28 Mayıs 2025 Çarşamba

Proje ve Çalışmalarım

İçerisinde bulunduğum veya bizzat uygulayıcısı olduğum proje ve etkinlikleri paylaştığım blog sayfamı ziyaret edebilirsiniz.

https://servetzeyrekhoca.blogspot.com/

1960 Darbesi ve Üç Çarşambalı Hukukçu


            27 Mayıs 1960 günü Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara leke olarak geçen bir gün. Türkiye'de yapılan ilk darbe olan 27 Mayıs darbesi, sonrasında yapılacak darbe, muhtıra ve darbe girişimlerinin de ilham kaynağı oldu. Emir komuta zinciri içerisinde yapılan bu darbe sonrasında Türkiye'de ilk defa çok partili seçimle işbaşına gelmiş hükümet alaşağı edilmiş ve ülkenin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakanı Adnan Menderes'in de aralarında bulunduğu bazı hükümet üyeleri tutuklanmıştır. Darbe sonrası ordudan 235 general ve 3500 civarında subay tasfiye edilmiş, 520 savcı ve hakim görevden uzaklaştırılmış ve üniversiteden de 147 öğretim üyesi ihraç edilmiştir. Darbe sonrasında Yassıada'da yapılan yargılamalar (!) neticesinde 15 sanığa idam cezası, 31 sanığa ise müebbet hapis cezası verilmiştir. Darbeciler tarafından oluşturulan Millî Birlik Komitesi, Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar dışındaki idamları affetmiştir. Sonrasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın idam kararı da yaşı sebebiyle gerçekleştirilmeyecek fakat Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun idam kararları ise uygulanacaktır. Böylelikle Türkiye'nin gerçek seçimlerle iş başına gelen ilk başbakanı idam edilecek ve bu idam Türk demokrasi tarihinde yerini kara bir leke olarak alacaktır.

            Şimdi sizlere bu darbe sırasında ülke gündeminde olan üç Çarşambalı hukukçudan bahsedeceğim. 1960 darbesinde üç Çarşambalı hukukçu darbenin farklı taraflarında idiler. Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen, 28 Ekim 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan ve 147'ler diye bilinen listede yer alarak üniversite ile ilişiği kesilen kişilerden olurken, bir diğer Çarşambalı hukukçu Prof. Dr. Naci Şensoy ise darbeciler tarafından yaptırılan 1961 anayasasının hazırlık komisyonundadır. Yani Çarşambalı iki hukukçu darbecilere karşı ve darbeciler tarafından mağdur edilmiş bir durumda iken bir diğer Çarşambalı hukukçu ise darbecilerle beraber hareket ediyor görünmektedir.

            Şimdi kısa kısa bu Çarşambalı hukukçuları tanıyalım:

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil

            Ali Fuad Başgil 1893 yılında Çarşamba'nın Sarıcalı Mahallesi'nde doğdu. Çocukluk yılları Osmanlı'nın çalkantılı dönemleriydi. Osmanlı - Rus Savaşı sonrası bölgeye yoğun göçlerin olduğu ve Pontusçuluk faaliyetlerinin yoğunlaşmaya başladığı bir coğrafyada ilk çocukluk yıllarını geçiren Ali Fuad Başgil, ilkokulu Çarşamba'da Tayyar Paşa İlkokulu'nda okudu. 14 yaşındayken ailesiyle beraber İstanbul'a göçtü. Ali Fuad Başgil, Edirne'nin işgal edildiği ve Rusların Yeşilköy'e kadar geldikleri Ayastefanos Anıtı'nı diktikleri zamanlarda İstanbul'dadır. 1914 yılında yedek subay olarak I. Dünya Savaşı'nda Kafkas Cephesi'ndedir. Dört buçuk yıl süren askerlik sürecinde Çarşamba Askerlik Şubesi'nden askere beraber gittiği on beş kişiden üçü dışındakilerin tamamı şehit düşer. Asker dönüşü ticarete heveslenir fakat hocası Şevket Efendi "Bizim nesil Çanakkale'de heba oldu, sen eğitim al" diyerek onu okumaya yönlendirir. 1921 yılında Fransa'ya gider. Savaş dolayısıyla yarım kalan lise eğitimini önce Saint-Barbe Lisesi'nde ardından Paris Bufon Lisesi'nde tamamlar. Ardından Grenoble Hukuk Fakültesi'ni birincilikle bitirerek, Paris Üniversitesi'nde "Boğazlar Meselesi" adlı teziyle doktorasını tamamlar. Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde ve Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nde de dersler alana Ali Fuad Başgil, sonrasında Türkiye'ye dönmüştür.

            1930 yılında Türkiye'ye döndükten sonra bir süre Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğrenim Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulunmuş akabinde 1932 yılında göreve başladığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Profesörü olarak 28 yıl görev yapmıştır. 1939 yılında "İş Hukuku" dersini ihdas etmesi sebebiyle kendisine "Ordinaryus" payesi de verilen Ali Fuad Başgil, on ay gibi kısa bir süre bağımsız bir devlet olan Hatay Devleti'nin anayasasını da yazan kişidir. Ayrıca Hatay meselesinde Birleşmiş Milletler'de Türkiye'yi de temsil etmiştir. 1938-1942 yıllarında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığı görevinde de bulunan Ali Fuad Başgil, 1947 yılında "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti" isimli bir cemiyet de kurmuş ve bu cemiyetin yayın organı olan "Hür Fikirler" isimli dergide yazılar kaleme almıştır. 1952'de Pakistan'da, 1959'da Ürdün'de toplanan İslam Kongresi'nde ve yine 1959 yılında Almanya'da toplanan Hukuk Kongresi'nde Türkiye'yi temsil etmiştir. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen darbe sonrası üniversite ile ilişiği kesilecek 147 öğretim üyesi arasında yer alan Ali Fuad Başgil, darbe sonrası üç buçuk ay da tutuklu kalmıştır. Balmumcu Askerî Cezaevi'nde zor şartlar altında üç buçuk ay tutuklu kalan Ali Fuad Başgil, üniversiteyle ilişiği kesilecekler listesindekilerle ilgili karar iptal edilmesine rağmen bu durumu onur meselesi yaparak görevine geri dönmemiş ve 1961'de emekli olmuştur. Emekli olduktan kısa süre sonra Adalet Partisi'nden Samsun senatörü olarak senatoya girmiştir. Cumhurbaşkanlığı için aday olmak istemiş fakat adaylığı Millî Birlik Komitesi üyesi bazı askerlerce "Seçime girerseniz hayatınızı garanti edemeyiz" sözleriyle engellenince senatörlükten de istifa ederek ülkeden ayrılmıştır. Sonrasında Cenevre Üniversitesi'nde dersler veren ve kürsü başkanlıkları yapan Ali Fuad Başgil, 1965 yılında tekrar ülkeye dönmüş ve 1965 seçimlerinde Adalet Partisi'nden İstanbul milletvekili seçilmiş ve mecliste Anayasa Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. 17 Nisan 1967 tarihinde kalp krizi sonucu vefat eden Ali Fuad Başgil'in kabri İstanbul'da Karacaahmet Mezarlığı'nda Çiçekci Camisi karşısında yer almaktadır.

            Akademik ve günlük yazılar şeklinde birçok yazısı neşredilen Ali Fuad Başgil, kurmuş olduğu Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti'nin yayın organı olan Hür Fikirler dergisinin yanı sıra uzun yıllar Yeni İstanbul gazetesinde ve birçok dergi ve gazetede günlük makaleler yazmıştır. Gazetelerde yazmış olduğu makaleler, günlük siyaset ve toplum üzerinde derin tesirler uyandıran makaleler olmuştur. Gençlerle Başbaşa, Din ve Laiklik, Türkçe Meselesi, Esas Teşkilat Hukuku Dersleri (Üç cilt), Türkiye İş Hukuku, Demokrasi ve Hürriyet, Demokrasi Yolunda, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri isimli kitaplar, Ali Fuad Başgil'in eserlerinden bazılarıdır.

            Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen:

            Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen, Osmanlı'nın son döneminin önemli alimlerinden, Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında Canik mebusu, sarayda Ramazan aylarında yapılan Huzur Dersleri'nin mukarrirlerinden olan Çarşamba ilçesinin Biçme köyünden Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin oğludur. 1900 İstanbul doğumlu olan Kemalettin Birsen, orta ve lise tahsilini Galatasaray Lisesi'nde 1920 yılında tamamlamıştır. Lise tahsili sonrası Fransa'ya giden Kemalettin Birsen, 1922 yılında Paris Ticaret Akademisi'ni, 1926 yılında Paris Hukuk Fakültesi'ni bitirmiştir. Hukuk eğitimi sonrası Türkiye'ye dönen Kemalettin Birsen, kamu kurumlarında göre almıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde müderris muavini vekili olan Kemalettin Birsen, 1929 yılında fakülte tarafından doktora yapmak üzere Paris Hukuk Fakültesi'ne gönderilmiştir. Doktora eğitimini 1932 yılında tamamlayan Kemalettin Birsen, yurda dönmüş ve girdiği doçentlik sınavından başarılı olarak doçent unvanını almıştır. 1932 yılında Medenî Hukuk Müderris Muavini, 1933'te Devletler Hususî Hukuku Profesör Muavini olarak atanmıştır. Üniversitede Medenî Hukuk ve Devletler Hususî Hukuku dersleri okutmuştur. 1939 yılında Devletler Hususî Hukuku profesörlüğüne atanan Kemalettin Birsen, vefat ettiği 12 Şubat 1969 tarihine kadar İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İkinci Medenî Hukuk Kürsüsü ordinaryus profesörlüğü vazifesine devam etmiştir.

            Kemalettin Birsen'in adı 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası 28 Ekim 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan ve 147'ler diye bilinen listede üniversitelerden ilişiği kesilmesi düşünülen 147 öğretim üyesi arasında bulunmaktadır. 18 Nisan 1962 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanan 114 sayılı kanunla yeniden göreve dönmelerinin yolu açılan üniversite hocalarından biri olan Kemalettin Birsen, bu haktan yararlanarak üniversitesine geri dönmüştür. Kemalettin Birsen'in Devletler Hususî Tarihi, Borçlar Hukuku Dersleri, Medenî Hukuk Dersleri, Miras Hukuku isimli kitapları ve birçok akademik makalesi bulunmaktadır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası'nın XXXV cildinin 1-4. Sayısı "Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen Hatıra Sayısı" olarak çıkarılmıştır. 14 Şubat 1969 Cuma günü düzenlenen cenaze merasimi sonrası Kemalettin Birsen, Zincirlikyu Mezarlığı'na defnedilmiştir.

            Prof. Dr. Naci Şensoy

            Çarşamba'nın eski belediye başkanlarından Cemil Şensoy'un kardeşi ve meşhur tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy'un amcası olan Naci Şensoy, 1917 yılında İstanbul'da doğdu. Aslen şu an Salıpazarı ilçesine bağlı olan Alan köyünden olan ve Çarşamba'da etkin bir ailenin çocuğu olan Naci Şensoy, eğitimini İstanbul'da görmüştür. 1936 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun olan Naci Şensoy, sonrasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Fakülteden mezun olduktan sonra aynı fakültede akademik kariyerine devam etmiştir. Ceza Hukuku ve Ceza Usul Hukuku alanında yaptığı akademik kariyerinde profesör unvanını almıştır. 1959-1964 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde dekan olarak görev yapmıştır. 1956 yılında profesyonel olan Fatih Karagümrük Futbol Kulübü'nün ilk idarî heyetinin onur kurulunda yer alan Naci Şensoy, 27 Mayıs 1960 sonrası kurulan yeni anayasa hazırlama komisyonunda görev almıştır. 2 Mart 1965 tarihinde vefat etmiş, Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrası naaşı Edirnekapı Mezarlığı'na defnedilmiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası'nın XXX. cildinin 3-4. sayısı "Naci Şensoy Hatıra Sayısı" olarak çıkmıştır. Naci Şensoy'un Cezai Mesuliyeti Tamamen veya Kısmen Kaldıran Aklî Malüliyet, Eski Devirlerde ve İslamda Hırsızlık Suçu, Basit Hırsızlık ve Çeşitli Mevsuf Hırsızlıklar, İstinaf, Siyasî Suçlar, Çocuk Suçluluğu - Küçük - Küçüklük - Çocuk Mahkemeleri ve İnfaz Müesseseleri isimli eserler, eserlerinden bazılarıdır.

            1960 darbesi sonrası darbeciler tarafından oluşturulan Millî Birlik Komitesi yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına başlamıştır. Yeni anayasa çalışmaları içinde darbecilerin istekleri doğrultusunda zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü ve İdare Hukuku alanında profesör olan Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Öner başkanlığında anayasa hazırlama komisyonu oluşturulmuştur. Naci Şensoy da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı olarak bu komisyonda görev almıştır. Ayrıca bu süreçte Naci Şensoy'u başka bir komisyonda daha görmekteyiz. Darbeciler devirdikleri Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı idamla yargılamak istemektedirler fakat kanunda 65 yaş sınırı olduğundan Celal Bayar idamla yargılanamamaktadır. Bu problemin halli için de oluşturulan sekiz kişilik komisyonda Naci Şensoy adını görmekteyiz. Bu komisyon 65 yaşını geçmiş olanların da idamla yargılanabileceklerine dair görüş bildirince Celal Bayar'ın idamla yargılanmasının yolu açılmıştır.






25 Mart 2025 Salı

Spritüel İstismar

 

https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Son zamanlarda bazı tuhaf olaylar duyar olduk. Yakın zamanda genç bir kadının İstanbul'da Beldrad Ormanı'nda kaybolduğu ve arandığı haberleri düştü medyaya. Üç dört gün kadar sonra kadının bulunduğu ve halen hayatta olduğu fakat hipotermi geçirdiği haberi geldi sonrasında. Hastanede bir kaç gün içerisinde vefat eden kadının adı vefatından bir iki gün sonra cadılık eğitimi aldığı şeklinde tekrar gündem oldu ve hatta bu eğitimi verdiği iddia edilen bir kişi gözaltına alındı ve sonrasında salıverildi. Hemen bu olayın akabinde yine Belgrad Ormanı'nda "Çığlık Atma Ayini" yaptıkları söylenen kadınlı erkekli tuhaf giyim ve tavırlı bir grubun videoları geldi gündeme.

Geçtiğimiz ekim ayında da İstanbul surlarında on dokuz yaşında bir genç yaşıtı iki genç kızı başını keserek öldürdükten sonra surlara kendini asmıştı. Hatta öldürdüğü kızlardan birinin başını gövdesinden tamamen ayırıp sokağa fırlatmıştı. Katilin bilgisayarında ve evinde yapılan incelemelerde parçalanmış insan vücudu resimlerinin olduğu daha önceden çektiği bir videoda öldürmek isteğinden bahsettiği görülüyordu. Daha sonrasında katilin "Incel" diye kısa şekilde tabir olunan, ingilizcesi "involuntary celibate" olan ve Türkçe'ye "İstemsiz Bekar" olarak çevrilen bir saplantı içerisinde olduğu ve bu kişinin kadın düşmanlığından bahsedildi. İnternet ortamında bu sapkın anlayışta olanların haberleştikleri mecraların olduğu online tarikat gibi bir görünümde oldukları yazıldı. Daha önceki yıllarda yaşanan ve Satanist veya daha farklı inanç veya ideolojilerin ayin veya ritüellerinde kurban edildiği söylenen bazı kişilerin olduğu iddiaları da basında yer almıştı.

Vahşete veya cinayete varan vakaları gerçekleştirecek bireyler üretebilen sapkın yapılar işin bir yönü olduğu gibi aynı zamanda insana mutluluk vaat eden ve bu şekilde insanları sömüren farklı bir istismar yolu da var. "Ruhsal Arınma", "Ruhsal Temizlik", "Ruhsal Terapi" gibi isimlerle kendilerini pazarlayan bu oluşumlar çok yüksek miktarlarda aldıkları seans ücretleriyle insanlara mutluluk vaat ediyorlar. Bazıları tasavvuf ve bazı dinî kavramları, özellikle Mevlana, Yunus Emre, İbn Arabi gibi bazı isimleri de kullanarak dinî hassasiyeti olan kesimi de bir şekliyle istismar etmekte. Bu seanslarda yapılan bazı uygulamaların farklı dinlerin ibadet ve ayinlerine benzediğini veya aynısı olduğunu görmek de mümkün. Hatta bazı uygulamalarda büyü öğretilmesi, astroloji ile gelecekten haber verme, tarot gibi kartlarla falcılık veya kara büyü vb. şeylerin insanlara öğretildiği iddiası da var.

Peki, insanlara mutlu olacaklarını, rahatlayacaklarını veya ruhsal olarak temizleneceklerini vaat eden bu uygulamalar nelerdir? Bunlara astral seyahat eğitimi, yoga, meditasyon, reiki, telepati, arınma ayini, doğayla bağlantı kurma eğitimi, nefes eğitimleri, farklı beslenme usulleri, diyet veya perhizleri, inziva eğitimleri, zihinsel veya duygusal gevşeme terapisi, enerji aktarımı, evrene mesaj gönderme, şifa eğitimi, temizleme kristalleri, spritüel banyolar, nur terapisi, bilinçaltı temizleme, trans terapisi örnek verilebilir. Bu faaliyetlerin bazısı bireysel yapılabildiği gibi bazısı ise gruplar halinde yapılmakta. Ve her biri için de belki onlarca saat süren eğitimler ve harcanan yüksek miktarda ücretler... Peki, bu eğitimleri kimler tarafından verilmekte? Bazen psikolog veya psikiyatrist gibi kişiler tarafından bu seanslar uygulanmakla beraber bazen de kendine koç, yaşam koçu, uzman, terapist, danışman, eğitmen, yogi vb. isimler veren kişiler tarafından bu eğitimler verilmekte. Hatta bazı kuruluşlar bu eğitimler sonunda insanlara sertifika dağıtmakta ve belli sertifika programlarını tamamladıklarında artık onların da bu eğitimleri başkalarına yaparak sertifika düzenleyebileceklerini söylemektedirler. Bu kişi veya müesseselerin çalışma izinleri resmî kurumlarca nasıl verilmektedir, resmiyette ne işle iştigal ettiklerini beyan ediyorlar bilemiyorum ama bu sahada sanki denetimsizlik hakim gibi bir hava sezilmekte.

Peki, neden insanlar  bu tarz işlere meylediyor? İnsan hem maddî yönü hem de manevî yönü olan bir varlık. İnsanın nasıl ki karnı acıkıyor, su ihtiyacı, tuvalet ihtiyacı geliyor ve maddî yönünü tatmin veya gereksinimlerini karşılaması gerekiyorsa, manevi yönünü de beslemek ve tatmin etmek durumunda. Peygamber Efendimiz'in “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhâri, Cenâiz, 92) hadis-i şerifi insanın doğuştan gelen inanma ihtiyacından ve manevî yönünden bahsetmektedir. Eğer insan içerisindeki bu manevî boşluğu doğru yoldan dolduramıyor veya doldurmuyorsa o boşluk bir şekilde dolmaktadır. Bu manevî boşluk bazen sapkın bir ideolojiye adanma bazen saplantılı bir aşk bazen ise sapkın bir inanç olarak kendini gösterebiliyor. İşte bu spritüel akımlar da esasında insanın içerisindeki bu manevî boşluğu doldurmayı vaat ediyor. Veya insanlar spritüel ayin veya ritüellerle ibadet neşvesi içerisinde manen tatmin olacaklarını zannetmekte veya kendilerini tatmin etmekteler. Bu yönüyle spritüel bu akımlar 1980'lerde Amerika'da çıkan ve "New Age" diye tanımlanan tarikat veya akımlar gibi değerlendirilebilir. Bu türden spritüel uygulamaların daha çok metropol denebilecek büyük şehirlerde özellikle de İstanbul, İzmir, Ankara vb. şehirlerde fazlaca olması da dikkat çekicidir. Nüfus yoğunluğu az olan herkesin birbirini öyle veya böyle tanıdığı küçük ölçekli şehirlerde neredeyse bu tür eğitim veren yerlerin hiç olmaması da dikkat çekicidir. Tabi ki internet üzerinden her yerdeki insanların bu tür işlerden haberdar olmaması mümkün değildir. Lakin kitlesel anlamda grupların oluşumu için büyük şehirler bu türden faaliyetler için daha uygun görünmektedir. Tabi ki, büyük şehirlerin keşmekeşi, karmaşası, insanların ağır çalışma şartları, trafik, kalabalık gibi stres unsurları metropollerde insanları bunaltmaktadır. Ve belki de insanlar bu yöntemlerle kendileri rahatlatabileceğini düşünmekteler. Ve birileri de insanların bu hallerini istismar ederek onları mutluluk vaadiyle bir manada kandırmaktadır.

Peki, insan gerçek mutluluğa nasıl ulaşabilir? İslam, insanlara her iki alemde de mutlu olacaklarını vaat eden bir dindir. Ahiret hayatındaki mutluluk bellidir, cennet... Peki, ya dünyada nasıl mutluluk vaat eder İslam insanlara? İnsanı yaratan Allah insanın nasıl mutlu olabileceğini de muhakkak en iyi bilendir. Fıtrat dediğimiz kavram, esasında insanın bir manada yaratılış kodlarıdır. İnsanı yaratan Allah, insanı iyiye, güzele meyyal ve kendine inanmaya meyilli olarak yaratmıştır. Ve Allah, iyinin, güzelin ve doğrunun neler olduğunu yanlışın, kötünün, çirkinin neler olduğunu da vahiy yoluyla peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırmıştır. Son ve ekmel din olan İslam, hakikî manada insanlara mutluluk reçetesi sunabilecek yegane yapıdır. O nedenle modernitenin dişlileri arasında sıkışan, çırpınan, ruhu can çekişen insanın mutluluğu ne farklı spritüel yaklaşımlarda, ne de beşeri bazı ideoloji veya felsefî akımlardadır. İnsanı mutlu edebilecek yegane reçete insanı var eden, Var Edici'nin insanlara gösterdiği yoldadır. O nedenle Allah'ın ipine sımsıkı sarılan insan (Âl-i İmran, 103), gerçek mutluluğu ve huzuru da sadece Allah'a kul olmakta bulabilecektir.


Akasyam haber

10 Ocak 2025 Cuma

Birileri Doğu Türkistan'ı Dalgakıran Mı Zannediyor!

 



Ülkemizde bir kesim ne zaman Filistin veya Kudüs gündem olsa hemen "Doğu Türkistan için ne yapılıyor, Doğu Türkistan gündem edilmezken Filistin, Kudüs konuşuyoruz sürekli" vb. çıkışlarda bulunurlar. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu söylemlerde bulunanların büyük çoğunluğunun gerçekten Doğu Türkistan diye bir gündemlerinin olduğunu zannetmiyorum. Meselenin biraz da Doğu Türkistan meselesini Filistin veya Kudüs konusunu hafife almak veya değersizleştirmek için paratoner veya dalgakıran gibi kullanmak olduğunu düşünüyorum.

Doğu Türkistan'ın yerini haritada göstermekten aciz durumda olan veya Doğu Türkistan tarihini dahi bilmeyen kişilerin bu söylemleri samimiyetten uzak geliyor esasında bana. Bu çıkış ırk üzerinden bir çıkış gibi de geliyor bana. "Doğu Türkistan Türk olduğu için önemsenmeli, Filistin zaten Arap, onlar es geçilebilir" tarzı bir anlayış faşizan bir bakıştır. Her iki millet de Müslüman'dır. Doğu Türkistan Müslüman olmasının yanında aynı zamanda Türk'tür de... Hem soydaşımız hem de dindaşımız olması sebebiyle tabii ki Doğu Türkistan da gündem edilmeli, oradaki zulmün bitmesi için çaba sarf edilmelidir. Fakat Doğu Türkistan davası Kudüs veya Filistin hassasiyetini insanların zihninde küçültecek bir aparat haline dönüştürülmemelidir. Nasıl siyonizme destek veren ürünler ve markalar boykot ediliyorsa Doğu Türkistan'da zulmeden Çinlilere ait mallar da boykot edilmelidir. Çin'in de ekonomisine boykotlar yoluyla zarar verilmeye çalışılmalı ve Doğu Türkistan davası tüm İslam coğrafyasında dillendirilmeli ve ümmetteki hassasiyet kuvvetlendirilmeye çalışılmalıdır.

Filistin bölgesinin 400 yıldan fazla İstanbul'dan yönetilmesi, halkının Müslüman olması, Türkiye'ye coğrafî yakınlığının bulunması gibi sebeplerle Filistin bölgesinden daha fazla haber alabilmekteyiz. Doğu Türkistan bölgesinin coğrafî olarak ülkemize uzak oluşu ve Çin yönetiminin tüm dünyaya kapalı yapısı bölgeden gelen haberleri de sınırlandırmaktadır. Doğu Türkistan tarihine baktığımız zaman sürekli bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinin Çin ve Ruslara karşı mücadele ettiklerini görürüz. 1870'lerde Doğu Türkistan bölgesinde kurulu Türk hanlığının Hanı Yakup Han Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'e biat ettiğini bildirmiş ve Sultan Abdülaziz de bu biatı kabul ettiğini beyan ederek, Albay Kazım Bey komutasında 5 muvazzaf 3 emekli subaydan oluşan bir askeri eğitim grubunu 1200 piyade tüfeği, 6 sahra topu ve cephane ile Hindistan üzerinden Doğu Türkistan'a göndermiştir. Doğu Türkistan'da Osmanlı padişahı adına hutbe okutulmuş ve basılan paralar Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz adına basılmıştır. 1878'de Çinlilerin bölgeyi işgaliyle kısa süren bölgedeki Osmanlı tabiiyetinden kitaplarımızda neredeyse hiç bahsedilmemesi de enteresandır.

Çin işgal ettiği Doğu Türkistan bölgesinde yıllardır sistematik olarak asimilasyon politikalara uygulamaktadır. Hem ırkî bağlamda hem de dinî bağlamda Müslüman Uygur halkı Çinlileştirilmeye çalışılmaktadır Doğu Türkistan'daki Türk nüfusu kontrol altına alınmaya çalışılmakta Çin hükümeti tarafından. Ailelerin çocuk yapmaları konusunda sınırlamalar getirilmekte ve bu sınırlamalara uymayanlar zorla kürtaj yaptırılmaktadır. Çin hükümeti Uygur Müslümanlarını aşağılayıcı, hakaret edici tavrını sürekli sürdürmekte aynı zamanda Müslüman Türkleri "terörist" olarak anmaktadır. Doğu Türkistan'da yaşayan bir Müslüman için günlük hayat tehlikelerle doludur. Doğu Türkistan halkına yönelik keyfî uygulamalar milleti bezdirmiş durumda. Özellikle dinî yaşantılarına yapılan müdahaleler, dinî kitapların toplatılması, dinî eğitim veren kurumların ve camilerin kapatılması, oruç tutmanın yasaklanması, bazı dinî önderlerin şüpheli ölümleri vb. birçok uygulama bölgede yıllardır sürmekte. Son yıllarda daha da sert politikalar yürüten Çinliler, Uygur Müslümanlarının evlerine devlet görevlisi yerleştirerek onların asimile olup olmadıklarını kontrole kadar vardırdılar işi. İnsanlar eğitim adı altında toplama kampı benzeri yerlerde asimile edilmeye, Türklüğünden ve İslamlığından soyundurulmaya çalışılıyor. Ağır fizikî ve psikolojik işkencelere maruz kalan insanların bazılarından yıllarca haber dahi anlamamakta halen...

Doğu Türkistan davası Filistin veya Kudüs davası önünde bir dalgakıran gibi sunulmadan sahiplenilmeli ve dünyanın neresinde olursa olsun baskı altında olan milletler gibi önemsenmelidir. Doğu Türkistan yanında Arakan, Keşmir, Filistin, Suriye, Kıbrıs, Kırım, Moro, Afrika vb. dünyanın neresinde olursa olsun zulüm altında olan Müslümanlara yardım eli uzatılabilmeli, onlara ses olunabilmelidir.

https://www.akasyam.com/mobil/yazi/birileri-dogu-turkistani-dalgakiran-mi-zannediyor-11713.html

4 Ocak 2025 Cumartesi

Bana Ne Kudüs'ten (!)


 Son yıllarda ülke sınırlarımızın hemen dışında gelişen karmaşa ve savaş ortamı hepimizin malumu. Sınırlarımızın hemen ötesinde var olan bu karmaşık hal, ülke olarak da insanî anlamda da bizleri yeterince rahatsız etmekte. Bazıları sadece ekonomik veya güvenlik kaygılarıyla bu karmaşadan rahatsız olurken bazılarımız durumu insanî yönden değerlendiriyor bazılarımızsa komşu coğrafyalarda yoğun olan Müslüman nüfus dolayısıyla duruma ümmet bilinciyle bakıyor ve kaygılanıyoruz. Canlı yayınlarda dünyanın gözüne soka soka alenî bir vahşet var yakın coğrafyamızda...

Yakın coğrafyamız dediğimize bakmayın. Bu karmaşaların veya savaşların olduğu coğrafyanın tamamına yıllarca biz hükmettik. Şimdi birilerinin çıkıp da ‘Bana ne Suriye'den’ ‘Bana ne Kudüs'ten, Bağdat'tan’ ‘Bizim ne işimiz var Libya'da' ve benzeri sözleri söylediği coğrafya çok değil yüz yıldan biraz daha fazla bir zaman önce bizim coğrafyamızdı. Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref ve bazı Osmanlı subayları ‘Vatan toprağı’ bildikleri Libya'da 1912'de İtalyanlara karşı savaşıyordu. 1915-1916'da Anadolu'nun bağrından bir asker Yemen’e ‘Vatan toprağı' müdafaasına gidiyordu. Peki, ne oldu da yüz yıldan biraz daha fazla bir zaman önce ‘Vatan' diyerek dedelerimizin can verdiği topraklar ‘el toprağı’ ‘bana ne oradan’ denilebilecek bir hale geldi? Dünyada pek çok milletin kurmayı amaçladığı ideal, büyük bir devlet varken biz neden bedenen hapsedilmek zorunda kaldığımız tel örgüler arasına zihnen de hapsedildik?

Ülkemizin civarında veya komşusu olan devletlere bakarsanız birçoğunun kendi milletlerine ait büyük devlet kurma hedeflerinin olduğunu görürsünüz. Örneğin, Ermenistan Büyük Ermeni Krallığı’nı kurmak istiyor. Kurmak istediği devletin toprakları şu anki Ermenistan devletinin tamamı, Azerbaycan'ın büyük bölümü, Türkiye'den Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri hatta İç Anadolu'nun bir kısmı, Adana Mersin'e kadar uzanan Akdeniz Bölgesi'nin bir kısmı... Halen Doğu Anadolu'yu Ermenistan, Batı Ermenistan diye isimlendiriyor. Ermenilerin yakın zamanda paralarına dahi Ağrı Dağı'nı bastıklarını hatırlıyoruz. Peki en son ne zaman ulaşmış Ermeniler bu sınırlara? Milattan önce 300-200'lerde. Yunanistan'a bakalım, onların da ‘Megola İdea' dedikleri ve İstanbul başkentli Bizans'ı canlandırma hayalleri malum... Onlar nereleri istiyor? Balkanların büyük bölümü, Türkiye'den Ege’nin tamamı, Akdeniz'in bir kısmı, Marmara ve hatta Anadolu içlerine kadar... Ayrıca Karadeniz Bölgesi’nde de Trabzon Rum İmparatorluğu öncesi var olan Pontus'u yeniden canlandırmak. Peki, ya Bulgarlar? Onlar da Büyük Bulgaristan idealindeler... Onlar da Balkanların tamamına yakınını ve Trakya'yı istiyor. Peki, Bulgarlar böyle bir devlet kurdu mu hiç? Meçhul... Ruslar’ın sıcak denizlere inme ideali hepimizin malumu.1950'lerde Stalin Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesi'nin büyük bölümünü Ermenistan ve Gürcistan'ın devamı diyerek Sovyetler Birliği’ne bağlamak istiyordu. Güneyimizdeki İsrail ne durumda peki? Onlar da ‘Arz-ı Mevud' sevdasında. Onlar da kendilerine kutsal kitaplarında vaat edildiğine inandıkları coğrafyada büyük bir devlet kurmak istiyorlar. Peki, nereleri kapsıyor bu vaat edilen topraklar? Şu anki Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye ülkelerinin tamamı, Irak'ın batısı Mısır'ın Nil nehrinden itibaren doğusu, Suudî Arabistan'ın kuzeyi, Türkiye'den de Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesi'nin doğu illeri ve hatta bazılarına göre bu coğrafya Anadolu içlerine Kapadokya’ya kadar uzanıyor. Peki, onlar en son ne zaman böyle bir coğrafyada devlet kurdular? Hiçbir zaman. Bu anılan topraklara en yakın geniş sınırlara, Hz. Süleyman döneminde ulaştılar ki; muhtemelen bu da bundan üç bin yıl evveldi.

Peki, ya biz? Bizim bir mefkuremiz, bir idealimiz var mı? Eski Türklerden itibaren gelen ‘Kızıl Elma' ‘Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi’ veya İslam sonrası ‘Gaza ve Cihat anlayışı’ Ne oldu bunlara? İsrail üç bin yıl öncesinin davasını güderken benim ülkemdeki bir birey nasıl olur da bundan yüz yıl kadar önce İstanbul'dan gönderilen bir vali ile yönetilen bir coğrafyadan bahsederken ‘Bana ne’ diyebilir? Bu kadar dar bir bakış olabilir mi? Tabii ki, ‘Gidelim bu toprakları şu an yeniden hakimiyetimize alalım' demiyorum ama tamamen de bağımızı neden ve nasıl koparalım bu coğrafyadan? Biz bağımızı kopardık desek bile gerçekten koparabilecek miyiz ayrıca? Milletimizin bir mefkureye bir ideale ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Ve bu mefkure muhakkak devlet eliyle ve devlet okullarında genç dimağlara verilebilmeli...


https://www.akasyam.com/mobil/yazi/bana-ne-kudusten-11699.html