18 Haziran 2023 Pazar

Moda Karşısında Müslüman'ın Tavrı

 

Psikologlar insanların giyimlerinde tercih ettikleri renklerin psikolojileri ve ruh halleri hakkında bilgi verdiğini söylüyorlar. Tercih edilen renkler eğer ziyadesiyle koyu renkler ise bu renkleri tercih edenlerin daha karamsar içe dönük kişilikler olduğunu daha renkli giysileri tercih edenlerin ise daha dışa dönük ve neşeli tipler olabileceğini varsayıyorlar.

İnsanlık tarihi boyunca insanların giyim kuşamlarına bakıldığında her milletin kendince bazı giysiler geliştirildiği görülmektedir. Yaşadığı bölgenin iklim koşulları, hayat şartları ve inançları giyim üzerinde muhakkak etkilidir. Fakat bu eğilim son ikiyüz yıldır tüm dünyada azalım göstermiş son yıllarda ise neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Bundan yüzelli yıl önce dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri olarak düşünülebilecek İstanbul'da gezen bir kişi, insanların giyim kuşamlarından hangi milletten veya inançtan olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi.

Yıllar içerisinde iletişim kanallarının ve teknolojinin de artmasına bağlı olarak küreselleşen dünyada birçok şey tektipleştiği gibi kıyafetler de tektipleşmiştir. Artık insanların giyimlerine bakılarak hangi millete veya hangi inanç grubuna mensup olduğunu anlamak neredeyse imkansızdır. Teknolojinin ve küreselleşmenin ulaşamadığı Afrika veya Asya'da bazı bölgelerin haricinde, neredeyse her yerde herkes aynı şeyleri giymeye başladı. Afrika'da çekilen bir belgeselde sokakta top koşturan bir çocuğun sırtında Barcelona forması görmek mümkün veya birçok ülkede o ülkelerin çeşitli özelliklerini de üzerinde taşıyan yöresel kıyafetler sadece müzelerde sergilenmekte artık.

Peki, kim belirliyor giydiklerimizi? İsmine moda denen yapı şekillendiriyor tüm dünyanın giyimini artık. Paris, Londra, Los Angeles, Milano gibi merkezlerdeki tasarımcıların çizdiği çizgiler yönetiyor insanların giyimlerini. Hangi rengin daha moda olduğu, hangi tarz giysileri giymenin modaya uygun olduğunu bu insanlar belirliyor. Her yıl yenilenen moda renk ve tasarımlar insanların israfa girmelerine de yol açabilmekte. Bir önceki yıl alınan bir giysi sonraki yıl halen giyilebilir olduğu halde, modası geçtiği gerekçesiyle çöpe atılabiliyor. Satıcılar moda olmadığını düşündükleri veya onlara o senenin modası olmadığı söylenen kıyafetleri dükkanlarda dahi getirmemektedirler. Alıcı dükkana gittiğinde moda olup olmamasına bakmaksızın bir önceki yılın ürünlerini almak istese de dükkanlarda bulamayabiliyor. Veya bir önceki yıl giyilse moda olmadığı gerekçesiyle yadırganabilecek bazı renkler veya kıyafetler birkaç yıl sonra moda oldu diye eleştiren veya garipseyenler tarafından dahi rahatça ve beğenilerek giyilebilmektedir. İnsanların algılarının moda yoluyla nasıl yönlendirildiğinin de bir kanıtıdır aslında bu.

Peki, Müslüman'ın moda karşısındaki tavrı nasıl olmalıdır? İnancımızda erkeğin ve kadının vücudunun ne kadarını, nasıl kapatacağı belirtilmiştir. Bu sınırlar erkekler için göbek ve diz kapağı arasıyken kadınlar için ise el, ayak ve yüz haricinde kalan tüm bedendir. Esasında vücudun kapatılması gereken bölümlerinin hangi kıyafetlerle kapatılacağı noktasında bir zorlama veya baskı yoktur inancımızda. Fakat giysinin dar olmaması ve içini gösterecek kadar şeffaf olmaması esastır. Esasında bu sınırlar namazın farzlarından biri olan setr-i avretin aynıdır. Yani Müslüman'ın kıyafeti her an namaz kılabileceği tarzda olmalıdır. Her Müslüman kendi kültürel yapısına göre İslam'ın ilkeleri çerçevesinde giyinebilmektedir. O nedenle renk seçimi veya kıyafetin şekli İslamî usuller çerçevesinde kişilerin kültürel durumlarına göre zevklerine bırakılmıştır. Başka din mensuplarına benzemeyi hoşgörmeyen bir dinin mensubu olan Müslüman, insanları tekdüzeleştiren ve bazen de inancının gereği olarak yapması gerekenler noktasında sınırları zorlayabilecek moda karşısında da Kur'an ve sünnet filtresini göz önünde bulundurmalıdır. Eğer giysiler veya giyinme ile ilgili tutumlarımız Kur'an'a ve sünnete uygunsa bu davranışlar devam ettirilebilir. Fakat dinî hassasiyeti olan Müslüman bir birey, her ne kadar moda olduğu gerekçesiyle bazı şeyleri yapıp yapmama, bazı kıyafetleri giyip giymeme hususunda sosyal baskıya -mahalle baskısı da denilebilir- maruz kalsa da Kur'an ve Sünnet çizgisinden ayrılmamalı ve bu baskıları boyun eğmemelidir.


11 Haziran 2023 Pazar

Haz, Mutluluk, Huzur


Modern insan haz, mutluluk ve huzur kavramlarının hayatındaki yeri ve yansımaları hakkında kafa karışıklığı yaşıyor kanaatimce. Anlık zevkler veya kısa süre sonra ortadan kalkacak arzuları önceleme olarak tanımlanabilecek haz daha ziyadesiyle nefsî olarak düşünülebilir. İslam anlayışında yer alan nefis mücadelesi esasında bu anlık zevklerin insanın iradesince frenlenmesi anlamına gelmekte. Peygamberimizin nefis mücadelesini “büyük cihad” olarak tanımladığını, Kur'an'da hevalarını ilah edinenlerin yerildiği, nefs-i emmarenin kötülüklerinden bahsedildiği bilinmektedir. Eski Yunan filozoflarından Aristippos ve Epikuros tarafından ortaya konan ve Türkçe'ye “hazcılık” olarak çevrilen “hedonizm” insanın haz aldığı şeyi doğru kabul eden ve her zaman kişiye haz veren şeye yönelmenin gerekli olduğunu ifade eden bir anlayıştır. Günümüz insanının bir kısmında bu anlayışın hakim olduğu ve insanların eyyamcılık olarak ifade edebileceğimiz şekilde günlük yaşadıklarını sanki yarınları yokmuş gibi, amaçsız gibi yaşadıklarını maalesef görmekteyiz.

Anlık zevklerin esiri olmadığını düşünen veya hakikaten böyle olmayan insanlar da mutluluğun peşindeler. Mutlu olmak veya hayatını mutlu olarak geçirmek için insanlar yoğun uğraş vermekteler. Hatta bazıları bu amaç uğruna profesyonel destek almakta, psikolog ve psikiyatrist kapısı aşındırmakta. İnancımız dinin amacının dünya ve ahiret mutluluğu olduğunu vaz ederken insanların neden mutlu olamadıklarını veya mutlu olmak için neden bu kadar arayışta olduklarını belki de insanların dine karşı olan konumlarıyla bağlantılı düşünmek gerek. Modern insanın İslam'a karşı kendini konumlandırdığı yer, belki de ne kadar mutlu olabileceğinin de bir göstergesi.  Dine yakın olma, dinî bir yaşantı sürme, mutluluğu bize yaklaştırabilir çünkü insanı yaratan Allah, onun fıtratını, özünü, yapısını en iyi bilendir. “O halde dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir inancın mensubu olan Müslümanların yaşadığı ülkeler ne kadar mutlu?” diye bir soru akla gelebilir -ki gelmesi de normaldir- Dünyada yapılan mutluluk araştırmalarında genelde nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde mutluluk endeksleri düşük çıkmakta. Burada insanların mutluluktan ne anladıkları da önemli olmakla beraber, insanlara saadeti vaat eden bir dinin mensubu olma iddiasında olanların o inancı ne kadar yaşadıkları da etüt edilmelidir.

İnsanın aradığı şey belki de mutluluktan da öte huzurdur. Eğer huzur yoksa insanı mutlu edecek şeyler de insanı belli bir yere kadar tatmin edebilir. Huzur belki de anlamlı bir hayatın sonucu olarak ortaya çıkmakta. Kur'an'dan öğrendiğimiz birçok peygamber toplumlarıyla sıkıntı yaşadılar ama Rablerinin isteğini yerine getirmenin huzuru vardı muhakkak içlerinde. Hz. Yusuf kuyuda mutlu değildi ama huzurluydu. Hz. Musa kavmiyle yıllarca çöllerde hayat sürerken sıkıntı içerisindeydi ama huzurluydu. Hatta Rabbinin emirlerini tebliğ ettiği için şehit edilen Hz. Zekeriya can verirken muhakkak ki mutlu değildi ama huzurluydu.

O halde şunu söylemek lazım... İnsanı gerçek manada mutmain eden, kalbini,ruhunu, gönlünü ferahlatan şey ne anlık hazlar ne de mutlu olduğunu düşündüğü anlar. İnsanı ancak anlamlı bir hayat, her ne kadar çeşitli sıkıntılarla dolu olsa da bir ideal uğruna verilen çaba tam manasıyla teskin edebiliyor. “Acıyı bal eylemek” de böyle bir şey olsa gerek...


Kur'an'ın İlk Emri Oku Mu?

 Eskiden beri çokça duyduğumuz bir cümle olduğunu düşündüğüm “Kur’an’ın ilk emri oku” ifadesi doğru mudur veya ne kadar doğrudur?

Peygamberimize ilk vahiy Nur Dağı’nda bulunan Hira Mağarası’nda geldi. Kur’an-ı Kerim’de Alak suresinde yer alan bu ayetler surenin ilk beş ayetini oluşturmaktadır. Surenin geri kalan ayetleri ise daha sonradan indirilmiştir. Bu surenin ilk ayeti genelde Türkçe’ye “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” şeklinde çevrilmektedir. Ayette geçen “oku” ifadesi çoğu zaman ön plana çıkarılarak “Kur’an’ın ilk emri oku” şeklinde ifade ediliyor. Fakat kanaatimizce burada bir ayrıntı kaçırılmaktadır. Ayetin Türkçe ifadesinin sadece yüklemi “oku”dur. Cümlenin öncesini görmezden gelip sadece yüklemine odaklanmak kanaatimize göre ayete çok dar bir bakışın ürünüdür.

Ayeti başından itibaren tekrar okuduğumuzda ayette verilen “Yaratan Rabb’inin adıyla” vurgusu bu okumanın nasıl olması gerektiği konusunda önemli bir metot ortaya koymaktadır. Ayetin başında ifade edilen “Yaratan Rabb’inin adıyla” ifadesinin ıskalanması manayı çokça daralttığı gibi aynı zamanda bir insana sadece ‘gel’, ‘git’, ‘bak’, ‘yap’ gibi emir kalıplarıyla seslenmek gibidir. Nasıl ki bir insana sadece ‘git’ dediğinizde ‘nereye gideyim’, ‘kiminle gideyim’, ‘nasıl gideyim’ gibi birçok soruya muhatap olursunuz; işte aynı bu şekilde de bir kişiye sadece ‘oku’ dendiğinde ‘ne okuyayım’, ‘neyi okuyayım’, ‘nasıl okuyayım’, ‘niçin okuyayım’ gibi birçok soruya muhatap olmanız kaçınılmazdır.

İnsan tabi ki okumalıdır. Kitapları okumalıdır, tabiatı okumalıdır, insanı okumalıdır, hayatı okumalıdır. Fakat bu okuma ayette vurgulanan şekilde, vurgulanan metotla olmalıdır. Bu okumalar ‘Yaratan Rabb’inin adıyla’ olmalıdır. Onun için olmalıdır, ona dair olmalıdır. Buradan sadece dinî içerikli kitapların okunması gibi bir mana da çıkarılmamalıdır. Zira okunması istenen sadece dinî içerikler değildir. Mülk suresinin 3. ayetinde belirtilen “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” hitabı kâinat kitabının da okunması gerekliliğini göstermektedir. Ayrıca Zariyat suresi 47, Rahman suresi 33, Necm suresi 1, İnşikak suresi 19, Enbiya suresi 32, Mülk suresi 16 ve 17, Yasin suresi 38-40 gibi birçok ayet sadece yeryüzünün değil gökyüzünün, uzayın da insanlar tarafından okunması lazım gelen bir kitap olduğunu ortaya koyar.

 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” ayetine muhatap olan insan neyi, niçin okuması gerektiğinin farkında olmalıdır. Bazılarının söylediği ‘oku da neyi, nasıl okursan oku’ gibi bir yaklaşımın bazı olumsuzluklarının da olabileceği unutulmamalıdır. Bedenimizin beslenmesi, güçlenmesi için tükettiğimiz faydalı gıdalar olduğu gibi bedenimize zarar veren hatta zehirleyici ve kesinlikle uzak durulması gereken gıdalar da vardır. Nasıl ki vücuda zararlı hatta vücudu zehirleyici gıdalar varsa okuma noktasında da zararlı hatta zehirleyici okumalar olabilir. “Eğer bilmiyorsanız bir bilene danışın (Nahl suresi, 43)” emr-i ilahîsi uyarınca bu okuma yolculuğu belki de bir bilenin rehberliğinde yapılmalı. Ve beyne zararlı ve hatta zehirleyici olan şeyler belki de hiç okunmamalı veya bazı kişilerce hiç okunmamalı. Peygamberimizin bolca yaptığı dualardan biri olarak rivayet edilen “Faydasız ilimden sana sığınırım (Tirmizi, Daavat, 68)” duası belki de buna işaret etmekte.

Son yıllarda belki de tarihte hiç olmadığı kadar basılı yayın olduğu gibi aynı zamanda internet sayesinde birçok yazılı materyale ulaşmak veya dijital cihazlar yoluyla bunları kaydedip okumak mümkün. Bir bilgisayarın bir kütüphane dolusu kitabı alabildiği bir çağda neyi, nasıl okumanın gerekliliği daha da önemli hale geldi. Bilgiye ulaşmanın hiç olmadığı kadar kolay olduğu çağımızda, insanların algıları kolaylıkla maharetli eller tarafından yönetilebilirken aynı zamanda kafa karışıklığına da yol açabilecek birçok yayın, kolaylıkla ulaşılabilir haldedir. Böyle bir ortamda yapılacak okumaların muhakkak daha da dikkatli olması gereklidir.

 Okumayı beynin gıdası olarak değerlendirirsek eğer; nasıl ki karnımızı doyururken sürekli abur cubur yemek bedene zarar veriyorsa sürekli abur cubur bilgi ve kitap okuma da beyne zarar verebilir. Yemek yemede nasıl ki bir usul varsa okumada da bir usul olmalıdır. Ve yaptığımız okumalar “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” emr-i ilahîsine uygun olmalıdır. Ayrıca bu ayetin bir teklif cümlesi değil bir emir cümlesi olduğu da unutulmamalıdır.

15 Nisan 2023 Cumartesi

Eşik


Kapının önüne kadar zorlukla gelebildi. Kapının karşısında, kalabalık koridorda flulaşan sesler ve görüntüler arasında öylece kalakaldı. Sanki zoraki, bir el onu oraya kadar getirmiş ve o elin etkisi üzerinden kalkınca oracıkta öylece kalakalmıştı. Bırak bir adım daha atmayı kolunu dahi kaldırabilecek mecali kendinde hissetmiyordu. Ağzı, boğazı kupkuru, avuçları ise aksine ter içerisindeydi. Birden kendinden geçer gibi oldu, soğuk bir ter boşandı üstünden. Gözleri dalgınlaştı. Mazide bir anı arar gibi oldu ve yine o ana sabitlendi. Herkesin hayatında bazı önemli kırılma noktaları vardır ya hani... Hayatının kırılmayı bırak paramparça olduğunu hissettiği o güne gitti yine...

Kalabalıklar arasında yapayalnız hissetmişti o gün kendini. Çevresindeki birçok insan onu teselliye çalışıyordu. Bazıları başını okşuyor, bazıları ise babasının ne kadar güzel bir adam olduğundan bahsediyordu. Hiç kimse içinden kopan dağın farkında değildi. Hiç kimse yalnızlığını giderebilecek gibi de değildi. Hele toprağa konduğu ve her mezarının başına gittiğinde toprağını baba diye kucakladığı o an aklına gelince gözlerinden belli belirsiz yaşlar boşandı.

Bu yoksunluğu kim giderebilirdi ki? Bu boşluğu kim doldurabilirdi? Sana en yakınım diyen kişiler bile bu yoksunluğu gideremedi. Hep bir yanı eksik kaldı, hep... Her babalar günü geldiğinde okula gitmedi mesela, sokağa çıkmadı. Sokakta babasının elinden tutmuş yürüyen bir çocuğu her gördüğünde gözleri buğulandı, göğsü sıkıştı. Okuldan çıkışta arkadaşlarını babaları almaya geldiğinde hep böyle hissetti yine. Her sene, sene başında derse yeni giren öğretmenlerin “Baban ne iş yapıyor?” şeklindeki sorularına muhatap olmamak “Benim babam yok, öldü” dememek için türlü bahaneler uydurup ilk haftalar okula gitmedi örneğin. Ve bunu kimseye söyleyemedi. Ya şimdi, babasından sonra bir yoksunluğu daha gönlü kaldırabilir miydi? Bunu düşünmek bile istemiyordu. Tekrar yutkundu, kuruyan boğazını ıslatmak için.

Kalakalmıştı işte öylece... Ne ileri gidebiliyor ne de geri gidebiliyordu. Verilecek haberden korkuyordu belli ki... Bir de kendini korkusuz addederdi. Delikanlılığın da verdiği o deli kanlılıkla hiçbir şeyden korkmadığını zannediyordu. Belki de babasının yoksunluğundan doğan güven duygusu eksikliğini böyle kendini inandırarak tatmine çalışıyordu. Güçlü olduğuna kendini gerçekten inandırabiliyor muydu? Şimdi karşısında durduğu o kapının koluna dahi dokunmaya cesaret edemiyordu. Sanki kapının koluna dokunsa çökecekti kalbi.

Elini uzatıverdi sonunda istemsizce kapının koluna. Sanki eli vücudundan bağımsız hareket edivermişti. Kapı açıldı ve eşikten atıverdi kendini içeri. Karşısında odanın kapısını cepheden gören masasında elindeki evrakla ilgilenen doktor başını kaldırdı, bir an göz göze geldikleri doktorun gözleri yeniden düştü evraka. Belli ki vereceği haberin ağırlığından diye yorumladı ve onun da çöktü içindeki sarsılmaz zannettiği dağlar. Elleri titredi, dizleri titredi, içi titredi. Ellerinin titremesini durdurmak istercesine bir eliyle diğerine destek vererek ellerini birleştirdi önünde istemsizce. Boş gözlerle bakakaldı doktora... O da mı bırakacaktı onu? Babasının mezarının toprağını kucaklayan o kollar şimdi de annesinin toprağını mı kucaklayacaktı?

25 Nisan 2022 Pazartesi

Islak

 Islak

Kapıyı sessizce tıklattı. İçeriden gelen, duymakta zorlandığı "Gir" sesi sonrası odaya girdi. Masasında oturan ve bir şeylerle meşgul olan müdür yardımcısı, gelen kişi kim diye kafasını bile kaldırıp bakmadı. Öylece kalakaldı bir süre odanın ortasında. Zaman sonra çekingen bir eda ve kısık bir sesle; "Geç kağıdı alacaktım" dedi. Kafasını masasından kaldırmadan işiyle ilgilenmeye devam eden müdür yardımcısı bir hışımla; " Geç kağıdı yok demedik mi? Vaktinde geleceksiniz okula, çık dışarı" diye payladı onu. 

Sessizce çıktı odadan. Aslında kafasını kaldırıp baksaydı müdür yardımcısı, sicim gibi yağan yağmur altında okula yürüyerek gelmek zorunda olan, şemsiye ve kabanı olmadığı için sırılsıklam olmuş ve karşısında dal gibi titreyen çocuğu görecekti. Üstüne giydiği birbirine uyumsuz pantolon ve ceketin, birinin abisinin diğerinin de bir yakınlarının kullandıklarını ve artık üstlerine olmadıkları için onun giymek zorunda olduğunu, ayağındaki en az iki üç numara büyük ayakkabının da babasına geçici işçi olarak çalıştığı fabrikadan verildiğini bilmeyecekti belki ama yine de haline acıyacaktı belki de.

Müdür yardımcısı odasından sessizce çıktıktan sonra hızlı adımlarla sınıfının yolunu tuttu. Sınıfta derse geç kaldığı için tüm arkadaşlarının önünde fırça yiyeceğini ve ezilip büzülerek rezil olduğunu hissedeceğini bile bile adımlarını hızlandırıyordu. Hem belki çok hızlı giderse, öğretmenini henüz derse başlamamış olarak bulacak ve küçük bir ihtimal de olsa öğretmenin de eşref saatiyse eğer fırça yemekten kurtulacaktı. Sınıfın kapısına kadar geldi ve alelacele kapıyı çaldı. İçeriden gelen "Gir" sesi sonrası hızlıca içeri girdi. Karşısındaki İsmail Hocasıydı. Halbuki ders, öğrenciler arasında sertliği ve tavizsizliğiyle tanınan Ömer Hoca'nın olmalıydı. Ders programına yanlış mı bakmıştı, yoksa ders programı mı değişmişti onun haberi olmamıştı; bunların bir önemi yoktu. Karşısında Ömer Hoca değil de babacan tavırları ve zorluklar içerisinde okuyarak öğretmen olduğu belli olan ve belki de o nedenle halden anlayan tutumuyla İsmail Hoca'sını görünce ferahladığını hissetti birden. İsmail Hoca, onu bu halde sırılsıklam olmuş ve titrer halde görünce neden geç geldiğini dahi sormadan gürül gürül yanan sobanın yanında oturan bir arkadaşını kaldırarak onu hemen sobanın yanına oturttu. Yoklamayı da henüz almamıştı ve onu yok yazmayacaktı. İsmail Hoca hep böyle yapardı zaten. Öğrencilerin bir kısmının yaya olarak veya bisikletleriyle civar köylerden şehirde bulunan okula geldiklerini bildiği için ilk dersin yoklamasını on dakika geç alırdı hep. O gün de öyle yapmıştı.

Usulca yanına yaklaştı İsmail Hoca öğrencisinin. Neden geciktiğini sordu. Aslında her zamanki vaktinde çıkmıştı yola o gün de. Yola çıktığında hafiften yağmur çiseliyordu. Yanına şemsiyesini almamıştı. Zaten alsa da ne olurdu ki o şemsiyeden? Telleri kırık, ilk rüzgarda geri dönen çalı süpürgesi gibi bir şeydi. Kabanı olsa belki onu giyerdi üstüne ama o da yoktu. Yağmur hızlandıkça o da hızlanmaya çalışmıştı ama nafile... Hızlanmaya çalışan da sadece o değildi üstelik. Yanından hızla geçen bir araba yolun kenarında biriken suları kafasından aşağı bir kova suyu boca edercesine boca etmiş ve onu sırılsıklam hale getirmişti. Yağmurda ıslandığı yetmiyormuş gibi bir de arabanın yaptığı üstünde neredeyse kuru yer bırakmamıştı. Ne olup bittiğine dahi bakmayan şoför basıp gitmişti. Arkasından bakakaldığı arabayı sanki tanıyacak gibiydi bir yerlerden ama şimdi bunu düşünmenin hiç de sırası değildi. Hem tanısa bile neye yarardı ki; sırılsıklam olmuştu bir kere. Bütün olup bitene şahit olan fırıncı, onu fırına çağırmış ve birazcık ısınmasını söylemişti. 

Fırında üstünü değiştirebileceği bir şeyler de yoktu. Hem olsa bile değiştiremezdi de zaten. Çünkü okula farklı kıyafetlerle gidenleri almıyorlardı. Kıyafetin rengine çok dikkat edilmese bile ceket, pantolon, gömlek ve kravat muhakkak olması gerekenlerdi. Fırında biraz ısınmış ama hala üstü ıslaktı. Bir müddet sonra fırıncıya saati sordu. Dersinin başlamasına on dakika kaldığını fark edince hemen fırından ayrıldı ve hızlı adımlarla okulun yolunu tuttu. Geç kalacağı besbelliydi. Fırında epey zaman kaybetmişti ve okula en az yirmi dakikalık daha yolu vardı. Adımlarını daha da hızlandırdı. O adımlarını hızlandırdıkça sanki yağmur da hızlandırılıyordu. Ya da ona öyle mi geliyordu. Normal zamanda yirmi dakikada alacağı yolu, sırtındaki kitap, defter, atlas, flüt, iletki takımının bulunduğu ve eşofman takımlarının da tıka basa üstüne basalandığı çantasına rağmen on beş dakikada almıştı. Çantasında spor ayakkabıları yoktu, belki onlar da olsa çantası daha da ağır olabilirdi ama zaten spor ayakkabıları hiç olmamıştı ki...

Okulun kapısından girer girmez hızlı adımlarla müdür yardımcısının odasına gitmiş oradan yediği azarla hızlıca sınıfına gelmişti. Ders başlayalı henüz beş dakika olmuştu. İsmail Hoca bütün olup biteni dinledikten sonra onun sobanın başında biraz daha ısınmasına müsaade ederek dersine devam etti. İkinci ders de İsmail Hocanındı. İkinci derste de ona sobanın hemen yanında oturması için müsaade etti hocası. Zaten teneffüste de hiç ayrılmamıştı sobanın başından. Hocası sayesinde mutlak bir hastalıktan kurtulmuş, titremesi kesilmiş, nispeten de olsa üzerindekiler kurumuştu.

Ders sırasında yağmur kesilmiş ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Hava da öyle çok soğuk sayılmazdı. Havanın ısınmaya başlaması sebebiyle sobaya da odun atılmamış ve soba sönmeye yüz tutmuştu. Öğrenciler idare tarafından öyle tembihlenmişlerdi. Eğer hava güneşli olursa gün içerisinde sobaya odun atılmayacaktı. Böylece sınırlı olarak alınabilen yakacak kışı çıkaracaktı.

Dışarının ısındığını düşünerek ve biraz da güneşlenir, hava alırım düşüncesiyle arkadaşlarıyla beraber dışarı çıktı. Güneşin sıcaklığı üstüne vurdukça hoşuna gidiyordu. Bahçede öğrenciler o yana bu yana koşuşturuyor, bazıları da aralarında oyunlar oynuyorlardı. Bir grup sahanın her tarafı çamur içerisinde olmasına ve teneffüsün on dakika gibi kısa bir süre olmasına rağmen topun peşinde koşmaktan kendilerini alamıyorlardı. Arkadaşıyla kol kola girmiş bahçede gezinirken öğretmenlerin araçlarını park ettikleri alana doğru yürüdüler. O zamana kadar hiç dikkatli bakmadığını düşündü arabalara. Oysa ki bazı arkadaşları arabaların yanlarına kadar sokulur, kaç km yaptıklarına bakar; "Oğlum, Ahmet Hoca'nın arabası 200 basıyormuş" gibi sözler ederlerdi birbirlerine. Onun hiç öyle hayalleri ve merakları olamamıştı. Araçların yanından geçerken birden arabalardan birine dikkat kesildi. Evet, bu o arabaydı. Sabah onu ıslatan ve arkasına dahi bakmadan basıp giden araba buydu. Onu tanımıştı. Nasıl yani? Onu sırılsıklam eden ve arkasına dahi bakmadan çekip giden öğretmenlerinden biri miydi? Yanındaki arkadaşına arabayı göstererek, arabanın kimin olduğunu bilip bilmediğini sordu. Araba, sabah ona geç kağıdı vermeyerek odasından kovan müdür yardımcılarınındı...






  


17 Ağustos 2019 Cumartesi

Çarşamba'nın Unutulan Bir Değeri: Ferhat Akın

               


                 Ferhat Akın ya da gerçek adıyla Ferat Angun, Tekkeköy'de doğmuş şair, bestekar, ses ve saz sanatçısıdır. Müzik camiasında "Samsunlu Ferhat Akın" olarak da tanınmaktadır. 1972 yılında Almanya'ya işçi olarak gidene kadar on sekiz adet plak ve 1988 yılında da Almanya'da bir tane kaset çıkarmıştır. Kendisine ait yüzlerce şiiri bulunan Ferhat Akın bu şiirlerinden bazılarını türkü formunda bestelemiş ve seslendirmiştir. Kitabında yer alan diğer şiirler de genelde hece ölçüsüyle yazılmış ve bestelenmeye müsaittir. 1966 - 1972 yılları arasında Türkiye'nin birçok yerinde konserler veren, turneler gerçekleştiren bir sanatçıdır Samsunlu Ferhat Akın. O dönemlerde yine Samsunlu olan diğer bir sanatçı Yıldıray Çınar'la sık sık karşılaştırılır ve yarıştırılan Ferhat Akın'ın belki de en meşhur olan türküsü sözlerini kendisinin yazdığı ve bestesini de kendisinin yapmış olduğu "Gelin Oy" isimli türküdür. Bu türkünün bu denli meşhur olmasının sebebi 1986 yılında Yavuz Yalınkılıç'ın yönetmenliğinde çekilen ve başrollerinde Belkıs Akkale, Mahmut Hekimoğlu, Sümer Tilmaç, Erol Taş, Turgut Özatay, Aliye Rona gibi ünlülerin rol adlığı ve türküyle aynı adı taşıyan "Gelin Oy" isimli filmdir.
            Yıllar sonra Ferhat Akın, gündeme çok farklı bir şekilde tekrar gelecektir. Çıkış yaptığı yıllarda "Karadeniz'in Ricky Martin'i" diye isimlendirilen Davut Güloğlu'nun Şahin Özer'in sahibi olduğu Özer Plak şirketinden 2001 yılında çıkan "Nurcanım" isimli albümünde yer alan "Çarşamba Beyleri" ve "Başında Siyahım Var (Çarşamba Sallaması)" türkülerinin söz ve müziği Ferhat Akın'a ait olduğu halde "Çarşamba Beyleri" türküsü Rahmi Aydın'ınmış gibi albümde yer almış; "Başında Siyahım Var (Çarşamba Sallaması)" türküsü ise Davut Güloğlu'nun kendisininmiş gibi yer almıştır. Bu olay üzerine Şahin Özer ve Davut Güloğlu hakkında açılan maddî ve manevî tazminat davasında mahkeme Şahin Özer ve Davut Güloğlu'nu mahkum etmiş ve mahkeme türkülerin Ferhat Akın'a ait olduğu tekrar tescillemiştir.
            Ferhat Akın, gerçek ismiyle Ferat Angun, 1944 yılında Tekkeköy'de babasının satın alarak kendi elleriyle tadilatını yaptığı, eve dönüştürülmüş olan eski bir okul binasında dünyaya gelmiştir. Babası Tekkeköy'de lokanta işleten bir esnaftır. Doğduğu yıllarda II. Dünya Savaşı devam ettiği için Türkiye, ekmeğin dahi karneye bağlandığı zor günler geçirmektedir. Babasının lokantası da bu zorlu süreçten nasibini alır ve Ferhat Akın'ın babası lokantayı kapatmak zorunda kalır. Ferhat Akın'ın ablalarından biri Çarşamba'nın Beyyenice köyüne gelin edilmiştir. Babası dükkanı kapatmak zorunda kalınca eniştelerinin daveti üzerine ailecek Tekkeköy'deki varlıklarını satarak Beyyenice köyüne yerleşmiştir. Bu sırada Ferhat Akın iki buçuk yaşındadır.
            Ferhat Akın'ı müzikle buluşturan ise diğer bir ablasının eşi olan eniştesi olacaktır. Ferhat Akın henüz beş yaşlarında iken Tekkeköy'de evli olan ablasının yanına giderler. Eniştesi bir bağlama dükkanı açmıştır. Ferhat Akın orada bulunan küçük bir bağlamaya heves eder ve bağlama Ferhat Akın'a verilir ve böylece saz çalmayı öğrenir.
            Ferhat Akın ilkokula kaydolur. Nüfusta "Ferat" olarak yazılan ismi ilkokul kayıtlarına yanlışlıkla "Fırat" olarak geçecek ve hatta ilkokul diplomasında dahi "Fırat" diye yer alacaktır. Çarşamba'da o dönemki Yeşilırmak İlkokulu'na kaydolan Ferhat Akın, öğretmeninin derslerinde yardımcı olsun diye yanına oturttuğu bir kıza aşık olur. İsmi "S" harfi ile başlayan bu kıza şiirlerinde Ferhat Akın, "Senem" diye seslenmeyi uygun görmüştür. Sonraki yıllarda Çarşamba Şehit Nuri Pamir İlkokulu açılınca bu okula naklolur Ferhat Akın. Sevdiği kız da okulu bırakır. Sonrasında peşinden gidemez çocukluk aşkının... Sevdiği kızın zengin olması ve Ferhat Akın'ın ise ailesinin fakir olması sebebiyle anne-babası "Sen bu sevdadan vazgeç" derler Ferhat Akın'a. Ama Ferhat Akın yıllarca sevgiyi ve aşkı onunla anlatır şiirlerinde...
            Gurbete düşer yolları... Samsun'da bir kızla evlenir ve bu evliliğinden beş tane oğlu olur. Gençliğinde güreşe hevesli olan ve çevre köylerde yapılan etkinliklerde güreş tutan ve ayrıca kendi çaldığı bağlamaları imal edebilecek kadar marangozluğa da kaabiliyetli olan Ferhat Akın 1966'da İstanbul'a gelir. Müzik yapımcıları tarafından "Ferat Angun" ismi beğenilmeyince sahne ismi olarak "Ferhat Akın" ismini kullanır. Atakan Plaktan on beş, Ödemiş Plaktan üç olmak üzere on sekiz plağa arkalı önlü olmak üzere çoğunun sözlerini kendisinin yazdığı ve kendi bestelediği otuz altı türkü okur. 1972 yılında Almanya'ya işçi olarak gider. Bu yıllarda Türkiye'den uzaklaşmak durumunda kalan Ferhat Akın, Almanya'da da müzikten ayrı kalmaz. 1988 yılında Almanya'da yaşıyorken Alparslan Kasetçilikten bir yönünde yedi, diğer yönünde de yedi tane türkünün yer aldığı toplam on dört türküyü içeren bir de kaset çıkarır. Almanya'da Buchen isimli küçük bir şehirde yaşayan Ferhat Akın, burada saz kursları verir ve öğrenci yetiştirir. Avrupa'da bulunduğu zaman zarfında Almanya ve Avusturya'nın değişik yerlerinden davetler alır ve oralarda türküler söyler. 2016 yılında bazıları bestelenmiş, genelde hece ölçüsüyle yazılmış 324 şiirinin yer aldığı, konu olarak fakirlik, gurbet, adaletsizlik, din, aşk gibi konuları ele aldığı şiirlerinin bulunduğu "Senem" isimli bir şiir kitabı da yayınlayan Ferhat Akın, 2017 Ağustosunda tedavi görmekte olduğu Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 77 yaşında iken vefat etmiştir. Mezarı Çarşamba Beyyenice köyü mezarlığındadır.


Plakları ve Okuduğu Türküler

Atakan Plak  
1966  
Metelik, Çarşamba beyleri, Buraladan bir kız kaçtı (Karadeniz Güzeli), Maksiye bak Maksiye, Fakirlik 


1967
Çarşamba sallaması, Gurbet ocağı, Doktor, Sevemedim Sevdi eller, Telli Saz, Hadi kızım yandan 



1968 

 Çarşambayı Sel aldı, Sarmaşık Bülbülleri, Öğle ile ikindi arası, Aşık olmayan sürünmez 


1969

Hayat Yelkeni, Çarşamba Dedikleri, Allar giyer Allanır, Hanım Gelin, Bulanlara Müjde Var, Unuttun mu zalim beni 


1970
Boyu Uzun Beli ince, Güzel iyiye Düşemez, Beni yılan gibi soktun, Çekti bizi gurbet elin suyu toprağı 



1971 

 Telli Saz, Dalga Geçtim O Yarle, Peşime Düştü Gelinler Kızlar, Gelin Oy 


1972
Al Beni Yatağuna, Koydun beni sevdaya, Sazıma Vasiyetim, Yıldız 



Ödemiş Plak 
1972 
Ferhat Şirin İçin Dağları Deldi, Yosma Yavrum, Seveni sevene vermiyor Dünya, Annem 



Alparslan Kaset 
1988
Ben Atımı Nallatırım (Albüm İsmi)

A Kısmı
Ben Atımı Nallatırım, Sarı Kızda Tek Tek Vurur Zillere, Müjde Var, Sazıma Vasiyetim, Maksiye Bak Maksiye, Bulancak, Fakirlik
B Kısmı
Annem, Çarşambayı Sel Aldı, Peşime Düşüyor Gelinler Kızlar, Koydun Beni Sevdaya, Al Beni Yatağına, Allar Giyer Allanır, Doktor 

Yayınlanmış Kitabı

Ferhat Akın - Senem (Şiir Kitabı) 

İnci Ofset 
2016



Yararlanılan Kaynaklar
*Ferhat Akın - Senem, İnci Ofset, 2016.
*Ümit Angun (Ferhat Akın'ın oğlu)
*Atakan Plak 1972 Kataloğu
*Davut Güloğlu'na tazminat davası haberi için: https://www.yenisafak.com/arsiv/2001/kasim/13/a2.html

*Gelin Oy filmi ile ilgili bilgiler için: https://www.sinemalar.com/film/12001/gelin-oy



18 Ekim 2018 Perşembe

İmam Hatiplerin Tarihî Serüveni


- 1913 yılında İmam Hatiplerin ilk şekli sayılabilecek Medresetü'l-Eimme ve'l Hutaba (İmam ve Hatip Medresesi) açılmıştır.
- 1924 yılında dört yıllık ortaöğretim seviyesinde açılan İmam Hatip Mektepleri 1930 yılında öğrenci yokluğu (!) sebebiyle kapatıldı.
- Ülkemizde 1931-1949 yılları arasında hiç bir okul seviyesinde dinî eğitim verilmemiştir.
- 1949 yılında on aylık İmam Hatip Kursları açılmıştır.
- Günümüzde var olan İmam Hatip Okulları tarzında ilk okul Celaleddin Ökten'in (Celal Hoca) girişimleriyle 17/10/1951 tarihinde dört sınıf ortaokul, üç sınıf lise seviyesinde olmak üzere toplam yedi yıl olarak Başbakan Adnan Menderes, Millî Eğitim Bakanı A. Tevfik İleri'nin onaylarıyla İstanbul İmam Hatip Okulu açılmıştır. Okulun müdürü, öğretmeni, hademesi, hamalı velhasıl her şeyi Celaleddin Ökten olmuştur.
- İstanbul'da açılan ilk İmam Hatip, 1951 yılında ahşap bir ev kiralanarak faaliyete geçmiştir.
- Türkiye'de ilk açılan İmam Hatipler İstanbul, Ankara, Adana, Isparta, Konya, Kayseri ve Kahramanmaraş'ta birer tane olmak üzere yedi tanedir.
- İmam Hatipler ilk mezunlarını 1958 yılında verdi. İlk mezunların sayısı 193 kişidir.
- İstanbul İmam Hatip Okulu`nun ilk mezunları tarafından 1958 yılında “İstanbul İmam Hatip Okulu Mezunlar Cemiyeti” ismiyle bir dernek kuruldu. Bu dernek daha sonra "ÖNDER" adını alacaktır.
- 1960 darbesi gerçekleştiğinde 19 İmam Hatip vardı.
- 1971 yılında İmam Hatiplerin orta kısımları kapatıldı.
- 1960-1971 yılları arasında 43 İmam Hatip açılmışken 1971 muhtırası sonrası 30 İmam Hatip kapatılmıştır.
- 1973 yılında İmam Hatip Okullarının adı İmam Hatip Lisesi'ne çevrildi ve ilk defa İmam Hatip mezunlarına üniversite yolu açıldı. İmam Hatip mezunlarını ilk kabul eden üniversite Atatürk Üniversitesi olmuştur. Bu tarihe kadar İmam Hatipliler İmam Hatip sonrası dinî eğitim veren Yüksek İslam Enstitüleri ve 1949 yılında kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi de dahil üniversitelere girmek için fark dersleri vermek suretiyle ikinci bir lise diploması almışlar ve bu diplomalarla üniversitelere kabul edilmişlerdir.
- 1973-1975 yılları arasında bazı üniversiteler İmam Hatiplileri kabul ederken bazı üniversiteler kabul etmezler. Sorun 1975'te kısmen çözülür ve çoğu üniversite ve bölümün kapıları İmam Hatiplilere açılır.
- 1976 yılında Danıştay tarafından kız öğrencilerin de İmam Hatiplerde okuyabileceğine karar verildi.
-  1972-1980 yılları arasında 302 İmam Hatip açılmıştır. 1980 darbesi olduğunda ülkemizde toplam 374 İmam Hatip Lisesi bulunmaktaydı.
- 1983 yılında İmam Hatip Lisesi mezunları tüm üniversitelerin tüm bölümlerine girebilir hale geldi.
- 1985 yılında ilk Anadolu İmam Hatip Lisesi olan Beykoz Anadolu İmam Hatip Lisesi açıldı.
- 1990 yılında ilk defa sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim gündeme getirilir. Bütçe Komisyonunda görüşülen teklif komisyon başkanı Yusuf Bozkurt Özal'ın direnci sonucu reddedildi.
- 1994 yılında yapılan üniversite sınavlarında Kartal İmam Hatip Lisesi mezunu M. Önder Kıyıklık Fen puan türünde Türkiye birincisi oldu.
- 1980-1997 yılları arasında 164 İmam Hatip açılmıştır.
- 28 Şubat sürecinde 1997'de sekiz yıllık kesintisiz eğitim getirilerek İmam Hatiplerin orta kısmı kapatıldı.
- 1998 yılında daha önceki yıllarda üç yılda mezun olunan İmam Hatip Lisesi'nin lise kısmı dört yıla uzatıldı ve İmam Hatip Liseleri 1998'de mezun vermedi. 1999 yılında da lise üçe geçmiş öğrenciler de mezun edilerek 1999'da İmam Hatip Liselerinde iki sınıf birden mezun edildi. Bu yıl uygulamaya konulan katsayı engeli ve İlahiyatlardaki kontenjan sınırlamalarıyla birçok mezun mağdur edildi.
- 2002 yılında İmam Hatip Liselerinde okuyan kız öğrencilere de başörtüsü yasağı getirildi.
- 1997 - 2002 yılları arasında 52 İmam Hatip Lisesi kapatıldı.
- 2006'da öğrencileri tamamen yabancı öğrencilerden oluşan ilk Uluslararası İmam Hatip Lisesi açıldı.
- 2009 yılında katsayı adaletsizliğine son verilir fakat Danıştay alınan kararı bozar ve 0,13 ve 0,15 olmak üzere iki katsayı belirlenir ve İmam Hatiplilerin mağduriyeti 0,02 puana kadar düşer. 2010 yılında yeniden fark 0,03 puana çıkarılır.
- 2012 yılında getirilen 4+4+4 on iki yıllık zorunlu eğitim modeliyle İmam Hatip Ortaokulları İmam Hatip Liselerinden ayrı bir müdürlük olarak açıldı.
- 2012'de Belçika'da, 2013'de Danimarka'da, 2014'te Avusturya'da, 2012 yılından itibaren Türkiye Diyanet Vakfı'nın da katkılarıyla KKTC, Bulgaristan, Romanya, Kırgızistan ve Somali'de İmam Hatip Liseleri açıldı.
- 2013'te Kız İmam Hatip Liseleri açıldı.
- 2014'te Hafızlık Proje İmam Hatipler açıldı.
- 2014'te Arapça veya İngilizce hazırlık sınıfları olan Proje İmam Hatip Liseleri açıldı.
- 2002-2016 yılları arasında 755 İmam Hatip Lisesi açılırken 15 İmam Hatip Lisesi öğrenci azlığından kapatılmıştır.
- Millî Eğitim Bakanlığı 2017 - 2018 Eğitim Öğretim yılı istatistiklerine göre şu an ülkemizde 3286 İmam Hatip Ortaokulunda 723108 öğrenci, İmam Hatip Meslekî Açıköğretim Lisesinde okuyan öğrenciler de dahil İmam Hatip Liselerinde 1604 kurumda 627503 öğrenci öğrenim görmektedir. Ülkemizde ortaokullarda okuyan tüm öğrenciler dikkate alındığında İmam Hatip Ortaokullarında okuyan öğrencilerin tüm ortaokul öğrenci sayısına oranı %12.9, İmam Hatip Liselerinde okuyan öğrencilerin tüm lise öğrencilerine oranı ise %11'dir.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Osmanlı'nın Son Dönem Uleması İçinde Yer Alan Çarşambalı Alimler

          
              Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba, Trabzon vilayetine bağlı Canik sancağının kazasıdır. Tüm Trabzon vilayeti düşünüldüğünde Çarşamba, (Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba'nın idarî sınırları şu anki Çarşamba ilçesinin tamamını, Ayvacık ilçesinin büyük bölümünü, Salıpazarı, Asarcık ve Tekkeköy ilçelerinin bazı köylerini kapsıyordu.) vilayetin en önemli ilim merkezlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. 1904 yılı kayıtlarına göre Trabzon vilayetinin tamamında 60, Canik sancağında ise toplamda 23 medrese varken bunlardan 13 tanesinin Çarşamba'da bulunmaktadır. Yine aynı yılın verilerine göre Trabzon vilayeti genelinde 12 kütüphane bulunmakta ve bu kütüphanelerden de 6 tanesi Canik sancağında, Canik sancağındakilerin de 4 tanesi Çarşamba kazasında bulunmaktadır.

            Medrese sayısının fazlalığı ve kütüphane imkanlarının oluşu Çarşamba'yı civar kazalar arasında muhakkak ki öne çıkarıyordu. Böylesine bir ilim ortamının olması da Çarşamba'dan çeşitli alimlerin çıkmasına ortam hazırlamıştır. Şimdi bu alimlerden bazılarının hayatları hakkında bilgi vermeye çalışalım.  

            Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi
            Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi, H. 1264 yılında (M. 1848) Çarşamba'nın Biçme köyünde doğmuştur. Köy hocası Mustafa Efendi'nin oğludur.
            Köyünün sıbyan mektebinde Kur'an-ı Kerim Kıraati ve dinî ilimler tahsil ettikten sonra, Çarşamba Süleyman Paşa Medresesi'nde biraz Arapça sarf ve nahiv tahsili yapmış daha sonra Amasya’da tekrar Arapça nahiv ve dinî ilimler okuduktan sonra biraz da mantık dersi okumuştur. H. 1288'de İstanbul’a gelerek zamanın birkaç büyük üstadından yüksek ilimler tahsil edip Huzur Dersleri Muhataplarından (Ramazanlarda sarayda padişah huzurunda takrir olunan derslere hazır bulunan ilmiye sınıfına kullanılan bir tabir) Kayserili Sabık Müsteşar Hacı Derviş Efendi’nin dersine devamla kendisinden icazet almıştır.
            H. 1295'te yapılan Rüûs (Medrese tahsilini bitirip imtihanda başarılı olanlara verilen beraatın adı) imtihanında başarılı olmuş ve o yıl Beyazıt Camii Şerifi'nde öğretime başlayarak H. 1313 yılında ilk talebesine icazet vermiştir. Bundan sonra aralıksız eğitim öğretim faaliyetlerine devam etmiştir.
            H. 1303 de yapılan tedris-i ilmi feraiz imtihanında başarılı olarak Beyazıt Camii Şerifinde belirli zamanlarda vazifesine devam etmiştir. H. 1305'te yapılan Fetvahaneye giriş imtihanında dördüncü dereceden kazanarak o yıl Fetvahane Tahtani Pusla (Fetvahane "Pusla Odası", "Fetva Odası" ve "İlamat Odası" olmak üzere üç birimden oluşmaktaydı. Pusla Odasındaki yetkililer sorulan fetvaları bir pusula ile fetva odasına soralardı) odasına devamla H. 1306'da ikinci sınıfa tayin olmuş yine aynı yıl birinci sınıfa terfi etmiş ve H. 1307'de Fetvahane Fevkani Müsvedde odasına müdavim sınıfa kaydolmuş daha sonra kendisine istima’i muhakemat hizmeti de verilmiştir. H. 1322 de mülazım sınıfına (subaylık) kaydolmuş H. 1326 da Fetvahaneden ayrılmış ve H. 1326'da M. 16 Ekim 1908'de 83 oyla Canik (Samsun) mebusu (milletvekili) olarak Meclis-i Mebusan'a  girmiştir. İkinci ve dördüncü devrede de milletvekilliği görevini sürdürmüştür.
            Huzur Derslerine H. 1322 – 1326 da muhatab , H. 1327'den 1331 yılına kadar mukarir (Ramazan aylarında sarayda ders okutan alimlere verilen isim) olarak katılmış, muhatablığında dördüncü rütbeden Mecidî ve Osmanî nişanları ile taltif olunmuştur. İbtidai Hariç İstanbul Müderrisliği ile başladığı medrese hocalığını, medrese hocalığının en üst mertebelerinden biri olan Hâmise-i Süleymaniye mertebesine kadar terfien sürdürmüştür.
            Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin kabri Fatih Camii türbe kapısının yanındaki hazirenin en sonunda bulunmaktadır. Mezar taşı kitabesinde: "haza kabru ustaz’ilkül Çarşambavî el-Hac Ahmet Hamdi Efendi ruhiçün lillahil Fatiha, sene 1330, 29, Ramazan" yazılıdır. 
            Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin icazet verdiği en meşhur öğrencilerinden biri İsmailağa Cemaatinin önderi Mahmut Ustaosmanoğlu'nun hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi'dir. Diğer öğrencileri arasında Prof. Dr. Şerif Mardin'in akrabalarından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden Ebül'ula Mardin ve Osmanlı'nın son dönem hattat ve ressamlarından olan Mimarzade Mehmet Ali Bey bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden olan ve 1960 darbesiyle görevine son verilen akademisyenler içerisinde olan Kemalettin Birsen, Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin oğludur.
            Çarşambalı Hüseyin Hüsnü Efendi
            Çarşamba ilçesi Şer'iyye Katibi Hacı Mahmut Efendi'nin oğlu olarak h.1289 (m.1872) yılında Çarşamba'da doğmuştur. Çarşamba ve Samsun'da bulunan çeşitli medreselerde tahsil görmüştür. 12 Haziran 1311'de Samsun Şer'iyye Mahkemesi 2. katipliğine tayin olunmuş, 21 Mayıs 1313'te de başkatip olmuştur. H. 1325 senesinden 1327'ye kadar Maraş Andırın'da ve 1328'den 1330'a kadar da İçel'e bağlı Ayaş Nahiyeleri niyabetinde bulunmuştur.1 Mayıs 1328'den itibaren de Makrî (Fethiye) ilçesi niyabetine tayin olunmuştur. 28 Kanunisani 1329 (25 Ocak 1914) tarihinde Ünye kadılığına tayin olunmuştur.
            Çarşambalı Mehmet Emin Efendi
            Çarşamba Müftülüğü ve Niksar Niyabeti yapmış bulunan Çakırzade Mustafa Rüştü Efendi'nin oğludur. H. 1266 (Aralık 1849) yılında Çarşamba Orta Mahallede doğmuştur. İlk öğreniminden sonra Hazinedarzade Osman Paşa Medresesi'nde okumaya başlamıştır. İlk olarak Terme'de niyabete başlamış; Alaçam'da niyabette bulunduktan sonra Niksar Şer'iyye Mahkemesine tayin olunmuştur. Babasının vefatı üzerine Çarşamba'ya geri gelmiş ve H. 1292 (1874) yılında Çarşamba Şer'iyye Mahkemesi katipliğine tayin olmuştur. H. 1301'de Sivas Vilayeti Merkez Şer'iyye Mahkemesi katibi olmuştur. Niyabete kabulüyle beraber Teşrinievvel 1300 (1884) yılında Sivas Gürün Naibi olmuştur. Daha sonrasında ikişer yıl aralıklarla Milas (Hamidiye), Tenûs, Islahiye, Koçgiri, Hafik, Bafra, Çarşamba, Tirebolu, Ordu, Sarmaşıklı (Bünyan-hamid) ve Aziziye kazaları niyabetinde bulunmuştur. En son Ağustos 1328'de (1912) Alucra kadılığına tayin olmuş ve Eylül 1330'da (1914) emekliye ayrılmıştır.
            Çarşambalı Mehmet Emin Efendi'ye İbtidaî Dahil Edirne müderrisliği ruûsu verilmiştir. Daha sonra, İzmir, Edirne Paye-i Mücerredi ve Mahreç Payesi (Paye-i Mücerredi ve Mahreç Payesi ilmî yönden kendini kanıtlamış ulemaya verilen payelerdendir) ile taltif edilmiş ve kendisine dördüncü rütbeden Osmanlı Nişanı verildi.  
            Çarşambalı Mustafa Hilmi Efendi
            Mehmet Ağa'nın oğlu olarak Mart 1269'da (Mart 1853) Çarşamba'nın Alibeyli köyünde doğmuştur. İlk öğreniminden sonra Çarşamba'da bulunan Arnavut Ali Bey Medresesi'nde Çarşamba eski Müftülerinden Müderris (öğretmen) Ali Zihni Efendi'den ders okumuştur. 1288'de Amasya'ya gitmiş ve orada  Müderris Şirvanîzade Hacı Mustafa Efendi'den ders okumuştur. Hocasından 1299 yılında icazetname aldıktan sonra burada Müderris Erzurumlu Ömer Efendi'den de Feraiz (Miras Hukuku) okuyarak icazet almıştır.
            1300 (1884) yılında Çarşamba'da bulunan Osman Paşa Medresesine müderris olarak tayin olunmuş burada bir süre görev yaptıktan sonra henüz 33 yaşında iken Mart 1302 (1886) yılında Çarşamba Müftüsü olmuştur. Şahsına İbtida-i Hariç Edirne Müderrisliği, Hareket-i Altmışlı ve Musıla-i Süleymaniye terfileri verilmiştir.
            28 Kanunisani 1321'de (1905) Çarşamba Müftüsü olarak görev yapmakta iken müftülük görevinden azledilmiştir.
            Çarşambalı Osman Fevzi Efendi
            Rum Mehmet Paşa ahfadından (torunlarından) Çarşambalı el-Hac Süleyman Sabri Efendi'nin oğlu olarak H. 1257 (1842) de Çarşamba'da doğmuştur. Çarşamba'da ilk öğrenimini gördükten sonra medresede Arapça ve dinî ilimler okumuş, feraiz (miras hukuk) okumuş ve iki icazetname almıştır. H. 1271 yılında İstanbul Bab Mahkemesi'ne girmiş ve Hz. 1289'da Boğazlıyan daha sonra Kastamonu'ya bağlı Ereğli, 1297'de Merzifon, 1300'de Goryan, 1304'de Tirebolu, 1306'da Marmara Ereğli, 1307'de Tırnova, 1309'da Buka, 1314'de Baalbek, 1317'de Umran, 1323'de Eceabat niyabetinde bulunmuş Haziran 1325'de (1909) görevden ayrılmıştır.
            H. 1295'te taşra ruusuna erişmiş ve Muharrem 1309'da (1891) Müsila-i Süleymaniye müderrisliği derecesine terfi etmiştir.
***
            Ebül'ula Mardin, "Huzur Dersleri" adlı kitabında Ramazan aylarında sarayda yapılan huzur derslerine katılan alimlerin isimlerini listeler halinde vermektedir. "Çarşambalı" ön adıyla burada kayıtlı birçok isim bu kitapta yer almakta ve Ebül'ula Mardin, ismi anılan bazı alimlerin hayatları hakkında da bilgi vermektedir. Fakat anılan kişilerin tamamının hayatları hakkında kitapta bilgi verilmediğinden "Çarşambalı" olarak nitelenen bu kişilerin İstanbul Fatih'te bulunan Çarşamba semtinden mi yoksa Samsun Çarşambadan mı oldukları tam anlaşılamamaktadır. Bu isimlerden bazıları şöyle: Çarşambalı Muhammed Efendi (Ayaklı Kütüphane diye meşhur), Çarşambalı Said Efendi, Çarşambalı Mustafa Efendi (H. 1247'de saray hocalığına tayin edilmiş, Yeniçeri ocağı kaldırılırken de sarayda hazır bulunanlardandır.), Çarşambalı Mehmed Efendi, Çarşambalı Mehmed Said Efendi, Çarşambalı Hacı Muhammed Said Efendi, Çarşambalı Veliyyüddin Efendi...
Not: Yazının hazırlanmasında Ord. Prof. Dr. Ebül'ula Mardin'in "Huzur Dersleri" (İsmail Akgün Matbaası, İstanbul, 1951.) adlı eserinden ve  Sadık Albayrak'ın "Son Devir Osmanlı Uleması 1-5" (Medrese Yayınevi, İstanbul, 1980.) adlı eserinden istifade edilmiştir.

           

19 Nisan 2018 Perşembe

Bir Başka Açıdan Arz-ı Mevûd (Vadedilmiş Topraklar)


              Arz-ı Mevûd veya Vadedilmiş Topraklar ifadesi, Yahudilerin Allah'ın kendilerine vaat ettiğine inandıkları toprakları isimlendirmek için kullandıkları bir ifadedir. Bu topraklar Siyonist Yahudiler tarafından kabaca Nil nehri ile Fırat nehri arasındaki topraklar diye tarif edilmektedir. İsrail'in bayrağında kullanmış olduğu iki mavi çizgi de bu iki nehri sembolize etmektedir. Ve bilinenin aksine tüm Yahudiler değil sadece Siyonist Yahudiler "arz-ı mevûd"u kafaya takmış vaziyettedirler. Yani dünyadaki Yahudi nüfusun bir bölümünün arz-ı mevûd diye bir gündemi yoktur. Hatta İsrail'e ve İsrail'in değişik uygulamalarına karşı çıkan Yahudiler de vardır dünyada. Gazze'ye yardım götürmek için yola çıkmış ve İsrail'in saldırısına uğramış "Mavi Marmara" gemisinde bazı Yahudilerin olduğu da bilinmektedir.
            Esasında Siyonistlerin Tanrı tarafından bize vaat edildi diyerek sahiplenmeye çalıştıkları toprakların Tevrat'a göre de sadece onlara ait olamayacağı açıktır. Yani Tevrat metinlerinde de vaat edildiği söylenen topraklar sadece Yahudilere ait olamazdı. Nitekim Tevrat'ın Tekvin (Yaratılış) bölümünde şöyle yazmakta... 
            "O gün Rab Avram'la (Hz. İbrahim) anlaşma yaparak, ona şöyle dedi: Mısır ırmağından büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan toprakları (.....) senin soyuna vereceğim." (Tekvin 15/18-21)
            Tevrat cümlelerinden de açık şekilde anlaşılabileceği gibi Rab, Mısır ırmağından yani Nil nehrinden, Fırat'a kadar olan araziyi Hz. İbrahim'in soyuna vermiştir. Tavrat'ın ifadesinin doğru olduğu kabul edilse dahi "verileceği söylenen toprakların varisleri sadece Yahudiler midir" diye de düşünmek gerekmektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in soyunu devam ettiren iki oğlu vardı. Birincisi ilk çocuğu olan Hacer'den doğan Hz. İsmail ve diğeri de ilk eşi olan Sare'den doğan ikinci çocuğu Hz. İshak. Yahudiler kendilerinin soyunu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakup yoluyla Hz. İbrahim'e dayandırmaktadırlar ki bu da doğrudur. İsrail kavramı esasında Hz. Yakup'un lakabıdır. (Al-i İmran, 93) Hz. Yakup'un on iki oğlunun her birinin bir boya atalık ettiğine inanan Yahudiler kendilerini bu yolla Hz. İbrahim'e dayandırmakta ve vaat edilen topraklarında varisleri olduklarını söylemektedirler.
            Peki ya diğer oğul? Yani Hz. İsmail! Hz. İbrahim'in daha önceden cariyesi olan ikinci eşinden doğan ve Hz. İbrahim'in ilk çocuğu olan Hz. İsmail'i, Yahudiler "kölenin çocuğu" olduğu gerekçesiyle tarih boyunca hep ikinci sınıf görmüşlerdir. Esasında kendilerinin seçilmiş bir millet olduklarını düşünen Yahudiler diğer toplulukların tamamını da ikinci sınıf görmektedirler. Fakat buradaki durum biraz daha farklıdır. Çünkü ırkî manada kendilerini dayandırdıkları Hz. İshak'ın baba bir üvey kardeşini baba mirasından da men etmektedirler.
            Peki, o halde kimdir Hz. İsmail? Onun soyu günümüze kadar gelmiş midir? Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmakta. "Cenab-ı Hak İbrahim'in evlatlarından İsmail'i, İsmail'in evlatlarından Benî Kinane'yi, Benî Kinane'nin evlatlarından Kureyş'i, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Beni Hâşim'den de beni seçti"(Müslim, Fedâil, 1) Yine diğer bir hadis-i şerifte peygamberimiz halkına: "Ey İsmail oğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi." (Buhâri, Enbiyâ, 12) diye seslenmektedir. Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki Arap ırkına mensup olan peygamberimiz kendini ve toplumunu Hz. İsmail'e dayandırmaktadır. O halde şu söylenebilir. Hz. İbrahim'in oğullarından Hz. İshak yoluyla günümüz Yahudileri (İsrailoğulları), Hz. İsmail yoluyla da Arapların soyu gelmektedir. Buradan bakıldığında da Yahudiler ve Araplar amcaoğlu olmaktadırlar.
            O halde, Hz. İbrahim'e Tevrat'ta vaat edildiği söylenen toprakların iki varisi vardır. Çünkü Tevrat'ta bu toprakların Hz. İbrahim'in soyuna verildiği söylenmektedir. Hz. İbrahim'in soyunu sürdüren iki erkek evladı olduğuna göre mirasın da bu iki oğula ait olması gerekecektir. Vadedilmiş toprakların olduğu varsayılacak olsa dahi bu toprakların tek sahibinin Yahudiler olamayacağı Tevrat tarafından da ilan edilmektedir böylece. O halde Hz. İsmail'in soyundan gelen Araplar ve Hz. İshak'ın soyundan gelen Yahudilere (İsrailoğulları) ait olmalıdır bu topraklar...

2 Nisan 2018 Pazartesi

Samsun'da Amerikalı Bir Öğretmen: Carl Tobey


             Carl Tobey, Samsunluların kendine verdiği lakabıyla "Kartopu". Uzun yıllar Samsun'da yaşamış Samsun Anadolu Lisesi'nde (Eski ismiyle Samsun Maarif Koleji) öğretmenlik yapmış, dersine girdiği öğrencileri tarafından hala hayırla yad edilen, bizim gibi olmuş, bizden biri olmuş ve öldüğünde de Samsun Kıranköy Mezarlığına defnedilmiş. Başında sekiz köşe kasketi, üzerinde genelde kadife pantolon, kareli oduncu gömlek, boğazlı kazak, el örgüsü süveteri ile nargile içen, bağlama çalıp türkü söyleyen bir adamdır Carl Tobey. Samsun'da bir Türk gibi yaşar Carl Tobey. Açık teni ve renkli gözleriyle biraz aksanlı Türkçesiyle ancak yabancı olduğu fark edilebilecek kadar, bizim gibi.
            Carl Tobey veya Carleton Tobey... 23/03/1918 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nin New York şehrinde doğmuş. Babası döneminin tanınmış zenginlerinden bir banker olan Allen Tobey'dir. Kendisinden bir yaş büyük olan ablası İda Louise Tobey ile beraber babaannesinin ilgisiyle büyümüştür. İlk ve orta öğrenimini New York'ta tamamlayan Carl Tobey, yaz tatillerini Long İsland'da bulunan ailesine ait malikanede geçirmiştir. Tatilini geçirdiği dönemdeki komşularından biri de Alman imparatorudur. Erken yaşlarda yelkenciliğe merak salmış, yelkeniyle denizlerde gezinmiş ve denize tutulmuştur. Ayrıca babasının kendine küçük yaşta aldığı atla beraber ata karşı merakı başlamış ve hatta "Lady Mary" isimli atıyla katıldığı turnuvalardan kupalar ve birincilikler de almıştır.
            Üniversite öğrenimini New York'ta bulunan Princeton Üniversitesi'nin Tarih bölümünde üstün başarı ile tamamlayan Carl Tobey, mezuniyet sonrası Amerika Birleşik Devletleri'nde bir müddet öğretmenlik yaptı. Bir suikasta kurban giden Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanlarından Fohn F. Kennedy ve Amerika'lı ünlü söz yazarı Alan Jey Lerner ile beraber aynı sıralarda okudu.
            Öğretmenlik yapmasının yanında pilotluk eğitimi de almış olan Carl Tobey, II. Dünya savaşının patlak vermesiyle beraber Fransa'nın başkenti Paris'e pilot eğitmeni olarak gitti. Edebiyata da meraklı olan ve hatta "Poems of a twelve-month year" isimli 1954 baskılı 95 sayfalı bir şiir kitabı da bulunan Carl Tobey, Paris'te bulunduğu süre içerisinde ünlü ressam Max Ernest, ünlü filozof Jean-Paul Sartre ve ünlü yazar Simone de Beauvoir ile de ahbaplık etmiştir.
            II. Dünya Savaşı'ndan olumsuz etkilenmiş olsa gerek ki Carl Tobey, Amerika'ya geri döndükten sonra bir müddet kendini bahçe işlerine verdi. Hatta arkadaşının birinin bahçesini o kadar güzel bir şekilde düzenlemiş ve çiçeklendirmişti ki, yapmış olduğu iş herkesin beğenisini kazanmıştı.
            1955 yılında Türkiye'ye gelen Carl Tobey, İstanbul'da bir okulda öğretmen olarak görevlendirilmişken Samsun'a görevlendirilen bir arkadaşıyla becayiş yaparak Samsun'da öğretmenliğe başlamıştır. Türkiye'ye gelme fikrinin Carl Tobey'de nasıl oluştuğu, hangi kurum veya görevle ülkemize geldiği net olmayan Carl Tobey'in II. Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarından etkilendiği ve Türkiye'ye Amerika Birleşik Devletleri tarafından "Barış ve Eğitim Görevlisi" olarak gönderildiği söylenmektedir. Yaşadıklarından dolayı Amerika'dan bir manada "kaçmış" gibi bir izlenim uyandıran Carl Tobey, sonraki yıllarda da Amerika'nın artık sevdiği ve eskinin Amerika'sı olmadığını ve her seferinde de hemen Türkiye'ye dönmeyi istediğini çevresindekilere söylediği bilinmektedir.
            Carl Tobey, 1955 yılında Samsun'a geldiğinde şimdiki 23 Nisan İlkokulu'nun bulunduğu yerde kurulmuş olan Samsun Maarif Koleji'nde İngilizce öğretmeni olarak görev yapmaya başladı. Çalıştığı okulun hemen yakınında bulunan ve Engiz'li (şimdiki 19 Mayıs ilçesi) bir aileye ait olan şu an İlkadım Ulugazi Mahallesi İstiklal Caddesinde bulunan Samsun Millî Piyango Müdürlüğü'nün olduğu yerde bulunan bahçeli iki katlı sarı bir binayı kiralamış ve 1973 yılına kadar bu evde kalmıştır Carl Tobey. Bu evi kiralamak için Engiz'e (19 Mayıs) doğru yola çıktığında şu an 19 Mayıs ilçesine bağlı olan Çetirlipınar köyünün muhtarı ve zenginlerinden olan Asım Kurt ile tanışır ve onunla ahbap olur.[1] Görev süresi esasında bir yıl olan ve görevini tamamlamış olan Carl Tobey'i limana uğurlamaya gelen Asım Kurt'a bir mektup bırakan Carl Tobey, arkadaşına mektubu kendisi gemiye bindikten sonra açmasını söyler. Mektupta "seneye görüşürüz" yazmaktadır.
            Ertesi yıl Samsun'a bir daha Amerika'ya dönmemek üzere gelecek olan Carl Tobey, kiraladığı evinde 1973 yılına kadar kalacaktır. Burada kaldığı süre içerisinde evinin küçük bahçesini bir botanik parkına çevirecektir. Türkiye'de kaldığı süre içerisinde Karadeniz Bölgesinin büyük bir çoğunluğunu gezerek bitki örnekleri toplayan Carl Tobey, Karadeniz Bölgesi'nin değişik yerlerinden almış olduğu bitki örneklerini İskoçya'nın başkenti Edinburgh'ta bulunan ünlü botanikçi Peter Hadland Davis'e göndermiş ve onun yönettiği "Flora of Turkey" (Türkiye'nin Bitki Örtüsü) projesine katkıda bulunmuştur. Bu projede 1140 kadar kaydı bulunan Carl Tobey'in bitki örneklerini Zonguldak'tan Erzurum'a kadar 14 ilde topladığı saptanmıştır. Carl Tobey'in Zonguldak, Kastamonu, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Çorum, Amasya, Tokat, Sivas, Gümüşhane, Bayburt ve Erzurum ile bu illerin çeşitli ilçelerinde gezdiğini projeye sunduğu bitki örneklerinden anlaşılabilmektedir. Fakat bitki örneklerinin büyük bir bölümünün Samsun ve çevre illerden toplandığı görülmektedir. Asuman Baytop'un aktardığına göre Carl Tobey'in İskoçya'daki Eidinburg'un yanı sıra Londra'da bulunan Kew ve İstanbul'da bulunan İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakülteleri'nde bulunan Herbaryumlarda[2] da bitki örneği bulunmaktadır. Ayrıca "Flora of Turkey" çalışmasında Carl Tobey'e izafeten "tobeyi" yani "Tobey'nin" şeklinde iki bitkiye de rastlanmaktadır. Bunlar Doronicum tobeyi ve Salvia tobeyi şeklindedir.
            Carl Tobey, arkadaşı Asım Kurt'un köyüne gittiği zaman da köylülere modern usullerle tarımı öğretmeye çalışmış, bitki toplamak için gittiği köylerde de "Amerikan ajanı" muamelesi görmüştür. Bazen at, eşek sırtında yapılan bu geziler sırasında bir arkadaşının önerisiyle kendini ormancı olarak tanıtmaya başlayınca köylülerin tazyikinden de kurtulmuştur. Görev yapmış olduğu Samsun Maarif Koleji'nin de bahçesinin bir köşesini botanik bahçesine çevirmiş, bu bahçeyle birebir kendi ilgilenmiştir. Daha sonra parasını kendisi ödemek koşuluyla bu bahçe için bir bahçıvan görevlendirmiştir. Bahçesi için bahçıvanlık yapan Ahmet isimli gencin okula kadrolu eleman olarak alınması için çok uğraşmış ve hatta bu işi yapabilmek için Ankara'ya, bakanlığa kadar gitmiştir. Sonrasında Ahmet'i evlat edinmek istemiş fakat başarılı olamamıştır. Mirasını da Ahmet'e bırakmıştır. Vefatından sonra İzmir'de öğretmenlik yapan ve aynı zamanda ressam olan arkadaşı Brain Keth Rowbotham tarafından 30 cm x 50 cm ebadında bir yağlı boya resmi yapılmış ve Samsun Anadolu Lisesi'nde kendi oluşturduğu bahçeye konarak bahçeye de "Carl Tobey Bahçesi" adı verilmiştir.
            Müziğe de meraklıdır Carl Tobey. Okul yıllarında iyi bir müzik eğitimi de almıştır. Bağlama çalmayı öğrenmiş, dost meclislerinde bağlama çalmanın da ötesine geçmiş ve "Süpürgesi Yoncadan" isimli türküyü söylerken sesini 45'lik plaka kaydetmiştir. Plağı Konak Sineması'nın karşısında bulunan bir plakçı da satışa dahi çıkarılmıştır. Samsun'da fuar günlerinde plağı fuar ziyaretçilerine de dinletilmiştir.
            1955 yılında göreve başladığı Samsun Maarif Koleji'nden 1983 yılında emekli olmuştur. Emekli olduktan sonra 1983 - 1985 yılları arasında Suudî Arabistan'da İngilizce öğretmenliği yapmış ve tekrar Türkiye'ye dönmüştür. Daha sonra Samsun'da özel bir okulda öğretmenlik yapmış ve 1991 yılında rahatsızlanana kadar da bu okuldaki görevine bilfiil devam etmiştir. Rahatsızlığı artınca bir süre Samsun Vidinli Otel'de otel sahibi öğrencisi tarafından misafir edilmiş, zamanın SSK Devlet Hastanesi'nde Lenfoma (Lenf Kanseri) tedavisi görürken 23/08/1991 tarihinde vefat etmiştir.
            Vefat etmeden önce Amerika'ya ailesini ziyarete giden ve orada hasta olduğunu öğrenen Carl Tobey, ölmek için Samsun'a geri gelmiş gibidir. Yakınlarının Müslüman olduğunu ve evinde Kur'an-ı Kerim bulundurduğunu, Ramazan aylarında oruç tuttuğunu söyledikleri Carl Tobey, yakınlarına öldüğünde papaz falan istemediğini ve Müslüman gibi cenaze merasimi yapılmasını istediğini söylemiştir. Vefat ettiğinde cenazesine ailesinden kimse gelmemiştir. Cenaze namazı kılındıktan sonra cenazesi Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin karşısında bulunan Kıranköy Mezarlığındaki Kemalettin Erbilgin'in aile kabristanlığı olan 125 adaya defnedilir.
            Vefat etmeden önce 11 koli halinde şahsî yazışmalarını ve notlarını mezun olduğu Princeton Üniversitesi Kütüphanesi'ne vakfetmiştir. Kütüphaneye verilen koliler içerisinde farklı kişilerle yapılan mektuplaşmalar, fotoğraflar, kendi el yazısıyla tutuğu notlar, kendi yazdığı bazı şiirlere ait taslaklar, kitaplar vb. eşyalar bulunmaktadır. Fakat bu evraklar 1977 yılına kadar ki olan evrak ve yazılarıdır. Koliler Princeton Üniversitesi Kütüphanesi'nde Nadir Kitaplar ve Özel Koleksiyonlar bölümünde 73680 kayıt numarasıyla muhafaza edilmektedir. Ayrıca ressam arkadaşı Brain Keth Rowbotham'a da basılması için bazı notlar bıraktığı ve şu an bu notların Samsun Maarif Koleji ve Samsun Anadolu Lisesi Mezunları Derneği'nde ve bazı öğrencilerinde olduğu bilinmektedir. Hatta bunların arasında "Beyond The Bosphorus" ve "A conception of Place" adını taşıyan iki kitap da vardır.
            Yararlanılan Kaynaklar:
- "CARL TOBEY 1918-1991 EFSANEVİ HOCAMIZ" isimli facebook grubu
- https://findingaids.princeton.edu/collections/MC134.pdf (Erişim Tarihi: 02/02/2018)
- https://www.amazon.co.uk/Poems-twelve-month-year-Carl-Tobey/dp/B0000CIZUG (Erişim Tarihi: 02/02/2018)
- Asuman Baytop - "Kuzey Anadolu'da Amerikalı Bir Bitki Toplayıcısı: Carl Tobey (1918-1991)", Osmanlı Bilim Araştırmaları, VIII/2, 2007.
- Kamil Karamanoğlu - Türkiye Bitkileri I, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları, Ankara, 1976.




[1] Carl Tobey'in vefatına yakın, Amerika Birleşik Devletlerindeki Princeton Üniversitesi Kütüphanesine bağışladığı şahsî evrakında Asım Kurt ile olan mektuplaşmaları ve Asım Kurt'un ve çocuklarının resimlerinin olduğu görülmektedir.
[2] Önemli özelliklerini kaybetmeksizin kurutulup karton üzerine tespit edilerek muhafaza edilen bitki ya da bitki kısımlarından oluşan koleksiyonların bulunduğu yere herbaryum denir

17 Mart 2018 Cumartesi

Osmanlı'nın Son Dönem Ulemasından Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi



               Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi, H. 1264 yılında (M. 1848) Çarşamba'nın Biçme köyünde doğmuştur. Köy hocası Mustafa Efendi'nin oğludur.
            Köyünün sıbyan mektebinde Kur'an-ı Kerim Kıraati ve dinî ilimler tahsil ettikten sonra, Çarşamba Süleyman Paşa Medresesi'nde biraz Arapça sarf ve nahiv tahsili yapmış daha sonra Amasya’da tekrar Arapça nahiv ve dinî ilimler okuduktan sonra biraz da mantık dersi okumuştur. H. 1288'de İstanbul’a gelerek zamanın birkaç büyük üstadından yüksek ilimler tahsil edip Huzur Dersleri Muhataplarından (Ramazanlarda sarayda padişah huzurunda takrir olunan derslere hazır bulunan ilmiye sınıfına kullanılan bir tabir) Kayserili Sabık Müsteşar Hacı Derviş Efendi’nin dersine devamla kendisinden icazet almıştır.
            H. 1295'te yapılan Rüûs (Medrese tahsilini bitirip imtihanda başarılı olanlara verilen beraatın adı) imtihanında başarılı olmuş ve o yıl Beyazıt Camii Şerifi'nde öğretime başlayarak H. 1313 yılında ilk talebesine icazet vermiştir. Bundan sonra aralıksız eğitim öğretim faaliyetlerine devam etmiştir.
            H. 1303 de yapılan tedris-i ilmi feraiz imtihanında başarılı olarak Beyazıt Camii Şerifinde belirli zamanlarda vazifesine devam etmiştir. H. 1305'te yapılan Fetvahaneye giriş imtihanında dördüncü dereceden kazanarak o yıl Fetvahane Tahtani Pusla (Fetvahane "Pusla Odası", "Fetva Odası" ve "İlamat Odası" olmak üzere üç birimden oluşmaktaydı. Pusla Odasındaki yetkililer sorulan fetvaları bir pusula ile fetva odasına soralardı) odasına devamla H. 1306'da ikinci sınıfa tayin olmuş yine aynı yıl birinci sınıfa terfi etmiş ve H. 1307'de Fetvahane Fevkani Müsvedde odasına müdavim sınıfa kaydolmuş daha sonra kendisine istima’i muhakemat hizmeti de verilmiştir. H. 1322 de mülazım sınıfına (subaylık) kaydolmuş H. 1326 da Fetvahaneden ayrılmış ve H. 1326'da M. 16 Ekim 1908'de 83 oyla Canik (Samsun) mebusu (milletvekili) olarak Meclis-i Mebusan'a  girmiştir. İkinci ve dördüncü devrede de milletvekilliği görevini sürdürmüştür.
            Huzur Derslerine H. 1322 – 1326 da muhatab , H. 1327'den 1331 yılına kadar mukarir (Ramazan aylarında sarayda ders okutan alimlere verilen isim) olarak katılmış, muhatablığında dördüncü rütbeden Mecidî ve Osmanî nişanları ile taltif olunmuştur. İbtidai Hariç İstanbul Müderrisliği ile başladığı medrese hocalığını, medrese hocalığının en üst mertebelerinden biri olan Hâmise-i Süleymaniye mertebesine kadar terfien sürdürmüştür.
            Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin kabri Fatih Camii türbe kapısının yanındaki hazirenin en sonunda bulunmaktadır. Mezar taşı kitabesinde: "haza kabru ustaz’ilkül Çarşambavî el-Hac Ahmet Hamdi Efendi ruhiçün lillahil Fatiha, sene 1330, 29, Ramazan" yazılıdır. 
            Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin icazet verdiği en meşhur öğrencilerinden biri İsmailağa Cemaatinin önderi Mahmut Ustaosmanoğlu'nun hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi'dir. Diğer öğrencileri arasında Prof. Dr. Şerif Mardin'in akrabalarından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden Ebül'ula Mardin ve Osmanlı'nın son dönem hattat ve ressamlarından olan Mimarzade Mehmet Ali Bey bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden olan ve 1960 darbesiyle görevine son verilen akademisyenler içerisinde olan Kemalettin Birsen, Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin oğludur.
Not: Yazının hazırlanmasında Ebül'ula Mardin'in Huzur Dersleri adlı kitabından istifade edilmiştir.