12 Aralık 2024 Perşembe

Sekülerizm Anarşist Bir Faaliyet Midir?


          Genel manada hayat üzerinde dinin etkisini azaltmaya çalışan ve insanların daha çok dünyaya meyletmelerini salık veren bir anlayış olan sekülerizm Türkçe’ye dünyacılık veya dünyevîleşme olarak aktarılıyor. Toplumları bir arada tutan en önemli amillerden biri olan dinin etkisinin insanların hayatlarında azalmasına sebep olacak bir anlayış toplumların çözülmesine sebebiyet verebilir mi? Toplumları bir arada tutan tek amil inanç ortaklığı olmasa da toplumun harcı mesabesinde olabilecek bir yapının toplumların hayatlarından çıkarılması veya hayatlardaki etkisinin azaltılması muhakkak ki toplumları olumsuz etkileyecektir.

    İnsanların daha fazlaca dünyayı yönelmelerini ve İslam'ın ortaya koyduğu dünya - ahiret dengesini dünya lehine ahiret aleyhine bozan Sekülerizm anlayışıyla beraber toplumu ifsat edebilecek bazı felsefî anlayışların da revaç bulduğunu görmekteyiz. Herhangi bir tanrının olmadığını iddia eden Ateizm, tanrının olup olmadığını bilemeyeceğimizi ifade eden Agnostisizm, bir tanrı varsa bile her şeyi yaratmış ve kendi köşesine çekilmiş dünyaya müdahale etmiyor diyen Deizm gibi birçok sapkın anlayış özellikle İslamî altyapısı sağlam olmayan gençlerimizi tehdit etmektedir. Özellikle sadece dünyaya meylin eski Yunan felsefesinde yer alan hedonizme (hazcılık) doğru insanları sürüklediği de var sayılabilir. Bir tanrının olmasını istemeyen veya varsa bile işine karışmasını istemeyen bu felsefi akımların sadece dünya zevklerini önceleyen hedonist tipleri var etmesi kaçınılmazdır. İnsanlara özgürlük adı ve perdesi altında sunulan bu akımlar esasında nefsin kölesi olmayı, kendi arzularını ilahlaştırmayı özgürlük zanneden bireyleri toplum içerisinde artırmaktadır.

          Dünyada artan sekülerizm anlayışı ile beraber bir diğer tehlike de cinsiyetsizleştirme politikaları, LGBT, evlenmeme veya evlense dahi çocuk yapmamayı salık veren propagandalardır. Bu türden faaliyetler toplumun temeli olan aileyi hedef almaktadır. Bir toplumu ayakta tutan en önemli öge olan aile kurumunun yıpranması toplumun temeline dinamit konulması ile eşdeğerdir. Toplumun temeli olan aileyi dipten dinamitleyen bu tür zararlı faaliyetlere ve propagandalara karşı seküler hayatın temsilcileri, bu anlayışlara karşı saygılı olunmasını beklemektedirler. Yanlış ve zararlı olan bir anlayışa saygı duymak ve ona karşı tepkisiz kalmak ona bir manada destek vermek veya serbest bir şekilde yayılmasına ses çıkarmamak olacaktır. O nedenle toplumu ifsat eden LGBT, cinsiyetsizleştirme çalışmaları veya aileyi hedef alan propagandalarla mücadele edilmesi daha doğru bir yol olacaktır.

          Toplum düzenini bozarak otoriteyi ortadan kaldırmayı veya değiştirmeyi amaçlayan bir hareket olarak tanımlanan Anarşi, silahlı olabileceği gibi fikri ve politik planda da olabilir. Yazdıklarımızı anarşi kavramıyla da bağdaştırarak burada şöyle bir soru soralım: ‘Sekülerizm akımı ile ortaya çıkan ve körüklenen insanların dinlerinden ve inançlarından uzaklaştırılma gayreti, toplumu bozacak aile kurumunu yıkacak zararlı faaliyetlerin toplumda artmasını isteyen veya destekleyen anlayış, anarşist bir faaliyet olarak adlandırılabilir mi?’


https://www.akasyam.com/mobil/yazi/sekulerizm-anarsist-bir-faaliyet-midir-11640.html

6 Aralık 2024 Cuma

Yabancı dil öğrenmek sünnet midir?


Milletimiz içerisinde kreşlerden, anasınıflarından itibaren çocuklarının yabancı dil öğrenmesi için çaba sarf edenler var.

Devlet okullarında ikinci sınıftan itibaren zorunlu hale gelen yabancı dil -ki genelde İngilizce- neredeyse tüm eğitim kademelerinde ve sınıf düzeylerinde var. Bazı eğitim kurumlarında birden fazla yabancı dil okutulduğunu da görmek mümkün. Hatta bazı okulların eğitim dilinin tamamının yabancı dillerde olduğunu da biliyoruz. Bu kadar uzun yıllar yabancı dile maruz kalan çocuklarımızın ve gençlerimizin yabancı dilleri ne kadar öğrenebildikleri de ayrı bir konu esasında.

Bireyin ana dili olmayan bütün diller onun için yabancı dil mesabesindedir. Bazı coğrafyalarda yaşayan bireyler ana dilinin yanında bu ülkelerde kullanılan resmi dil veya dilleri de öğrenmek durumunda kalabiliyor. Esasında farklı bir dili öğrenmek, dili öğrenenin zararına değil. Nitekim ‘bir lisan bir insan, iki lisan iki insan’ denilmiş.

Peygamberimizin hayatını incelediğimizde onun kendi konuştuğu dil olan Arapça haricinde başka bir dil bildiğine dair elimizde bir bilgi yoktur. O dönem Arap Yarımadası'nda farklı milletlerden insanlar yaşıyorlardı, muhakkak ki kendi aralarında konuştukları farklı diller de mevcuttu. Araplar ticaret için gittikleri yerlerde farklı dillere muhakkak muhatap oluyorlardı. Peygamberimiz döneminde ticaret için gidilen bölgelerde yaşayan ve farklı dil konuşan kişilerle münasebet kurabilmek maksadıyla o dilleri bilen insanlar toplumda muhakkak olmalıydı. Yine Mekke ve Medine'ye farklı milletlerden köle olarak gelen İnsanların olduğu bilinmektedir. Meşhur sahabilerden Selman-ı Farisî'nin fars yani İranlı idi ve mutlaka Farsça biliyordu. Yine meşhur sahabilerden Bilal-i Habeşî Habeşistanlıydı ve muhakkak ki habeşçe biliyordu. Yani peygamberimizin ilk muhatap kitlesi içerisinde farklı diller konuşabilen insanlar da vardı. Peygamberimizin yaşamının son yıllarında siyasi anlamda devletin sınırları büyümüş ve İran, Bizans sınırına kadar dayanmıştı. Arap Yarımadası’nın tamamı Müslümanların kontrolüne geçmişti. Bu geniş coğrafyada farklı milletlerin ve haliyle farklı dillerin de olduğu bilinen bir gerçektir.

Ayrıca peygamberimizin sahabeden bazısını dil öğrenmesi konusunda görevlendirdiğini de görmekteyiz.  Toplamda altı dil bildiği rivayet edilen ve ‘Peygamberimizin Tercümanı’ namıyla şöhret bulan sahabi Zeyd Bin Sabit’ten Yahudilerle yapılacak yazışmalarda, kendisine yardımcı olması için peygamberimizin ibranice veya süryanice öğrenmesini istediği ve Zeyd b. Sabit'in kısa sürede bu dili öğrendiği bilinmektedir.

Peygamberimizin isteği ile İslam'a hizmet etmek maksadıyla farklı bir dil öğrenen sahabenin sevaba girdiği muhakkaktır ve bu fiili Peygamberimizin isteği ile yaptığı için de bu davranışı sünnet diye nitelendirebilir. Peki, şu an yabancı bir dil öğrenmek sünnet ve bu davranışta bulunan kişiye sevap verilir, denebilir mi? ‘Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim Allah (cc) ve Resûlü (sas) için hicret ederse, hicreti Allah (cc) ve Resûlü’nedir (sas). Kim de erişeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir." (Müslim, İmâre, 155; B1 Buhârî, Bedü’l’vahy, 1) hadisi mucibince eğer İslam'a hizmet etmek maksadıyla bir insan yabancı dili öğreniyorsa sünnet bir davranışı gerçekleştiriyor ve bu davranışından dolayı sevap kazanacaktır denebilir. Fakat kişinin bunu yaparken ki niyeti bir dünyalık elde etmek, para kazanmak vb. ise o da bu amelinin karşılığını niyetindekine göredir.

 

https://www.akasyam.com/mobil/yazi/yabanci-dil-ogrenmek-sunnet-midir-11624.html

20 Kasım 2024 Çarşamba

Edep Sen Ne Güzel Şeysin!

 


            Sosyal medya hayatımıza çok hızlı bir şekilde girdi. Günümüzde insanımızın aktif olarak kullandığı birçok sosyal medya platformu var. Akıllı telefon ve tabletlerin artmasıyla da her an ulaşılabilir oldu bu sosyal mecralar. Günlük yaşamın içerisinde sosyal medya hesaplarını kontrol etmek veya boş kalınan ilk anda bu platformlara göz atmak neredeyse birçok kişinin rutin davranışı haline geldi artık.

            Hız ve haz çağı diye de tanımlanan çağımızda, hayra da şerre de ulaşmak bir tık kadar ötemizde. İnternet ve sosyal medya yoluyla toplumda birçok hayırlı işler yayılabildiği gibi Peygamberimiz'in (sav) "malayani" diye isimlendirdiği, kimsenin işine yaramayacak, boş uğraşlar da artabiliyor. Malayani kabilinden olan bu anlamsız davranışlar sosyal mecralarda görüle görüle toplumda zamanla normalleşebiliyor. Daha da kötüsü bu mecralar bazen de kötülüğün yayılmasında da araç olarak kullanılabiliyor.

            Sosyal medya mecralarında bazen çok tuhaf şeyler, sosyal medya ağzıyla trend veya viral olabiliyor. Birbirine benzeyen videolar farklı kişiler tarafından çekilerek sosyal medya mecralarına servis ediliyor. Bu videolar, bazen sıradan hadiselerle ilgili olabilirken bazen absürt denilebilecek şakalar bazen de ahlakî sınırları zorlayabilecek tarzda paylaşımlar şeklinde olabiliyor. Sosyal mecralarda viral olan videolarda bazen dinî bazı kavramlar kullanılarak bu kavramlar hafife alınıyor veya değersizleştirilebiliyor. Değersizleştirilen veya alaya alınan dinî kavramlara şükür, sabır, edep gibi kavramlar örnek verilebilir.

            Son dönemlerde sosyal medyada viral olan ve edep kavramını değersizleştirdiğini düşündüğüm bazı videolar "Edep Sen Ne Güzel Şeysin" başlığıyla paylaşılmakta. Başlığı olumlu bir izlenim veren bu paylaşımlarda edep kavramı hafife alınıyor. Bu paylaşımlardan birinde kendine restorandan pide söylemiş ve bu pideyi yiyen bir kadın, "dünden kalan yemek akşama eşime de kalsın diye kendime restorandan pide söyledim, edep sen ne güzel şeysin" diyor. Başka bir paylaşımda açık giyinen bir kadın "üstümü açık giyersem altımı kapalı, altımı açık giyersem üstümü kapalı giyiyorum, edep sen ne güzel şeysin" demekte. Başka biri "araba kullanırken hiç sağa sola bakmam, edep sen ne güzel şeysin" diyerek edep kavramını değersizleştirmeye çalışıyor. Bu paylaşımları yapanların genelde kadın olması da dikkat çekici bir diğer unsur. Halbuki edep, insanın hataya düşüp utanılacak şeyler yapmasını önleyen, yerinde ve ölçülü davranmasını sağlayan meleke, söz ve davranışlarda ölçülülük, her hususta haddini bilip sınırı aşmamak, terbiye, nezaket" olarak tanımlanırken, edepsizce davranışta bulunduklarını düşündüğüm bu kişiler, yaptıkları bu davranışlarıyla edep kavramını değersizleştirme edepsizliğini göstermektedirler.

            Bilerek veya bilmeyerek, dinî yönü de olan edep, şükür, sabır ve benzeri kavramların sosyal mecralarda daha fazla izlenme almak veya daha fazla tıklanma gibi kaygılarla değersizleştirilmesi dinî ve kültürel açıdan en hafif tabiriyle edepsizliktir. Yazımızı Yunus Emre'nin bir şiiriyle bitirelim...

            Gezdim Haleb'i, Şam'ı

            Eyledim ilmi talep

            Meğer ilim bir hiç imiş

            İlla edep, illa edep


Ölmeyecek Meslek


            Kapı, pencere imalatı işi 'ölmeyecek meslek' demişti babası. Onu ilkokulu bitirir bitirmez Nurettin Usta'nın yanına çırak olarak vermişti. İlkokulu yeni bitirmiş olmasına rağmen gürbüz bir çocuktu İlker. İlkokuldan sonra ne onu okutabilecek maddî gücü vardı babasının ne de İlker'in ilerisini okumaya kabiliyeti. Hem Nurettin Usta da babacan bir adamdı. Hem ufak tefek harçlığımı kazanır hem de meslek öğrenirim diyordu İlker de. Yıllar içerisinde mesleği öğrenmişti de. Çam tahtaları kesiyor, biçiyor; kapı, pencere ve kasa imal ediyorlardı. Tamamen el işçiliğine dayanıyordu meslekleri. Tabi ki yıllar içerisinde makineler de girecekti hayatlarına. Böylece daha da kolaylaşacaktı yaptıkları işler.

            Çok yoğun çalışıyorlardı. Bazen işleri çıkıştıramayıp akşam mesaiye kaldıkları bile oluyordu. Ne de olsa hiç kimse kapısı penceresi olmayan bir evde yaşayamazdı. Her gün erkenden gelir ve dükkanın kepenklerini kaldırırdı İlker. Çay suyunu ocağa koyar ve ustası gelene kadar yapılması gerekli bazı hazırlıkları yapardı her gün. Dükkan açıldıktan bir müddet sonra ustası çay yanında yenebilecek poğaça, simit gibi yiyeceklerle dükkana gelir ve beraber kahvaltı ederlerdi. Sonrasında işe girişilir ve öğle ezanına kadar neredeyse hiç ara verilmeden çalışılırdı. Ustası eve yemeğe giderken, İlker dükkanda kuru ekmeğe talim ederdi. Bazen ekmeğin yanına, bulursa zeytin, peynir belki. Öğleden sonra yine aralıksız çalışılır ve ikindi de muhakkak bir çay molası verilirdi. İkindi çayı sonrası pervaz, kapı çakma, freze, torna vb. işlerle devam ederdi çalışma karanlığa kadar. Akşam son iş olarak dükkanı süpürürdü İlker ve sokak lambalarının ilk huzmeleri altında yorgun argın eve giderdi.

            İlker eve geldiğinde çoğu zaman evde de yiyecek bir şeyler bulamazdı. Annesi vefat etmiş, ablası evlenmiş, İlker yaşlı babasıyla beraber kalakalmıştı viraneyi andıran evlerinde. Ablası bazen evi temizlemeye, yemek yapmaya geliyorsa da ne kadar yetişebilecekti ki ihtiyaçlarına? Ne de olsa el kapısındaydı. Gelirken fırından aldığı sıcak ekmeğin yanına yapabildiği kadarıyla bir şeyler hazırlamaya çalışırdı İlker ve babasıyla beraber yerlerdi fakir sofralarında. Babası uzun yıllar evvel köyde geçinemeyince şehre göç etmişti. Yıllarca onun bunun yanında yevmiye çalışmış, kazandığıyla da ancak karınlarını doyurabilmişlerdi. En azından evleri kira değildi. Eski püskü de olsa başlarını sokabilecekleri bir gecekonduları olsun vardı. İlker'in aldığı haftalık haricinde gelirleri de yoktu. Bazen eşten, dosttan, komşulardan yardım edenler olurdu. Özellikle Ramazan ayında daha bir cömert olurlardı. Babası yıllarca ağır işlerde çalıştığı için ezilmişti. Yaşlılık dönemi de o nedenle zor geçiyordu. Bazen böyle olurdu bu işler işte. Çok çalışan çok kazanmazdı ya hep...

            İlker bazen inşaatlarda geçirirdi günlerini. Dükkanda imal edilen kapı, pencere ve kasaların montaj işleri olurdu haliyle. Dükkandan kamyonete yüklenen kapı, pencere ve kasalar inşaata götürülür, araçtan indirilir ve inşaata çıkarılırdı. Bazen ikinci kat bazen beşinci kat olurdu nasipteki. Kat sayısı arttıkça sırtta daha da ağırlaşırdı yük. Ağaç çivilerle sabitlenirdi henüz sıvası dahi olmayan duvarlara kapı ve pencereler. Hele rüzgarlı günlerde yüksek katlarda daha bir zor olurdu yaptıkları iş. Üstüne üstlük yağışlıysa hava, inşaata kapı ve pencereleri taşıma sırasında ıslanmışlarsa bir de... O boş kapı ve pencereler arası oluşan cereyanlı hava sanki insanın içini deler geçerdi. O nedenle kazaklar, montlar kat kat giyilirdi inşaata gidilecek günler. Her ne kadar ateş de yakılmış olsa inşaatta, ateşin başında ısınırken bir tarafın ısınırken diğer tarafın yine donardı. Ateşe sırtını verip kızdırsan da yüzünü dönünce tekrar ateşe sırtın tekrar hiç ısınmamış gibi olurdu. Sıcakla ilk temas ettiğinde soğuktan morarmış eller sızım sızım sızlardı. Zor işti velhasıl yaptıkları... Para kazanmak zordu, hayat zordu. Fakat devam etmeliydi...

            Yıllar yılları kovalamıştı. Artık kocaman bir delikanlıydı İlker. Nurettin Usta dert yanıyordu işsizlikten. Nasıl olmuştu da birden bire işler bu hale gelmişti? Artık kimse ahşap kapı doğrama işi yaptırmıyordu. Ahşap pencere ve kasalar PVC'ye, el işi ahşap kapılar ise Amerikan tipi kapılara yenik düşmüştü. İnsanlara hem kolay hem de daha ucuz geliyordu PVC ve Amerikan kapı. Amerikan kapı yapmayı denemişlerdi esasında fakat bu kapılar el emeği ahşap kapıların yerini nasıl tutabilirdi? İnsanların bu kapıları neden ve nasıl tercih ettiğine bir türlü anlam veremiyordu Nurettin Usta.

            Bir gün yine dükkanı açtılar erkenden. Çay demlendi. Çaylar içilirken kaç haftadır iş gelmediğinden bahis açtı Nurettin Usta ve İlker'e verdiği kararı açıkladı. Dükkanı kapatacaktı. Artık masraflara yetişemiyordu. Dükkanda bulunan makineleri köyünde bulunan eski evlerinin altındaki boş dükkana götürmeyi düşünüyordu Nurettin Usta. Köylülerden az çok iş bulabileceğini böylelikle bir şeyler kazanabileceğini ümit ediyordu. Kısa zaman içerisinde de bu düşüncesini hayata geçirdi Nurettin Usta. İlker'in ilkokuldan sonra her gün kapısını açtığı kapı artık kapanmıştı.

            Peki ya İlker? Şimdi ne yapacaktı? Elinde yılların ustası Nurettin Usta'ya dahi dükkan kapattıran bir meslek vardı. Kendilerini değişen koşullara göre güncelleyememişlerdi. İlkokul'dan sonra her sabah açmaya geldiği, ekmeğini kazandığı, acı tatlı hatıraların yaşandığı dükkan artık yoktu. Peki, şimdi ne yapacaktı? Yaşlı babasına nasıl bakacaktı? Nerede çalışacaktı? Ölmeye yüz tutmuş bir meslekle kalakalmıştı ortada. Bu yaştan sonra yeniden bir zanaat öğrenebilir miydi, bilmiyordu... Aklına babasının ilkokuldan sonra onu Nurettin Usta'nın yanına çırak olarak verirken söylediği sözler geldi. Ne demişti babası İlker'e? "İnsanlar kapısız penceresiz evlerde yaşayacak değiller ya! Ölmeyecek bir meslek bu..." 

 


21 Ağustos 2024 Çarşamba

Zihinsel Laiklik


 
Zihinsel Laiklik

Laiklik kısaca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin dine dinin de devlete karışmaması diye tanımlanıyor. Malum olduğu üzere Türkiye anayasada belirtildiği üzere laik bir ülkedir.
Laikliğin ülkemizde ve dünyanın çeşitli yerlerindeki uygulanış biçimleri yıllarca tartışılmış, devletlerin veya bireylerin laik olup olamayacakları üzerine dünyanın pek çok yerinde çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Biz yazımızda bu tartışmalar ve uygulamalar üzerinde durmayacağız.
Dinimiz İslam, bireyin her anını kuşatan bir dindir. Mükellefiyet çağına gelmiş her Müslüman'ın günlük hayatında uyması gerekli olan kurallar vardır. Müslüman, yaşamı içerisinde her an helal - haram çizgisine riayetle sorumludur. Günün yirmi dört saatinin her anı için söyleyecek sözü olan İslam, müntesibi olan Müslüman'ın nefes alıp verdiği her anını kendisi düzenlemek ister. O nedenle Müslüman, her anının Allah'ın bilgisi ve gözetiminde olduğunu bilir ve ona göre yaşamaya gayret eder.
Hayatın her alanını ihata eden İslam'ın günlük yaşam içerisinde Müslüman'dan beklentisi sadece namaz, oruç, sadaka vb. gibi ibadetler değildir. Allah'ın istekleri doğrultusunda bir hayat yaşanırsa hayatın her anının ibadet ediyormuşçasına yaşanabileceğini belirten bir dindir İslam dini. Dinimizde salih amel (amel-i salih) diye isimlendirilen kavram, Rabbimizin rızası için yapılabilecek tüm davranışları içeren bir kavramdır. Yani Allah'ın rızasını önceleyerek hayatını idame eden bir bireyin hayatının her anı ibadet hükmünde olabilir. O nedenle İslam dini, sosyal bir dindir, hayatın içerisinde yaşayan bir dindir.
İslam dini, belli mekanlara ve zaman dilimlerine hapsedilemeyecek bir inanç sistemidir. Sadece benim kalbim temiz denilerek helal ve harama dikkat etmeden yaşanacak bir hayatın anlamı olamayacağı gibi ibadetleri sadece belli mekanlara veya belli zaman dilimlerine hapsederek ilke ve düsturları sosyal hayata yansıtılmayan İslam'ın da Allah'ın vaz ettiği din olamayacağı muhakkaktır. İslam sadece namaz, oruç, hac, zekat vb. temel ibadetlerden ibaret bir din olmayıp; İslam'ın ilk ve en doğru uygulayıcısı olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (sav) hayatı da sadece bu temel ibadetlerden ibaret değildir. İslam Müslüman'ın ticaretine, eğitimine, ev yaşantısına, komşusuyla olan ilişkisine, ailesiyle olan münasebetine, arkadaşlıklarına, giyim kuşamına, yiyip içtiklerine, konuştuğu sözlere, iş hayatına ve hayatının diğer tüm alanlarına da sirayet etmelidir. Rabbimiz Ankebut suresinin 45. ayetinde namazın insanları fenalıktan ve çirkin işlerden alıkoyacağını belirtmektedir. Bu da demek oluyor ki; namaz kılan bir kişi, çirkin işleri yapmaya devam ediyorsa, mesela ticaretine hile karıştırıyorsa, tesettürüne dikkat etmiyorsa, yalan konuşup insanları kandırıyorsa, kıldığı namazın üzerinde bir etkisi yok demektir. 
Çok hızlı akan bir çağda yaşıyoruz. 'Hız ve haz çağı' diye de tanımlanan günümüz yaşantısı içerisinde Müslüman olduğunu ifade eden bireylerin de sanki İslam'ı zihnen ibadetlerini yerine getirdiği zaman dilimlerine veya ibadetlerini yerine getirdiği mekanlara hapsetmeye meylettiğini görmekteyiz. Günün yirmi dört saatini ihata eden o din telakkisi zihinlerde yok gibi bir hayat sürülmekte. Günün koşuşturmacası içerisinde veya teknolojik cihazlarla beraber hayatımıza çok hızlı bir şekilde giriş yapan ve günümüzün önemli bir kısmına kurulan diziler, programlar, sosyal medya mecraları gibi alanlar ibadetlerimizi dahi sakat hale getirmekte. Oysa ki Müslüman, domuz eti yememeye gösterdiği özeni kul hakkı yememeye de, sakız çiğnemenin orucu bozup bozmadığını sorguladığı kadar ölmüş kardeşinin etini çiğnemenin dindarlığını bozup bozmadığını da düşünmelidir. Sanki günümüz Müslüman'ı zihninde bazı şeyleri ayırmış gibi bir izlenim vermekte. Sanki Allah (haşa) hayatın veya günün bir bölümüne karışmıyormuş veya karışmamalıymış gibi bir yaşam sürülmekte bazı Müslümanlarca. Bu anlayışı biz 'Zihinsel Laiklik' diye tanımlasak, bilmem yanılmış olur muyuz?