açıldığını görmekteyiz. Çarşamba'da ilk iptidanın ne zaman açıldığı bilinmemekle beraber 1888 yılında 4 iptida, 1895 yılında 4 iptida, 1898 yılında 1 iptidada iki muallimin olduğu bilinmekte fakat öğrenci sayıları bilinmemektedir. Ortaokul derecesinde eğitim veren ilk rüştiye Çarşamba'da 1871 yılında açılmıştır. Kayıtlardan bu rüştiyede 1872 yılında 45 öğrencinin olduğu anlaşılmaktadır. 1873'de 3 muallim ve 45 öğrenci bulunan rüştiyede, 1880 ve 1895'deki kayıtlarda da 3 muallim bulunmakta, 1898'de 4 muallim 60 öğrenci, 1899'da 3 muallim 68 öğrenci, 1900'de 4 muallim 95 öğrenci, 1903 yılında ise 3 muallim 91 öğrenci bulunmaktadır. Sonraki yıllarda Çarşamba'da İnas Rüştiyesi (Kız Rüştiyesi) de kurulmuştur. İnas Rüştiyesinde 1912 yılında 2 muallime ve 48 öğrenci bulunuyordu. Bu okulun 1913 yılında kız iptidasına dönüştürüldüğü düşünülmektedir. Osmanlı döneminde Çarşamba'da lise düzeyinde eğitim veren idadi açılmadığı anlaşılmaktadır.
            Bu kurumların yanında Çarşamba'da gayr-ı müslim tebaaya hizmet veren eğitim kurumları da vardı. 1893 tarihli bir nüfus sayımına göre Çarşamba'da 47597 Müslüman, 3114 Rum ve 9775 Ermeni yaşamaktaydı. Bu gayr-ı müslim nüfusa yönelik olarak Çarşamba'da 33 kilisede 36 din görevlisi hizmet vermekteydi. 1869 yılında 7 Rum sıbyan mektebinde 245 öğrenci, 18 Ermeni sıbyan mektebinde de 404 öğrenci olmak üzere toplamda 25 sıbyan mektebinde 649 öğrenciye eğitim verilmekteydi. 1872 yılında 3 Rum mektebinin olduğu, yine 1880 yılında da 3 sıbyan mektebinin olduğu belirtilmektedir. 
Yararlanılan Kaynaklar:
-          Abdullah Bay – Hazinedarzadelerin Vakıf Faaliyetleri, Uluslararası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 2008, Sayı:5 Sayfa: 113.
-          Ünal Taşkın – 1317 Maarif Salnamesine Göre Trabzon Vilayetinde Eğitim Kurumları, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2009, Sayı:7, Sayfa: 244.
-          İbrahim Topal – Salnamelere Göre Trabzon Vilayetinde Dini ve Sosyal Yapı, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), 2012.
-          Hayrettin Arıcı – XIX. Yüzyılda Trabzon Vilayetinde Eğitim (Vilayet Salnamelerine Göre)(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), 2006.

Kendini Gerçekleştiren Kehanet ve Bir Komplo Teorisi Denemesi


Farkında değiliz belki ama tarih boyunca hiç olmadığı kadar hızlı bir sosyal dönüşüm yaşıyoruz aslında. Ortadoğu ve Müslüman coğrafyalarda kısa sürede olup bitenler esasında takip edenler için bile baş döndürücü bir hızla değişiyor, farklılaşıyor. Arap dünyasında estirilen sahte bahar rüzgarı, Ortadoğu’yu bataklığa çevirmiş durumda. Irak’ta on yıldan fazla zamandır süren işgal ve belirsizlikler ortamı ve Suriye‘de iç içe geçmiş kimin kime hizmet ettiğinin belirsiz olduğu silahlı güçler ve büyük abi devletlerin gövde gösterisi alanına dönen Suriye toprakları ve milyonlarca mülteci, evsiz, yaralı, şehit…
Tam da böyle bir ortamda ortaya bir örgüt çıktı. İlk ortaya çıktığında IŞİD dedi herkes, biz de öyle söyledik. Sonra DAİŞ veya DAEŞ gibi sözlerle de aynı örgüt isimlendirildi. Nasıl ortaya çıktığı ve nasıl bu kadar kısa bir sürede yayılım zemini bulduğu dahi anlaşılamayan yapı kısa sürede Irak ve Suriye devletlerinin önemli bir bölümünü ele geçirdi. Irak’ın başkenti Bağdat’tan sonra en büyük ikinci kenti olan Musul’un hiç bir direniş dahi gösterilmeden teslim edildiği örgüt kısa sürede kimin kime saldırdığının belli olmadığı bir muammalar coğrafyasına döndürülen Suriye’nin de önemli bir kısmını ele geçirdi. Daha sonra da din adına yaptığı vahşet görüntüleriyle gündeme geldi örgüt. Örgütün lideri olan Ebu Bekir el-Bağdadi kendini halife ilan ederek tüm insanların kendine biat etmelerini istedi. Hakkında fazlaca bir malumatın bulunmadığı ve zaman zaman öldüğü ile ilgili haberlerin basına yansıdığı bu şahsın, Amerikan işgali sırasında Irak’ta hapis yattığı ve daha sonradan da bilinmeyen bir sebeple hapishaneden salıverildiği iddialar arasında…
DAİŞ’e üye olanların İslam’ın sert Selefi ve Fundamantalist yorumlarını benimseyen kişiler olduğu görülmekte. Ayrıca azımsanmayacak kadar daha önceden ateist olan veya farklı dinlere mensup olup hatta birçok suçtan sabıkası olan veya haklarında arama veya tutuklama kararları bulunan kişilerin Müslüman olduklarını söyleyip örgüte katıldıkları, örgüt mensuplarının bir kısmının hiç bir din eğitimlerinin olmadığı da bilinenler arasında. Genelde gençlerden oluşan maceraperest ruhlu bu insanların büyük çoğunluğu maalesef cennetle kandırılmaktalar.
Peki, DAİŞ’in tarihse bir arka planı var mı? Ümmet içinde ortaya çıkan Haricî mantığın sert Selefî söylemin günümüzdeki versiyonlarından sayılabilecek DAİŞ’in yapısı ve yaptıkları neredeyse muhaddislerin büyük çoğunluğunun uydurma olduğu konusunda ittifak ettikleri ve genelde şii kaynaklarda daha fazla yer alan bir hadis rivayetini akla getiriyor. Mehdi’nin gelişi ile ilgili olarak geçen bu rivayet, Şeyh Muhammed bin İbrahim-i Numanî tarafından kaleme alınan ve “Gaybet-i Numanî” adıyla meşhur “Hz. MehdiHakkında Hadisler” adıyla Türkçeye aktarılan kitapta ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Şiiler tarafından rağbet gören bu eserde yer alan rivayete göre; Kıyamet kopmazdan evvel Mehdi gelecek, Mehdi gelmezden evvel de Horasan taraflarından siyah bayraklı bir grup çıkacak, bu grup çok seri bir şekilde hareket ederek büyük şehirleri kısa sürede eline geçirecek, bu kişilerin saçları ve sakalları uzun olacak, onlar karşılarına çıkan ve kendilerine karşı gelenleri topluca öldürecekler, Kûfe ve Basra’yı ele geçirecekler ve daha sonra da Kudüs’e yürüyerek Kudüs’e de bayraklarını dikecekler. Yine rivayette yer aldığına göre halk bu kişilerden rahatsızlık duyduğu için Allah’a yalvaracak ve Allah da ahir zamanda gelecek olan Mehdi’yi gönderecek, bu siyah bayraklılar da Mehdi’ye tabi olacaklar. Tabi ki, yer adları ve bazı özellikler tam olarak DAİŞ’in yaptıklarıyla örtüşmüyor ama büyük benzerliklerin oluşu da dikkat çekici.
Evet, senaryo aynen böyle, film gibi yani.Psikolojide “Kendini Gerçekleştiren Kehanet” diye bir tabir vardır. Önce bir şeyin olacağına dair inancı beslersin, sonra da olay gerçekleşince “Aaa, gerçekten de oldu” dersin. İşte DAİŞ de böyle tasarlanmış bir örgüt belli ki. Ve bu örgütü dizayn edenler uydurulmuş riayetleri gerçekmiş gibi hayata geçirerek insanların zihnindeki hayal ve gerçek çizgisinde dans ediyorlar.
Burada bazı soruların da cevabını aramakta fayda var. DAİŞ’in sonrasında zuhur edecek bir Mehdi’ye intisabını varsayacak olursak, şu soruyu sormalıyız. İslam dünyasında en canlı Mehdi beklentisi olan kim? Şiiler, yani İran. Peki, Ortadoğu üzerinde başka toprak hesapları olanlar var mı? Var, tabi ki. Özellikle Siyonist Yahudiler, yani İsrail. Tanrı tarafından kendilerine vaad edildiğini düşündükleri “Arz-ı Mev’ud”a ulaşmak, İsrail’in ulaşmayı tasarladığı en yüce gaye. Peki, nerede bu “Arz-ı Mev’ud”? Ortadoğu coğrafyasında, hatta bizim ülkemizin sınırları içerisinde bulunan Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Hatay, Adana gibi bazı illeri de içine alan bir bölge. Siyonist Yahudilere göre Yahudiler “Arz-ı Mev’ud”a ulaşınca Büyük İsrail Devleti kurulacak ve Mesih’in gelmesinden sonra kıyamet kopacak. Peki, ya Hıristiyanlar? Onlar bu denklemin dışında mı? Hayır, özellikle de Evanjelik Protestan Hıristiyanlar’ın inancı tam da bu denklemin içinde kılıyor onları. Son yıllarda ABD’de Evanjelik Protestan Hıristiyanların çok etkin olduğunu bilmeyen yok. Hatta ABD’nin dış politikasında dahi bu inanca sahip kişilerin fikirlerinin etkin olduğunu biliyoruz. Peki, inançlarında Ortadoğu ile ilgili ne var? Evanjelikler, Ortadoğu konusunda özellikle “Arz-ı Mev’ud” konusunda Siyonistlerle tam bir ittifak halindeler. Hıristiyanların ekser kahiriyetinin Yahudilerin kutsal kitabı olan Ahd-i Atik’e de inandıklarını bilmeyen yoktur. Yahudi kutsal kitabında yer alan “Arz-ı Mev’ud”a ulaşıp Büyük İsrail Devletini kurmanın bir an evvel gerekli olduğunu düşünen Evanjelikler, Siyonistlerle bu noktada aynı inanç ve hedefi paylaşıyorlar. Evanjeliklere göre Büyük İsrail Devleti kurulduktan sonra İsa Mesih gelecek ve Tanrı Krallığı kurulacak, tüm dünya İsa Mesih’e tabi olduktan sonra “Armegeddon” gerçekleşecek yani kıyamet kopacak. Bu meselelerle ilgili olarak Grace Hallsell tarafından kaleme alınmış ve Türkçeye “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail)” adıyla aktarılan kitap tavsiye edilebilir.
Tekrar konumuza dönecek olursak, bazen meselelere “Bu olaylardan kimler yararlanıyor?” diye bakmak lazım gelir. Dikkat edilirse hem İslam’ın Şii versiyonu hemYahudilik‘in Siyonist versiyonu hem de Hıristiyanlığın Evanjelik versiyonunun dünyanın sonu ve kıyamete ilişkin öngörü ve beklentileri hemen hemen aynı. Yukarıda yazımızda anlatmaya çalıştığımız örgüt ve Ortadoğu’da yaşanan birçok şeyi bu bağlamda ele almak yerinde olacak gibi geliyor. Hem şiiler hem siyonistler hem de evanjelikler aynı şey için çaba sarfediyorlar. Ve Ortadoğu’daki çalkantılı duruma bakıyoruz; İran Ortadoğu’da önemli bir aktör, artık neredeyse herkesin bildiği evanjelik siyonist birlikteliğinin sembolü ülke ABD diğer önemli bir aktör. “Meselenin din haricinde hiç mi sebebi yok?” diye düşünülebilir. Enerji, ekonomi vs. Vardır muhakkak ama varsın birilerince komplo teorisi olarak görülsün ama belki de en önemli meselelerden birinin de inanç olduğunu unutmamak lazım. Nihayetinde insanı insan yapan, hayatını ve davranışlarını şekillendiren en önemli yapı dindir.
Vesselam….

Sosyal Medya İlmihali Denemesi


Sosyal paylaşım siteleri hayatımıza çok hızlı bir giriş yaptı. Her biri sanki uzun yıllardır hayatımızdaymış zannettiğimiz sosyal paylaşım ağlarının aslında geçmişleri çok da eskiye dayanmıyor. Şu an aktif olarak kullanılan yetmiş beşin üzerinde sosyal paylaşım ağı bulunmakta. Tam olarak sosyal paylaşım ağı sayılamasa dahi 1995 yılında kurulan Mirc sohbet programı ve MSN Messenger internet üzerinden yazı yazmak, sesli ve görüntülü konuşma yapmak anlamında ilk paylaşım ağlarından. İlk sürümü 1999 yılında çıkan MSN Messenger sonrası 2003 yılında çıkan Skype uygulaması ve ardından piyasaya çıkan ve halen sosyal paylaşım alanının devi olan facebook’un kuruluşu ise 2004. Twitter 2006, İnstagram 2010, WahatsApp 2013, Periscope ise 2015 yılında hizmet vermeye başladı. Bu sosyal paylaşım site ve uygulamaları içerisinde en fazla kullanıcısı olan site, 1,2 milyar kullanıcısıyla facebook. 
Hayatımıza çok hızlı bir şekilde giren bu site ve uygulamalarla beraber kullanıcılar bazen kimsenin kendilerini görmediği hissiyle normal hayatlarında yapmayacakları bazı davranışlar içerisine girebiliyorlar. Farklı isimlerle açılan hesaplar (fake hesap) yoluyla bazen yaşamak istedikleri hayatları yansıtmaya çalışan kullanıcılar bazen bu hesaplar yoluyla birbirleriyle şakalaşırken bazen de bu hesaplar dolandırıcılığın adresi olmakta. Mahremiyetin sınırlarının zorlandığı bazı olumsuzlukların da yaşandığı bu ağlar aynı zamanda algıların da yönetim adresleri haline geldi. İlk ortaya çıktığı süreçte “Arap Baharı” diye nitelenen ve Arap dünyasında büyük kalabalıkların meydanlara döküldüğü gösterilerin, sosyal medya aracılığıyla organize edildiğini artık bilmeyen yok. Yine ülkemizde meydana gelen “Gezi Olayları”nda sosyal medya paylaşımlarının etkisinin büyük olduğu herkesin malumu. Yine ülkemizdeki 17/25 Aralık sürecinde atılan tweetlerin her birinin bir sevaba karşılık geldiği söylemleri de sosyal medyanın gücünün ne derece farkında olunduğunun kanıtı.
Sosyal paylaşım ağlarının en fazla etkilediği kesim muhakkak ki gençler. Özellikle akıllı telefonların ve tabletlerin de artmasıyla beraber sosyal paylaşım ağlarına erişim imkânı daha da kolaylaştı ve hızlandı. Bu cihazları aktif şekilde kullanan ergenlerin ve gençlerin yaptığı bazı paylaşımları, kullandıkları dili veya mensubu oldukları sosyal paylaşım ağı gruplarını görünce insan üzülüyor. Yine sanal âlem üzerinden oynanan ve ne oynayana ne de bir başkasına yararı olmayan oyunlar da insanların çok ciddi vakitlerini almakta. Yine sosyal medya mecralarında kontrolsüz bir şekilde paylaşılan ve dolaşan bazı vahşet görüntüleri, ceset görüntüleri veya mahremiyetin ortadan kalktığı çıplaklık, özellikle gençlerin psikolojik yapılarında ciddi tahribatlara sebebiyet vermekte. 
Peki, sosyal paylaşım sitelerinde yaptığımız işlerden de Allah katında sorumlu muyuz? Veya sosyal paylaşım ağlarında kimsenin görmediğini zannettiğimiz eylemlerimiz de amel defterimize kayıt ediliyor mu? İnancımıza göre Allah yaptığımız tüm eylemleri her zaman ve her yerde görür ve bilir. O nedenle sosyal ağlarda da yapmış olduğumuz eylemleri, yaptığımız paylaşımları, yaptığımız yorumları veya beğenileri de Allah görür ve bilir. O nedenle sanal âlem dediğimiz ve maddî olarak gerçekliğinin olmadığını düşündüğümüz bu âlemde de yapmış olduğumuz her şeyden dolayı Allah katında hesaba çekileceğiz. Nasıl ki gerçek hayatta bir mahremiyet sınırı varsa sanal âlemde de mahremiyet sınırı olmalıdır. Nasıl ki gerçek hayatta yalan, iftira günahsa sanal âlemde yapılan iftiralar ve konuşulan yalanlar haramdır, günahtır. Nasıl ki, gerçek hayatta yapılan dolandırıcılık, hilekârlık haramsa sanal âlemde yapılan dolandırıcılık ve sahtekârlık da haramdır.
Peki, sosyal paylaşım ağları yoluyla sevap kazanılamaz mı? Neden olmasın ki? Nasıl ki yapılan haramlar için günah kazanılabiliyorsa, yapılan hayırlı işler için de sevap kazanılabilir. İnsanları hayra sevk eden veya insanların dinî olarak bilgi edinmelerini sağlayacak paylaşımlarda bulunan kişilerin de sevap kazanacakları muhakkaktır. Yani nasıl ki yapılan kötü ameller sanal âlemde dahi olsa amel defterine kaydediliyorsa güzel amellerde amel defterine kaydedilmektedir.

Euro 2016, Müslüman Futbolcular Ve Sömürü


Avrupa Futbol şampiyonalarının on beşincisi Fransa’nın ev sahipliğinde şu günlerde düzenlenmekte. Dünyanın değişik yerlerinden birçok izleyici tarafından takip edilen müsabakalar özellikle mücadele eden ülkelerin takımlarının vatandaşları tarafında büyük bir heyecanla takip edilmekte.
Müslüman Futbolcular…
Bu yıl şampiyonada nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Türkiye ve nüfusunun %70’i Müslüman olan Arnavutluk haricinde nüfusunun çoğu Müslüman olan başka bir ülke yok. Müslüman olan futbolcu sayısına bakılınca da Türkiye, kadrosunda bulunan tüm futbolcuların Müslüman olmasıyla ilk sırada yer alıyor. Ardından 23 kişilik kadrosunun 17’si Müslüman olan Arnavutluk ikinci sırada yer almakta. Arnavutluk kadrosunda bulunan Etrit Berisha, Orges Shehi, Alban Hoxha, Elseid Hysaj, Lorik Cana, Arlind Ajeti, Mergim Mavraj, Naser Aliji, Armir Lenjani, Andi Lila, Ledian Memushaj, Tauland Xhaka, Armir Abrashi, Bekim Bala, Shkelzen Gashi, Sokol Cikalleshi, Armando Sadiku Müslüman futbolcular. Arnavutluğun ardından kadrosunda en fazla Müslüman futbolcu bulunan üçüncü ülke nüfusunun yaklaşık %70’lik kesimi Hıristiyan, %20’lik kesimi dinsiz olan ve sadece %4.5 gibi küçük bir Müslüman nüfusa sahip olan İsviçre gelmekte. İsviçre kadrosunun ise dörtte biri Müslüman. İsviçre kadrosunda bulunan Eren Derdiyok, Granit Xhaka, Xherdan Shaqiri, Valon Behrami, Haris Seferovic, Admir Mehmedi adlı futbolcular da Müslüman. Türk asıllı futbolcular Mesut Özil ve Emre Can’ın yanı sıra, Tunus asıllı Sami Khedira ile Arnavut kökenli Shkodran Mustafi Alman millî takımında, Fas asıllı Adil Rami, Senegal asıllı Bacary Sagna ile Moussa Sissoko Fransa millî takımında, Eden Hazard, Marouane Fellaini ve Mousa Dembele Belçika millî takımında, Trabzonspor’da oynayan Erkan Zengin ve Boşnak asıllı Emir Kujovic İsveç millî takımında, Jamaika asıllı Raheem Sterling İngiltere millî takımında, Türk asıllı kaleci Ramazan Özcan Avusturya millî takımında Euro 2016’da mücadele ediyorlar.
Yaklaşık olarak 70 Müslüman futbolcunun mücadele ettiği şampiyonanın Müslümanların ibadet ayı olan Ramazan ayına denk gelmesi ise hem düşündürücü hem de üzücü. Her ne kadar mücadele eden ülkelerin nüfuslarının büyük bir çoğunluğunun İslam’la alakası olmasa da Müslümanların ibadet ayı olan Ramazan ayına bu müsabakaların denk getirilmemesi özgürlükçü!, insan haklarına önem veren!, modern! Avrupa’ya daha çok yakışırdı. Kadrosunda Müslüman futbolcular bulunan ülkelerden veya Müslüman futbolculardan UEFA’ya böyle bir talepte bulunan olmuş mudur bilemiyorum ama Müslümanların oruçlu olarak geçirmelerinin farz olduğu bir ayda bu şekilde bir organizasyonun yapılmaması ve şampiyonanın Ramazan sonrası bir dönemde yapılması daha doğru olurdu kanaatimizce. Zira özellikle gündüz oynanan maçlarda sıcağın da etkisiyle oruçlu olan Müslüman bir futbolcunun futbol oynaması çok zor olacak, futbol oynayabilse dahi performansında düşüklük olması kaçınılmaz olacaktır.
Sömürgeci Avrupa’nın Babalarını Sömürdüğü Mutlu Millî Fubolcuları
Şampiyonada takımlarda dikkatimizi çeken bir başka husus da futbolcuların milliyetleriyle alakalı. Birçok millî takımın futbolcularının oynadıkları ülkeyle alakalarının olmaması da dikkate şayan. Anne babası farklı bir ülkede olmasına ve kendisi de farklı bir ülkede doğmuş olmasına rağmen doğduğu ülke adına değil de farklı bir ülkenin millî takımında oynayan futbolcu da azımsanmayacak kadar fazla. Bunlardan bir kısmı biraz önce isimleri yukarda andığımız Müslüman futbolculardan. Bir kısmı ise farlı dinlere mensup futbolcular. Fransa, İsveç, Belçika, Almanya, İngiltere gibi nüfusunun büyük bir çoğunluğu  eski çağardan beri Avrupa ırklarından oluşan ülkelerin takımlarında birçok siyahi futbolcu yer almakta. Bu futbolcuların bir kısmı yukarda zikrettiğimiz gibi anne babası başka ülkelerde yaşayan veya başka ülkelerde doğmuş fakat ülkelerden vatandaşlık almak suretiyle ilgili ülkelerin takımlarının millî formalarını giyen futbolcular olduğu gibi önemli bir kısmı da belki yüz yıldan fazla zamandır o Avrupa ülkesinde yaşayan ailelerin çocukları. Bunlardan bir kısmı Türkiye gibi bazı ülkelerden işçi olarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine giden gurbetçilerin çocukları veya değişik yollarla mülteci olarak Avrupa’ya iltica etmiş ve daha sonra o ülkelerden vatandaşlık almış bazı ailelerin çocukları olduğu gibi bu futbolcuların bir kısmı ise sömürgeci Avrupa’nın sömürdüğü ülkelerden köle olarak ülkesine getirmiş olduğu insanların çocukları. Özellikle Afrika’yı yüzyıllarca yer altı kaynakları ve enerji kaynakları yönünden, hem insan gücü hem de manevî ve kültürel yönden sömüren emperyalist Avrupa ülkelerinde şimdi sevinçle futbol oynayan o futbolcuların her birinin birkaç göbek ötesindeki birçok insanın göz yaşları belki ömürleri boyunca dinmedi.
Hani derler ya, “Futbol, hiçbir zaman sadece futbol değildir.” Hakikaten de öyle heralde.