20 Kasım 2024 Çarşamba

Edep Sen Ne Güzel Şeysin!

 


            Sosyal medya hayatımıza çok hızlı bir şekilde girdi. Günümüzde insanımızın aktif olarak kullandığı birçok sosyal medya platformu var. Akıllı telefon ve tabletlerin artmasıyla da her an ulaşılabilir oldu bu sosyal mecralar. Günlük yaşamın içerisinde sosyal medya hesaplarını kontrol etmek veya boş kalınan ilk anda bu platformlara göz atmak neredeyse birçok kişinin rutin davranışı haline geldi artık.

            Hız ve haz çağı diye de tanımlanan çağımızda, hayra da şerre de ulaşmak bir tık kadar ötemizde. İnternet ve sosyal medya yoluyla toplumda birçok hayırlı işler yayılabildiği gibi Peygamberimiz'in (sav) "malayani" diye isimlendirdiği, kimsenin işine yaramayacak, boş uğraşlar da artabiliyor. Malayani kabilinden olan bu anlamsız davranışlar sosyal mecralarda görüle görüle toplumda zamanla normalleşebiliyor. Daha da kötüsü bu mecralar bazen de kötülüğün yayılmasında da araç olarak kullanılabiliyor.

            Sosyal medya mecralarında bazen çok tuhaf şeyler, sosyal medya ağzıyla trend veya viral olabiliyor. Birbirine benzeyen videolar farklı kişiler tarafından çekilerek sosyal medya mecralarına servis ediliyor. Bu videolar, bazen sıradan hadiselerle ilgili olabilirken bazen absürt denilebilecek şakalar bazen de ahlakî sınırları zorlayabilecek tarzda paylaşımlar şeklinde olabiliyor. Sosyal mecralarda viral olan videolarda bazen dinî bazı kavramlar kullanılarak bu kavramlar hafife alınıyor veya değersizleştirilebiliyor. Değersizleştirilen veya alaya alınan dinî kavramlara şükür, sabır, edep gibi kavramlar örnek verilebilir.

            Son dönemlerde sosyal medyada viral olan ve edep kavramını değersizleştirdiğini düşündüğüm bazı videolar "Edep Sen Ne Güzel Şeysin" başlığıyla paylaşılmakta. Başlığı olumlu bir izlenim veren bu paylaşımlarda edep kavramı hafife alınıyor. Bu paylaşımlardan birinde kendine restorandan pide söylemiş ve bu pideyi yiyen bir kadın, "dünden kalan yemek akşama eşime de kalsın diye kendime restorandan pide söyledim, edep sen ne güzel şeysin" diyor. Başka bir paylaşımda açık giyinen bir kadın "üstümü açık giyersem altımı kapalı, altımı açık giyersem üstümü kapalı giyiyorum, edep sen ne güzel şeysin" demekte. Başka biri "araba kullanırken hiç sağa sola bakmam, edep sen ne güzel şeysin" diyerek edep kavramını değersizleştirmeye çalışıyor. Bu paylaşımları yapanların genelde kadın olması da dikkat çekici bir diğer unsur. Halbuki edep, insanın hataya düşüp utanılacak şeyler yapmasını önleyen, yerinde ve ölçülü davranmasını sağlayan meleke, söz ve davranışlarda ölçülülük, her hususta haddini bilip sınırı aşmamak, terbiye, nezaket" olarak tanımlanırken, edepsizce davranışta bulunduklarını düşündüğüm bu kişiler, yaptıkları bu davranışlarıyla edep kavramını değersizleştirme edepsizliğini göstermektedirler.

            Bilerek veya bilmeyerek, dinî yönü de olan edep, şükür, sabır ve benzeri kavramların sosyal mecralarda daha fazla izlenme almak veya daha fazla tıklanma gibi kaygılarla değersizleştirilmesi dinî ve kültürel açıdan en hafif tabiriyle edepsizliktir. Yazımızı Yunus Emre'nin bir şiiriyle bitirelim...

            Gezdim Haleb'i, Şam'ı

            Eyledim ilmi talep

            Meğer ilim bir hiç imiş

            İlla edep, illa edep


Ölmeyecek Meslek


            Kapı, pencere imalatı işi 'ölmeyecek meslek' demişti babası. Onu ilkokulu bitirir bitirmez Nurettin Usta'nın yanına çırak olarak vermişti. İlkokulu yeni bitirmiş olmasına rağmen gürbüz bir çocuktu İlker. İlkokuldan sonra ne onu okutabilecek maddî gücü vardı babasının ne de İlker'in ilerisini okumaya kabiliyeti. Hem Nurettin Usta da babacan bir adamdı. Hem ufak tefek harçlığımı kazanır hem de meslek öğrenirim diyordu İlker de. Yıllar içerisinde mesleği öğrenmişti de. Çam tahtaları kesiyor, biçiyor; kapı, pencere ve kasa imal ediyorlardı. Tamamen el işçiliğine dayanıyordu meslekleri. Tabi ki yıllar içerisinde makineler de girecekti hayatlarına. Böylece daha da kolaylaşacaktı yaptıkları işler.

            Çok yoğun çalışıyorlardı. Bazen işleri çıkıştıramayıp akşam mesaiye kaldıkları bile oluyordu. Ne de olsa hiç kimse kapısı penceresi olmayan bir evde yaşayamazdı. Her gün erkenden gelir ve dükkanın kepenklerini kaldırırdı İlker. Çay suyunu ocağa koyar ve ustası gelene kadar yapılması gerekli bazı hazırlıkları yapardı her gün. Dükkan açıldıktan bir müddet sonra ustası çay yanında yenebilecek poğaça, simit gibi yiyeceklerle dükkana gelir ve beraber kahvaltı ederlerdi. Sonrasında işe girişilir ve öğle ezanına kadar neredeyse hiç ara verilmeden çalışılırdı. Ustası eve yemeğe giderken, İlker dükkanda kuru ekmeğe talim ederdi. Bazen ekmeğin yanına, bulursa zeytin, peynir belki. Öğleden sonra yine aralıksız çalışılır ve ikindi de muhakkak bir çay molası verilirdi. İkindi çayı sonrası pervaz, kapı çakma, freze, torna vb. işlerle devam ederdi çalışma karanlığa kadar. Akşam son iş olarak dükkanı süpürürdü İlker ve sokak lambalarının ilk huzmeleri altında yorgun argın eve giderdi.

            İlker eve geldiğinde çoğu zaman evde de yiyecek bir şeyler bulamazdı. Annesi vefat etmiş, ablası evlenmiş, İlker yaşlı babasıyla beraber kalakalmıştı viraneyi andıran evlerinde. Ablası bazen evi temizlemeye, yemek yapmaya geliyorsa da ne kadar yetişebilecekti ki ihtiyaçlarına? Ne de olsa el kapısındaydı. Gelirken fırından aldığı sıcak ekmeğin yanına yapabildiği kadarıyla bir şeyler hazırlamaya çalışırdı İlker ve babasıyla beraber yerlerdi fakir sofralarında. Babası uzun yıllar evvel köyde geçinemeyince şehre göç etmişti. Yıllarca onun bunun yanında yevmiye çalışmış, kazandığıyla da ancak karınlarını doyurabilmişlerdi. En azından evleri kira değildi. Eski püskü de olsa başlarını sokabilecekleri bir gecekonduları olsun vardı. İlker'in aldığı haftalık haricinde gelirleri de yoktu. Bazen eşten, dosttan, komşulardan yardım edenler olurdu. Özellikle Ramazan ayında daha bir cömert olurlardı. Babası yıllarca ağır işlerde çalıştığı için ezilmişti. Yaşlılık dönemi de o nedenle zor geçiyordu. Bazen böyle olurdu bu işler işte. Çok çalışan çok kazanmazdı ya hep...

            İlker bazen inşaatlarda geçirirdi günlerini. Dükkanda imal edilen kapı, pencere ve kasaların montaj işleri olurdu haliyle. Dükkandan kamyonete yüklenen kapı, pencere ve kasalar inşaata götürülür, araçtan indirilir ve inşaata çıkarılırdı. Bazen ikinci kat bazen beşinci kat olurdu nasipteki. Kat sayısı arttıkça sırtta daha da ağırlaşırdı yük. Ağaç çivilerle sabitlenirdi henüz sıvası dahi olmayan duvarlara kapı ve pencereler. Hele rüzgarlı günlerde yüksek katlarda daha bir zor olurdu yaptıkları iş. Üstüne üstlük yağışlıysa hava, inşaata kapı ve pencereleri taşıma sırasında ıslanmışlarsa bir de... O boş kapı ve pencereler arası oluşan cereyanlı hava sanki insanın içini deler geçerdi. O nedenle kazaklar, montlar kat kat giyilirdi inşaata gidilecek günler. Her ne kadar ateş de yakılmış olsa inşaatta, ateşin başında ısınırken bir tarafın ısınırken diğer tarafın yine donardı. Ateşe sırtını verip kızdırsan da yüzünü dönünce tekrar ateşe sırtın tekrar hiç ısınmamış gibi olurdu. Sıcakla ilk temas ettiğinde soğuktan morarmış eller sızım sızım sızlardı. Zor işti velhasıl yaptıkları... Para kazanmak zordu, hayat zordu. Fakat devam etmeliydi...

            Yıllar yılları kovalamıştı. Artık kocaman bir delikanlıydı İlker. Nurettin Usta dert yanıyordu işsizlikten. Nasıl olmuştu da birden bire işler bu hale gelmişti? Artık kimse ahşap kapı doğrama işi yaptırmıyordu. Ahşap pencere ve kasalar PVC'ye, el işi ahşap kapılar ise Amerikan tipi kapılara yenik düşmüştü. İnsanlara hem kolay hem de daha ucuz geliyordu PVC ve Amerikan kapı. Amerikan kapı yapmayı denemişlerdi esasında fakat bu kapılar el emeği ahşap kapıların yerini nasıl tutabilirdi? İnsanların bu kapıları neden ve nasıl tercih ettiğine bir türlü anlam veremiyordu Nurettin Usta.

            Bir gün yine dükkanı açtılar erkenden. Çay demlendi. Çaylar içilirken kaç haftadır iş gelmediğinden bahis açtı Nurettin Usta ve İlker'e verdiği kararı açıkladı. Dükkanı kapatacaktı. Artık masraflara yetişemiyordu. Dükkanda bulunan makineleri köyünde bulunan eski evlerinin altındaki boş dükkana götürmeyi düşünüyordu Nurettin Usta. Köylülerden az çok iş bulabileceğini böylelikle bir şeyler kazanabileceğini ümit ediyordu. Kısa zaman içerisinde de bu düşüncesini hayata geçirdi Nurettin Usta. İlker'in ilkokuldan sonra her gün kapısını açtığı kapı artık kapanmıştı.

            Peki ya İlker? Şimdi ne yapacaktı? Elinde yılların ustası Nurettin Usta'ya dahi dükkan kapattıran bir meslek vardı. Kendilerini değişen koşullara göre güncelleyememişlerdi. İlkokul'dan sonra her sabah açmaya geldiği, ekmeğini kazandığı, acı tatlı hatıraların yaşandığı dükkan artık yoktu. Peki, şimdi ne yapacaktı? Yaşlı babasına nasıl bakacaktı? Nerede çalışacaktı? Ölmeye yüz tutmuş bir meslekle kalakalmıştı ortada. Bu yaştan sonra yeniden bir zanaat öğrenebilir miydi, bilmiyordu... Aklına babasının ilkokuldan sonra onu Nurettin Usta'nın yanına çırak olarak verirken söylediği sözler geldi. Ne demişti babası İlker'e? "İnsanlar kapısız penceresiz evlerde yaşayacak değiller ya! Ölmeyecek bir meslek bu..."