18 Haziran 2023 Pazar

Moda Karşısında Müslüman'ın Tavrı

 

Psikologlar insanların giyimlerinde tercih ettikleri renklerin psikolojileri ve ruh halleri hakkında bilgi verdiğini söylüyorlar. Tercih edilen renkler eğer ziyadesiyle koyu renkler ise bu renkleri tercih edenlerin daha karamsar içe dönük kişilikler olduğunu daha renkli giysileri tercih edenlerin ise daha dışa dönük ve neşeli tipler olabileceğini varsayıyorlar.

İnsanlık tarihi boyunca insanların giyim kuşamlarına bakıldığında her milletin kendince bazı giysiler geliştirildiği görülmektedir. Yaşadığı bölgenin iklim koşulları, hayat şartları ve inançları giyim üzerinde muhakkak etkilidir. Fakat bu eğilim son ikiyüz yıldır tüm dünyada azalım göstermiş son yıllarda ise neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Bundan yüzelli yıl önce dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri olarak düşünülebilecek İstanbul'da gezen bir kişi, insanların giyim kuşamlarından hangi milletten veya inançtan olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi.

Yıllar içerisinde iletişim kanallarının ve teknolojinin de artmasına bağlı olarak küreselleşen dünyada birçok şey tektipleştiği gibi kıyafetler de tektipleşmiştir. Artık insanların giyimlerine bakılarak hangi millete veya hangi inanç grubuna mensup olduğunu anlamak neredeyse imkansızdır. Teknolojinin ve küreselleşmenin ulaşamadığı Afrika veya Asya'da bazı bölgelerin haricinde, neredeyse her yerde herkes aynı şeyleri giymeye başladı. Afrika'da çekilen bir belgeselde sokakta top koşturan bir çocuğun sırtında Barcelona forması görmek mümkün veya birçok ülkede o ülkelerin çeşitli özelliklerini de üzerinde taşıyan yöresel kıyafetler sadece müzelerde sergilenmekte artık.

Peki, kim belirliyor giydiklerimizi? İsmine moda denen yapı şekillendiriyor tüm dünyanın giyimini artık. Paris, Londra, Los Angeles, Milano gibi merkezlerdeki tasarımcıların çizdiği çizgiler yönetiyor insanların giyimlerini. Hangi rengin daha moda olduğu, hangi tarz giysileri giymenin modaya uygun olduğunu bu insanlar belirliyor. Her yıl yenilenen moda renk ve tasarımlar insanların israfa girmelerine de yol açabilmekte. Bir önceki yıl alınan bir giysi sonraki yıl halen giyilebilir olduğu halde, modası geçtiği gerekçesiyle çöpe atılabiliyor. Satıcılar moda olmadığını düşündükleri veya onlara o senenin modası olmadığı söylenen kıyafetleri dükkanlarda dahi getirmemektedirler. Alıcı dükkana gittiğinde moda olup olmamasına bakmaksızın bir önceki yılın ürünlerini almak istese de dükkanlarda bulamayabiliyor. Veya bir önceki yıl giyilse moda olmadığı gerekçesiyle yadırganabilecek bazı renkler veya kıyafetler birkaç yıl sonra moda oldu diye eleştiren veya garipseyenler tarafından dahi rahatça ve beğenilerek giyilebilmektedir. İnsanların algılarının moda yoluyla nasıl yönlendirildiğinin de bir kanıtıdır aslında bu.

Peki, Müslüman'ın moda karşısındaki tavrı nasıl olmalıdır? İnancımızda erkeğin ve kadının vücudunun ne kadarını, nasıl kapatacağı belirtilmiştir. Bu sınırlar erkekler için göbek ve diz kapağı arasıyken kadınlar için ise el, ayak ve yüz haricinde kalan tüm bedendir. Esasında vücudun kapatılması gereken bölümlerinin hangi kıyafetlerle kapatılacağı noktasında bir zorlama veya baskı yoktur inancımızda. Fakat giysinin dar olmaması ve içini gösterecek kadar şeffaf olmaması esastır. Esasında bu sınırlar namazın farzlarından biri olan setr-i avretin aynıdır. Yani Müslüman'ın kıyafeti her an namaz kılabileceği tarzda olmalıdır. Her Müslüman kendi kültürel yapısına göre İslam'ın ilkeleri çerçevesinde giyinebilmektedir. O nedenle renk seçimi veya kıyafetin şekli İslamî usuller çerçevesinde kişilerin kültürel durumlarına göre zevklerine bırakılmıştır. Başka din mensuplarına benzemeyi hoşgörmeyen bir dinin mensubu olan Müslüman, insanları tekdüzeleştiren ve bazen de inancının gereği olarak yapması gerekenler noktasında sınırları zorlayabilecek moda karşısında da Kur'an ve sünnet filtresini göz önünde bulundurmalıdır. Eğer giysiler veya giyinme ile ilgili tutumlarımız Kur'an'a ve sünnete uygunsa bu davranışlar devam ettirilebilir. Fakat dinî hassasiyeti olan Müslüman bir birey, her ne kadar moda olduğu gerekçesiyle bazı şeyleri yapıp yapmama, bazı kıyafetleri giyip giymeme hususunda sosyal baskıya -mahalle baskısı da denilebilir- maruz kalsa da Kur'an ve Sünnet çizgisinden ayrılmamalı ve bu baskıları boyun eğmemelidir.


11 Haziran 2023 Pazar

Projeler ve Çalışmalarım...

 İçerisinde bulunduğum veya bizzat uygulayıcısı olduğum proje ve etkinlikleri paylaştığım blog sayfamı ziyaret edebilirsiniz.

https://servetzeyrekhoca.blogspot.com/

Haz, Mutluluk, Huzur


Modern insan haz, mutluluk ve huzur kavramlarının hayatındaki yeri ve yansımaları hakkında kafa karışıklığı yaşıyor kanaatimce. Anlık zevkler veya kısa süre sonra ortadan kalkacak arzuları önceleme olarak tanımlanabilecek haz daha ziyadesiyle nefsî olarak düşünülebilir. İslam anlayışında yer alan nefis mücadelesi esasında bu anlık zevklerin insanın iradesince frenlenmesi anlamına gelmekte. Peygamberimizin nefis mücadelesini “büyük cihad” olarak tanımladığını, Kur'an'da hevalarını ilah edinenlerin yerildiği, nefs-i emmarenin kötülüklerinden bahsedildiği bilinmektedir. Eski Yunan filozoflarından Aristippos ve Epikuros tarafından ortaya konan ve Türkçe'ye “hazcılık” olarak çevrilen “hedonizm” insanın haz aldığı şeyi doğru kabul eden ve her zaman kişiye haz veren şeye yönelmenin gerekli olduğunu ifade eden bir anlayıştır. Günümüz insanının bir kısmında bu anlayışın hakim olduğu ve insanların eyyamcılık olarak ifade edebileceğimiz şekilde günlük yaşadıklarını sanki yarınları yokmuş gibi, amaçsız gibi yaşadıklarını maalesef görmekteyiz.

Anlık zevklerin esiri olmadığını düşünen veya hakikaten böyle olmayan insanlar da mutluluğun peşindeler. Mutlu olmak veya hayatını mutlu olarak geçirmek için insanlar yoğun uğraş vermekteler. Hatta bazıları bu amaç uğruna profesyonel destek almakta, psikolog ve psikiyatrist kapısı aşındırmakta. İnancımız dinin amacının dünya ve ahiret mutluluğu olduğunu vaz ederken insanların neden mutlu olamadıklarını veya mutlu olmak için neden bu kadar arayışta olduklarını belki de insanların dine karşı olan konumlarıyla bağlantılı düşünmek gerek. Modern insanın İslam'a karşı kendini konumlandırdığı yer, belki de ne kadar mutlu olabileceğinin de bir göstergesi.  Dine yakın olma, dinî bir yaşantı sürme, mutluluğu bize yaklaştırabilir çünkü insanı yaratan Allah, onun fıtratını, özünü, yapısını en iyi bilendir. “O halde dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir inancın mensubu olan Müslümanların yaşadığı ülkeler ne kadar mutlu?” diye bir soru akla gelebilir -ki gelmesi de normaldir- Dünyada yapılan mutluluk araştırmalarında genelde nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde mutluluk endeksleri düşük çıkmakta. Burada insanların mutluluktan ne anladıkları da önemli olmakla beraber, insanlara saadeti vaat eden bir dinin mensubu olma iddiasında olanların o inancı ne kadar yaşadıkları da etüt edilmelidir.

İnsanın aradığı şey belki de mutluluktan da öte huzurdur. Eğer huzur yoksa insanı mutlu edecek şeyler de insanı belli bir yere kadar tatmin edebilir. Huzur belki de anlamlı bir hayatın sonucu olarak ortaya çıkmakta. Kur'an'dan öğrendiğimiz birçok peygamber toplumlarıyla sıkıntı yaşadılar ama Rablerinin isteğini yerine getirmenin huzuru vardı muhakkak içlerinde. Hz. Yusuf kuyuda mutlu değildi ama huzurluydu. Hz. Musa kavmiyle yıllarca çöllerde hayat sürerken sıkıntı içerisindeydi ama huzurluydu. Hatta Rabbinin emirlerini tebliğ ettiği için şehit edilen Hz. Zekeriya can verirken muhakkak ki mutlu değildi ama huzurluydu.

O halde şunu söylemek lazım... İnsanı gerçek manada mutmain eden, kalbini,ruhunu, gönlünü ferahlatan şey ne anlık hazlar ne de mutlu olduğunu düşündüğü anlar. İnsanı ancak anlamlı bir hayat, her ne kadar çeşitli sıkıntılarla dolu olsa da bir ideal uğruna verilen çaba tam manasıyla teskin edebiliyor. “Acıyı bal eylemek” de böyle bir şey olsa gerek...


Kur'an'ın İlk Emri Oku Mu?

 Eskiden beri çokça duyduğumuz bir cümle olduğunu düşündüğüm “Kur’an’ın ilk emri oku” ifadesi doğru mudur veya ne kadar doğrudur?

Peygamberimize ilk vahiy Nur Dağı’nda bulunan Hira Mağarası’nda geldi. Kur’an-ı Kerim’de Alak suresinde yer alan bu ayetler surenin ilk beş ayetini oluşturmaktadır. Surenin geri kalan ayetleri ise daha sonradan indirilmiştir. Bu surenin ilk ayeti genelde Türkçe’ye “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” şeklinde çevrilmektedir. Ayette geçen “oku” ifadesi çoğu zaman ön plana çıkarılarak “Kur’an’ın ilk emri oku” şeklinde ifade ediliyor. Fakat kanaatimizce burada bir ayrıntı kaçırılmaktadır. Ayetin Türkçe ifadesinin sadece yüklemi “oku”dur. Cümlenin öncesini görmezden gelip sadece yüklemine odaklanmak kanaatimize göre ayete çok dar bir bakışın ürünüdür.

Ayeti başından itibaren tekrar okuduğumuzda ayette verilen “Yaratan Rabb’inin adıyla” vurgusu bu okumanın nasıl olması gerektiği konusunda önemli bir metot ortaya koymaktadır. Ayetin başında ifade edilen “Yaratan Rabb’inin adıyla” ifadesinin ıskalanması manayı çokça daralttığı gibi aynı zamanda bir insana sadece ‘gel’, ‘git’, ‘bak’, ‘yap’ gibi emir kalıplarıyla seslenmek gibidir. Nasıl ki bir insana sadece ‘git’ dediğinizde ‘nereye gideyim’, ‘kiminle gideyim’, ‘nasıl gideyim’ gibi birçok soruya muhatap olursunuz; işte aynı bu şekilde de bir kişiye sadece ‘oku’ dendiğinde ‘ne okuyayım’, ‘neyi okuyayım’, ‘nasıl okuyayım’, ‘niçin okuyayım’ gibi birçok soruya muhatap olmanız kaçınılmazdır.

İnsan tabi ki okumalıdır. Kitapları okumalıdır, tabiatı okumalıdır, insanı okumalıdır, hayatı okumalıdır. Fakat bu okuma ayette vurgulanan şekilde, vurgulanan metotla olmalıdır. Bu okumalar ‘Yaratan Rabb’inin adıyla’ olmalıdır. Onun için olmalıdır, ona dair olmalıdır. Buradan sadece dinî içerikli kitapların okunması gibi bir mana da çıkarılmamalıdır. Zira okunması istenen sadece dinî içerikler değildir. Mülk suresinin 3. ayetinde belirtilen “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” hitabı kâinat kitabının da okunması gerekliliğini göstermektedir. Ayrıca Zariyat suresi 47, Rahman suresi 33, Necm suresi 1, İnşikak suresi 19, Enbiya suresi 32, Mülk suresi 16 ve 17, Yasin suresi 38-40 gibi birçok ayet sadece yeryüzünün değil gökyüzünün, uzayın da insanlar tarafından okunması lazım gelen bir kitap olduğunu ortaya koyar.

 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” ayetine muhatap olan insan neyi, niçin okuması gerektiğinin farkında olmalıdır. Bazılarının söylediği ‘oku da neyi, nasıl okursan oku’ gibi bir yaklaşımın bazı olumsuzluklarının da olabileceği unutulmamalıdır. Bedenimizin beslenmesi, güçlenmesi için tükettiğimiz faydalı gıdalar olduğu gibi bedenimize zarar veren hatta zehirleyici ve kesinlikle uzak durulması gereken gıdalar da vardır. Nasıl ki vücuda zararlı hatta vücudu zehirleyici gıdalar varsa okuma noktasında da zararlı hatta zehirleyici okumalar olabilir. “Eğer bilmiyorsanız bir bilene danışın (Nahl suresi, 43)” emr-i ilahîsi uyarınca bu okuma yolculuğu belki de bir bilenin rehberliğinde yapılmalı. Ve beyne zararlı ve hatta zehirleyici olan şeyler belki de hiç okunmamalı veya bazı kişilerce hiç okunmamalı. Peygamberimizin bolca yaptığı dualardan biri olarak rivayet edilen “Faydasız ilimden sana sığınırım (Tirmizi, Daavat, 68)” duası belki de buna işaret etmekte.

Son yıllarda belki de tarihte hiç olmadığı kadar basılı yayın olduğu gibi aynı zamanda internet sayesinde birçok yazılı materyale ulaşmak veya dijital cihazlar yoluyla bunları kaydedip okumak mümkün. Bir bilgisayarın bir kütüphane dolusu kitabı alabildiği bir çağda neyi, nasıl okumanın gerekliliği daha da önemli hale geldi. Bilgiye ulaşmanın hiç olmadığı kadar kolay olduğu çağımızda, insanların algıları kolaylıkla maharetli eller tarafından yönetilebilirken aynı zamanda kafa karışıklığına da yol açabilecek birçok yayın, kolaylıkla ulaşılabilir haldedir. Böyle bir ortamda yapılacak okumaların muhakkak daha da dikkatli olması gereklidir.

 Okumayı beynin gıdası olarak değerlendirirsek eğer; nasıl ki karnımızı doyururken sürekli abur cubur yemek bedene zarar veriyorsa sürekli abur cubur bilgi ve kitap okuma da beyne zarar verebilir. Yemek yemede nasıl ki bir usul varsa okumada da bir usul olmalıdır. Ve yaptığımız okumalar “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” emr-i ilahîsine uygun olmalıdır. Ayrıca bu ayetin bir teklif cümlesi değil bir emir cümlesi olduğu da unutulmamalıdır.