1 Temmuz 2025 Salı

Proje ve Çalışmalarım

İçerisinde bulunduğum veya bizzat uygulayıcısı olduğum proje ve etkinlikleri paylaştığım blog sayfamı ziyaret edebilirsiniz.

https://servetzeyrekhoca.blogspot.com/

Kapı

 

‘Kapı’ dedi babası... Kapıya doğru gideceğiz. Kapı, yeni dünyalara açılan bir perdeydi belki gözlerdeki... Ama bu öylesi bir kapı mıydı acaba? Çünkü zoraki bir gidişti bu kapıya gidiş... Oysa ki evlerin kapısı olur zannetmişti sadece veya bahçelerin... Kapı, evi dışa açan, dış dünyayı bize kapatan bir sırdı. Neden alelacele toplanmaya çalışıyordu hepsi de? Yanlarına taşıyabilecekleri eşyaları almaya çalışıyorlardı. Hani ‘yükte hafif pahada ağır' cinsten denilenlerden... Pahada ağır neleri kalmıştı ki...

Kapıya doğru gitmeyi algılayamıyordu bir türlü küçücük çocuk zihni. Oysa ki kapı evde olurdu, bahçede olurdu. Bazıları süslemeli, güzel boyalı ve albeneli olurdu hem de... Bazıları özel olarak süslerdi kapılarını. ‘Hoş geldiniz, güle güle' gibi yazılar yazarlardı bazıları ise kapılarına. Gördüğü kapılar hep içe açılırdı. Çünkü bahçe kapısı da evin kapısı da hep evin içine doğru açılıyordu. İçe açılan kapılar bahçeye veya eve gelenlere de içini açardı, mahremini emanet ederdi belki de...

Kapıya gitmek ne demekti? Neden herkeste korkulu bir telaş vardı? Ve neden herkes toparlanmaya çalışıyordu? Sadece kendilerinin değil mahalledeki herkesin toparlanmaya çalıştığını duymuştu ablasından. Ve komşuların sesleri gelmeye başlamıştı sokaklardan. Çocuk ağlamaları ve annelerin feryatları bastırıyordu adamların homurdanmaları. Neden dolmaya başlamıştı sokaklar? Neden herkes eşyalarını toplamıştı?

Onlar da çıktılar sokağa ailesiyle. Kimse kalmıyordu geriye. Herkesin ağzında babasından duyduğu o söz vardı hep: Kapı... Kapıya gittiklerini, zorla gönderildiklerini söylüyordu herkes. Evler tek tek boşalıyordu, herkes terk ediyordu evlerini. Ve sokakları boşalıyordu şehrin yavaş yavaş. Onlar da çıktılar evlerinden ve terk ettiler sokaklarını. Ya evleri ne olacaktı? Kimse kalmamıştı evlerinde. Ya bahçelerindeki meyveler? Kim sulayacaktı onları? Hem sulanmazlarsa kurumazlar mıydı? Arkadaşlarıyla beraber oynadığı sokaklar... Ya oralarda kimler oynardı şimdi? Tüm arkadaşları da gidiyordu. Ya sokakta onlara arkadaşlık eden kedi? Kim beslerdi şimdi onu mesela? Koşarken ayağının takılıp düştüğü ve dizinin yaralanmasına sebep olan arkadaşlarını da özler miydi acaba?

Artık uzaklaşmışlardı iyice evlerinden. Büyüklerin konuşmalarından yaklaştıklarını anlıyordu o kapı denilen yere. Bu arada halen anlayamamıştı bu kapının ne olduğunu. Uzun bir yürüyüştü bu. Zaman zaman uçak sesleri geliyordu uzaklardan. Bazen de silah sesleri... Bu sesleri doğduğundan beri duyardı zaten hep. Bu seslere alışmıştı. Bu seslere alışmak ne kötü!

Uçak sesleri yaklaşınca hemen bir yerlere gizlenmeye çalışıyorlardı. Oysa ki uçak görmek, gökyüzünde nazlı nazlı süzülen ve bazen arkasında izler bırakarak çeşitli şekiller oluşturan uçakları izlemek çok güzel olmalıydı. Ama buradaki hiçbir çocuk heyecanlanmıyordu uçaklardan ve hiçbiri gökyüzünde acaba uçağı görebilir miyim heyecanını taşımıyordu. Zira burada uçaklar umut, heyecan, mutluluk değil sadece bomba getiriyordu, sadece ölüm oluyorlardı. O nedenle burada uçak sesi, sadece ölümü hatırlatıyordu.

Uçak sesleri uzaklaşıp, silah sesleri kesilince yeniden yürümeye başlıyorlardı. Çok yaklaştıklarını söyledi içlerinden biri kapıya. Çok yorulmuştu, acıkmıştı da. Mümkün olduğunca duraksamadan yürümeye gayret ediyorlardı. Bomba ve silahların hedefi olmadan bir an önce salimen ulaşmak istiyorlardı kapıya. O nedenle yemek için bile mola verilmemişti. Atıştırmalıklarla bastırmaya çalışıyorlardı açlıklarını. Zaten yiyecek alabilmek için dahi fırsat bulamamışlardı. Sadece yanlarına giysilerini alabilmişler, birkaç parça hariç eşya da alamamışlardı. Ama evlerinin kapılarını kilitlemişlerdi ve anahtarları da ceplerindeydi. Bir gün yine dönecekler, anahtarları ile kapılarını açacaklar ve evlerinde oturacaklardı.

Kapıya gelmişlerdi artık. Bu kapı denilen yer daha önceden hiç görmediği hiç bilmediği bir şeydi. Buraya neden kapı denildiğini de bir türlü anlayamadı. Bu kapı denilen yerin etrafı tel örgülerle çevriliydi. Tel örgülerin arasındaki açık olan alandan geçmişlerdi. Babası artık güvende olduklarını, artık ölüm korkularının olmayacağını, yeni bir hayata başlayacaklarını söylüyordu. Bu kapı denilen yerden geçince neden güvende olacaklarını bir türlü anlayamıyordu. Ve sordu ablasına bu kapının ne olduğunu dinlenmek için mola verdikleri bir yerde. Ve öğrendi sonra... Şehirlerin, ülkelerin de kapısı olurmuş. Oysa ki o, sadece ev kapısını, bahçe kapısını görmüştü. Hep içe doğru açılan kapılardı bildikleri. Etrafı tel örgülerle çevrili o aralığın adı da  kapıymış. Dışa açılan bu kapı ülkeleri birbirinden ayırırmış. Dışa açılan bu kapıdan bir daha asla geri dönemeyeceğini, babasının cebinde olan evlerinin anahtarını ömrünün sonuna kadar saklayacağını fakat kullanamayacağını ne o, ne ablası ne de babası bilmiyordu henüz. Dışa açılan o kapının onları hep dışarıda bırakacağını yaşayarak öğrenecekti.

Büyümüştü artık, genç bir delikanlı olmuştu. Öğrenmişti artık her şeyi. Neden evlerini terk etmek zorunda kaldıklarını, neden silah seslerinin çocukluğu boyunca kulaklarında olduğunu, dünyanın birçok yerinde çocukları heyecanlandıran uçak seslerinin onları neden korkuttuğunu, kapının ne olduğunu, o kapının neden dışı açıldığını ve şimdi neden kapandığını, o anahtarın neden sürekli ceplerinde olduğunu... Hepsini anlamıştı, hepsini biliyordu artık. O büyük felakete ‘Nekbe' demişlerdi. O gün yaşadıklarının nekbe olduğunu bilmeden  yaşamışlardı o felaketi. Sonra da hayatı kamplarda geçti. Özlem'le hasretle ve öfkeyle...

Bir gün derginin birinde bir karikatür gördü. Elleri arkasında bağlı, ayakları çıplak, üstündeki elbise yamalı, küçük bir erkek çocuğu karikatürü. Çok sevdi bu karikatürü. Daha sonra defalarca görecekti bu karikatürü farklı yerlerde. Fakat hep sırtı dönüktü ‘Hanzala' isimli bu çocuğun ve diyordu ki karikatüristi: ‘Filistin özgür olana dek yüzünü göremeyeceksiniz Hanzala’nın.’ Kendini düşündü, yaşadıklarını, çocukluğunu... Sonra kendini buldu bu karikatürde. Aslında evinden koparılan her bir Filistinli çocuk Hanzalaydı ve kendisi de küçük hala  büyümeyen, büyüyemeyen bir Hanzalaydı aslında. Ve cebini yokladı birden. Oradaydı, rahmetli babasının kendisine emanet ettiği anahtar, o büyük felaket günü terk etmek zorunda kaldıkları evin anahtarı cebindeydi. ‘Ama bir gün' dedi ‘bir gün' kendi kendine ‘Filistin özgür olacak, Hanzala yüzünü dönecek ve biz evlerimize döneceğiz.’



20 Haziran 2025 Cuma

Cennet Bileti: Anne-Baba Rızası

 

Peygamberimiz bir gün üç kez art arda yazıklar olsun anlamında "Burnu yerde sürtülsün" dedi; bu sözü duyan çevresindeki sahabîlerden biri bu sözü kimin için söylediğini sorduğunda, Peygamber Efendimiz: "Anne-babasından biri veya her ikisi yaşlılıklarında yanında olduğu halde cennete gidemeyen kişi." (Müslim, Birr, 9) şeklinde cevap verdi. 

İslam dini anne-babaya hürmeti ve anne-baba hakkını her zaman öncelemiş bir dindir. Biyolojik anlamda insanın dünyaya gelmesine vesile olan anne-babanın hakkının hiç bir suretle tam anlamıyla ödenemeyeceğini belirten inancımız, anne-babaya saygıyı her zaman gerekli görmüş ve özellikle de anne-babanın enerjilerinin azaldığı ve artık düşkünleştikleri yaşlılık çağlarında onlarla ilgilenilmesini ve isteklerinin yerine getirilmesini zorunlu görmüştür. Anne-babasının kadr-ü kıymetini bilmeyerek cenneti kazanamayan kimse de Peygamberimizce rezil rüsva olmuş biri olarak dillendirilmiştir. "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle.” (İsrâ, 17/23) ilahî uyarısı anne-babaya yaşlılıklarında evlatları tarafından yapılabilecek bütün kötü muameleleri kesin bir dille yasaklamaktadır. Esasında inancımızca insanın, her şeyi yoktan var eden ve yarattıklarının varlığının devamı için gerekli olan her şeyi de yaratan Allah'ı inkarı (küfür) veya O'na ortak koşması (şirk) ne kadar büyük bir nankörlük olarak görülmüşse, insanın dünyaya gelmesine vesile olan anne-babasına karşı olan hürmetsizliği de o derece nankörlük ve vefasızlık olarak görülmüştür.

İnancımız anne-babanın Müslüman olmamaları halinde dahi onlara hürmeti gerekli gören bir dindir. Zira Hz. İbrahim'in müşrik olan babasına Meryem Suresinin 42. ayetinde  (اَبَتِ يَٓا) (Ey babacığım!) şeklinde nazikçe hitabı, Mekke'nin fethi sırasında Hz. Ebu Bekir'in henüz Müslüman olmamış müşrik babası Ebû Kuhâfe'yi Peygamber Efendimizin yanına getirmesini “Yaşlı babanı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın ya onu biz ziyarete giderdik” şeklinde karşılayan Peygamberimizin hitapları da göstermektedir ki; anne-baba Müslüman olmasalar dahi hürmete layıktırlar. Kur'an-ı Kerim'de Allah'a ve resulüne itaatten sonra itaat edilmesi gereken kişiler olarak zikredilen (Nisa, 36) anne-baba, sadece Lokman Suresi'nin 15. ayetinde "Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme." hitabında belirtilen bir durumla karşılaşılması halinde itaate layık değillerdir. Ayetin devamında yer alan "Fakat dünyada onlarla iyi geçin." şeklindeki uyarıda Müslüman olmasalar dahi anne-babaya iyiliğe devam edilmesi gerekliliği yer almaktadır.  

"Allah'ın rızası anne-babanın rızasında, Allah'ın öfkesi de anne-babanın öfkesindedir." (Tirmizî, Birr, 3) şeklinde buyuran Peygamberimize anne ve baba arasında hürmete daha layık olanın hangisi olduğu sorulduğundaysa, Peygamberimiz soruyu "Annendir" şeklinde cevaplamış ve bu soru defaten sorulduğunda üç kez art arda "Annendir" cevabından sonra dördüncü seferde "Babandır" cevabını vermiştir. (Buhârî, Edeb, 2) Çocuğun anne karnında büyüyüp gelişmesi, anne karnındayken bütün gıdasını annenin vücudundan karşılaması, annenin günden güne büyüyen karnının belli bir süre sonra anneyi daha da zorlar hale gelmesi, doğum sırasında yaşanan sıkıntılar, bebeğin emzirilmesi, çocuğun büyütülmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması sürecinde annenin fedakarlıkları, onu anne-baba arasında yapılacak bir öncelik sıralamasında babanın üç kez önüne geçiriyor görülmektedir. Bu öncelik sıralamasında öne konulan annenin, ayaklarının altında cennetin olduğu nitelemesi de (Nesai, Cihad, 6) anne hakkının daha ön planda olduğunu vurgulamaktadır. Fakat babanın belki de çocuğun yetişmesi, iaşe temini ve geçimi için sarf etmiş olduğu çaba ve fedakarlıklar sebebiyle evladı tarafından hoş tutulması sonrası edeceği duanın, Peygamberimizce makbul dualar arasında zikredilmesi (Ebû Dâvûd, Vitr 29) de hem annenin hem de babanın dinimizce her zaman hürmete layık bireyler olduklarını göstermektedir.

Rabbim, bizleri anne-babasına hürmet ederek onların duasını alabilen, yaşlılık çağlarında da evlatları tarafından hürmet görenlerden eylesin. (Amin) 


19 Haziran 2025 Perşembe

Dünden Bugüne Çarşamba'da Eğitim

 

Çarşamba'nın bazı kırsal bölgelerindeki yerleşim milattan önceki dönemlere kadar dayandırılsa da ilçe merkezi olan muhitin yerleşimi genel olarak Osmanlı döneminde şekillenmiştir. Özellikle Yeşilırmak'ın ıslahı ve çevresindeki bataklıkvari bölgelerin kurutulması ile hem kırsalda hem de ilçe merkezindeki yerleşim daha da geniş alana yayılmıştır. Osmanlı sonrası ve Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki demografik yapıya bakıldığında ise Çarşamba'da Müslüman çoğunluğun yanı sıra Ermeni ve Rum Hristiyan grupları da görmekteyiz. Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında idarî olarak Çarşamba, şu anki Çarşamba, Ayvacık ve Salıpazarı  ilçelerinin tamamını, Tekkeköy ve köylerinin büyük kısmını, Asarcık ilçesinin bazı köylerini de içine alan büyük bir ilçedir.

Osmanlı'nın son dönem kayıtlarına bakıldığında Çarşamba'da 1869 yılında 8, 1872'de 4, 1880'de 12, 1888'de 7, 1895'te 5, 1905'te 6 medrese görülmektedir. Çarşamba'da 1904 yılında ise 13 medrese bulunmaktaydı. Bu medreseler: Hazinedarzade Süleyman Paşa Medresesi, Naimiye Medresesi, Arnabud Ali Bey Medresesi, Mahmut Tayyar Paşa Medresesi, Hamidiye Medresesi, Akpınar Medresesi, Yusuf Zeyneddin Medresesi, Tatarlı Medresesi, Sarıyurd Medresesi, Hisarcık Medresesi, Eğri Kiraz Medresesi, Şeyh Habil Medresesi ve Abacalu (İpçili) Medresesidir. Çarşamba'nın idari yönden bağlı olduğu Trabzon Vilayeti'nin tamamında 60, Canik Sancağı'nda ise toplam 23 medrese varken bu medreselerin 1904 yılı kayıtlarında 13 tanesinin Çarşamba'da bulunması dikkat çekicidir. Ayrıca Çarşamba'da 1869'da 169, 1880 de 147, 1888'de 280, 1902'de 198 tane de Sıbyan Mektebi bulunmaktadır. Çarşamba'da Osmanlı'nın son döneminde 4 tane özel kütüphane olduğu görülmektedir. Bu kütüphaneler Hazinedarzade Süleyman Paşa Kütüphanesi, Naimiye Kütüphanesi, Arnabut Ali Bey Kütüphanesi ve Mahmut Tayyar Paşa Kütüphanesi'dir. Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba'nın idari yönden bağlı olduğu Trabzon Vilayeti'nin tamamında 12 adet kütüphane bulunduğu göz önüne alındığında, bu 12 kütüphanenin 6 tanesinin Canik Sancağı'nda, bu 6 kütüphanenin de 4'ünün Çarşamba'da oluşu dikkate şayandır. Bu kütüphanelerde toplam 1335 kitap yer almaktaydı. Osmanlı'nın son dönemindeki eğitim kurumlarını, eğitim kadrosu, kütüphaneler ve kitap adetleri değerlendirildiğinde Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba'nın önemli bir eğitim merkezi olduğu anlaşılmaktadır.

II. Abdülhamit döneminde Avrupa okulları model alınarak yeni okullar açılmaya başlanmıştı. Bu okullar Osmanlı'da ibtida (ilkokul), Rüştiye (ortaokul) ve idadi (lise) diye isimlendiriliyordu. Bu okullardan Çarşamba'da 1884'te 4, 1895'te 4 ibtida (ilkokul) bulunmaktadır. Çarşamba'da ilk rüştiyenin (ortaokul) de 1871'de açıldığı anlaşılmaktadır. Sonraki yıllarda sadece kızların eğitim gördüğü İnas Rüştiyesi (kız ortaokulu) açılmıştır. Bu okulun kayıtlarına defa 1912'de rastlanmaktadır. Osmanlı döneminde Çarşamba'da idadi (lise) açılmadığı değerlendirilmektedir.

Çarşamba'da bulunan gayrimüslim nüfusa hizmet eden okullar da mevcuttu. 1893 yılında yapılan nüfus sayımında Çarşamba'da 47.597 Müslüman, 3.114 Rum, 9.775 Ermeni yaşamaktaydı. Çarşamba'da gayrimüslim nüfusa hizmet veren 33 kilise mevcuttu. Ayrıca 1869'da 7 tane Rum Sıbyan Mektebi, 18 tane de Ermeni Sıbyan Mektebi bulunmaktaydı. 1872'de 3, 1880'de 3 Rum Sıbyan Mektebi olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Ayrıca şu an Ayvacık ilçesine bağlı olan Kapıkaya köyü Kasım Kıran mevkiinde 1864 tarihinde protestan misyoner teşkilatı Amerikan Board Teşkilatı'na bağlı olarak Merzifon'da açılmış bulunan Amerikan Koleji'ne bağlı, kaçak faaliyet gösterdiği değerlendirilen ve ibtida ve idadi seviyesinde iki ayrı okul olarak tek binada eğitim veren bir okulun varlığı da bilinmektedir.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında ilçe merkezinde ilkokullar bulunmakta fakat Osmanlı döneminde kayıtlarına rastlanan rüştiyenin (ortaokul) ne zaman kapandığı bilinmemektedir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Çarşamba'da Merkez İnas (Kız) İlkmektebi, Merkez Zükur (erkek) İlkmektebi, Tayyar Paşa İlkmektebi (Prof. Dr. Ali Fuad Başgil'in de mezunu olduğu bu okul muhtemelen sonradan Yeşilırmak İlkokulu oldu.) ve Atatürk İlkmektebi'nin olduğunu bilmekteyiz. Orta Mahalle'de 1934 yılında temeli atılan ve 1937'de Kurtuluş İlkokulu olarak açılmış olan okul, üç yıl sonra Merkez İlkokulu adını almıştır. Çay Mahallesi'nde bulunan Atatürk İlkokulu 1939 depreminde hasar alınca yeni binası yapılana kadar Merkez İlkokulu binasında eğitime devam etmiştir. Tayyar Paşa İlkokulu adıyla faaliyet gösteren ve sonradan adının Yeşilırmak İlkokulu olduğunu değerlendirdiğimiz okul ise şu anki Atatürk İlkokulu'nun bulunduğu yerdeydi. Çarşamba'da ilk ortaokul, halk tarafından yaptırılmış olup; 10/04/1945 tarihinde temeli atılan bina, 28/10/1946 tarihinde bitirilmiş ve eğitime başlamıştır. Yapılan ortaokul binası da şu anki Atatürk İlkokulu bahçesindeydi. Çarşamba'da ortaokul ve lisenin henüz olmadığı Cumhuriyet'in ilk yıllarında, sayıları çok az olsa da bazı öğrencilerin günü birlik trenle Samsun'a giderek Samsun'daki ortaokul ve liselerde eğitim aldıkları bilinmektedir. 

         Cumhuriyet'in ilk yıllarında Çarşamba'nın köyleri olan Ömerli, Muşçalı, Taflı (Dalbahçe), Alibeyli, Çayvar, Turgutlu, Tatarlı, Karamaslı, Büyüklü gibi bazı köylerde ahşap ilkokul binaları mevcuttur. 1950'lerden sonra tüm ülkede olduğu gibi Çarşamba'nın köylerinde de ilkokullar çoğalmış ve yıllar içerisinde tüm köylere ilkokullar yapılmıştır. 2000'li yıllar sonrasında kesintisiz sekiz yıllık zorunlu eğitimle beraber servis imkanlarının artması, nüfusun azalması gibi gerekçelerle çoğu köylerdeki ilkokullar kapatılmış ve şu an binaların çoğu atıl kalmıştır.

Çarşamba'da ilk lise Çarşamba Lisesi adıyla 1966 yılında eğitime başlamıştır. 1957 yılında Akşam Kız Sanat Okulu eğitim faaliyetlerine başlamış, kurum 1974 yılında Çarşamba Kız Meslek Lisesi'ne dönüştürülmüştür. Kurum halen Yunus Emre Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi adıyla hizmet vermektedir. 1960 yılında Halk Eğitim Merkezi, şu anki binasında hizmete başlamıştır. Daha önceden Çarşamba Türk Ocağı sonrasında da Halkevi olarak faaliyet gösteren şu anki Çarşamba Halk Eğitim Merkezi'nin olduğu yerde bulunan eski bina, 24 Kasım 1930 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk tarafından ziyaret edilmiş  ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından ocağın ziyaretçi defterine "Çarşamba Türk Ocağında tanıdığım kıymetli gençlik iftihara layıktır." ifadesi yazılmıştır. 

          1953 yılında Şehit Nuri Pamir İlkokulu eğitim faaliyetlerine başlamış, 1964 yılında şu an ortaokul olarak faaliyet gösteren Gaziosmanpaşa Ortaokulu ilkokul olarak açılmıştır. 1967'de Helvacalı İlkokulu, 1969'da şu an ortaokul olarak faaliyet gösteren Değirmenbaşı İlkokulu, 1970'te Kızılot Ortaokulu, 1975'te Dikbıyık Ortaokulu eğitime başlamıştır. 1976 yılında Çarşamba İmam Hatip Lisesi liralık bir evde eğitime başlamış ve halkın yardımlarıyla yapımına başlanan binasına 1981 yılında yarı inşaat olarak geçilmiştir. Daha sonradan Çarşamba Anadolu İmam Hatip Lisesi adını alan kurum 2014 yılında Çarşamba Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi'ni bünyesinden ayırmış ve halen hafızlık ve fen ve sosyal bilimler projesi uygulayan imam hatip lisesi olarak faaliyet sürdürmektedir. 

            1984'te Çarşamba Öğretmenevi açılmış, 1988 yılında halen Yıldıray Çınar Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi olarak faaliyet gösteren Çarşamba Ticaret Meslek Lisesi, 1989 yılında da halen Çarşamba Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi adıyla faaliyet gösteren Çarşamba Endüstri Meslek Lisesi açılmıştır. 1998 yılında halen 75. Yıl Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi adıyla eğitim veren Çarşamba Sağlık Meslek Lisesi kurulmuştur. 1992 senesinde Çarşamba Anadolu Lisesi eski Merkez İlkokulu'nun tarihi binasında ortaokul seviyesinde kurulmuş, 2002 yılında da Yeşilırmak Lisesi açılmıştır. Yeşilırmak Lisesi, 2010 yılından itibaren Çarşamba Fen Lisesi'ne dönüştürülmüş ve Yeşilırmak Lisesi, Çarşamba Fen Lisesi'ne dönüştürülerek tedricen kapatılmıştır. 2005 yılında Ali Fuat Başgil Anadolu Lisesi açılmış, 2009 yılında da Bulutoğlu Anadolu Lisesi eğitim faaliyetine başlamıştır. 1966 yılında kurulan ve Çarşamba'nın ilk lisesi olan Çarşamba Lisesi, 2013 yılından itibaren Yeşilırmak Anadolu İmam Hatip Lisesi'ne dönüştürülerek tedricen eğitim faaliyetlerine son vermiştir. 

          Çarşamba'nın ilk bağımsız anaokulu olan Zübeyde Hanım Anaokulu 2001 yılında eğitime başlamış, ilçemizin diğer bağımsız anaokulu olan Nene Hatun Anaokulu da 2011'de eğitime başlamıştır. 4+4+4 eğitim sistemine geçilmesiyle beraber Çarşamba'nın ilk bağımsız İmam Hatip Ortaokulu olan Çarşamba İmam Hatip Ortaokulu 2012 yılında Değirmenbaşı Ortaokulu'nun üst katında faaliyete başlamıştır. 2016 yılında okulun bünyesinden ayrılan öğrencilerle Ali Fuat Başgil İmam Hatip Ortaokulu kurulmuştur. Çarşamba'nın ilk özel okulu Amerikan Kültür Koleji adıyla 2014 yılında açılmış, kurum kısa süre içerisinde faaliyetlerine son vermiştir. İlçemizde halen eğitime devam eden 2019 yılında kurulan 19 Mayıs Teknoloji Koleji ve Mektebim Koleji isimli özel okullar bulunmaktadır. İlçemizde ayrıca Özel Pera ve Özel Vefa isimli iki adet Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi ile Atak, Beta, Çarşamba Durmaz, Demirsoylar, Fen, Genç, Öz-Kar, Sevgi ve Yeni Çarşambalılar isimli Motorlu Taşıt Sürücüleri Kursları faaliyet göstermektedir.

Çarşamba 2000 yılında ilk defa üniversite ile tanıştı. Ondokuz Mayıs Üniversitesi'ne bağlı olarak kurulan ilk meslek yüksekokulu ikinci öğretim olarak bazı lise binalarında eğitime başlamış; sonrasında Çarşamba Ticaret Borsası tarafından yaptırılan yeni binasına geçmiş ve böylece Çarşamba Ticaret Borsası Meslek Yüksekokulu adını almıştır. Halen meslek yüksekokulunda Bilgisayar Teknolojileri, Muhasebe ve Vergi, Finans - Bankacılık ve Sigortacılık, Büro Hizmetleri ve Sekreterlik ile Mülkiyet Koruma ve Güvenlik önlisans programlarında eğitim verilmektedir.

          Kamu tarafından oluşturulan kampus alanına Hayırsever Mustafa Kemal Güneşdoğdu tarafından 2008 yılında faaliyete geçen ve Ali Fuat Başgil'in adı verilen Hukuk Fakültesi yaptırılmış ve eğitim faaliyetine başlamıştır. Kampus alanına sonrasında 2010 yılında Hayırsever Tülay Ulusoy tarafından babası adına Mehmet Tülazoğlu Adalet Meslek Yüksekokulu binası yaptırılmış ve bu binada da Adalet önlisans programında eğitim verilmektedir. Kampus alanında 2010 yılında açılan İletişim Fakültesi'nde Gazetecilik, Hakla İlişkiler ve Tanıtım, Radyo Televizyon ve Sinema, İletişim ve Tasarımı lisans bölümlerinde, 2016 yılında açılan Çarşamba İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi'nde de Tarih lisans bölümünde öğrencilere eğitim verilmektedir.  


Müslümanlık Bir İddiadır...

 


Müslümanlık bir iddiadır ve her iddia gibi bu iddianın da ispatı gerekir. Ve her zaman ‘Müddei (iddia eden) iddiasını ispatla mükelleftir.’ Yani eğer bir birey ‘Ben Müslümanım' diyorsa bunu söyleyen kişiden bu iddiasını ispatlaması beklenir.

Peki, bu ispat nasıl olacaktır?

Bir kişinin Müslümanlık iddiasının ispatı yaşantısında olmalıdır, hayatında aranmalıdır. Eğer Müslümanlık iddiasındaki bir kişi yaptığı davranışlardan, yediği içtiğine; ibadetlerinden, ticaretinden, aile hayatına; komşuluk ilişkilerine kadar hayatında İslam'dan izler taşıyorsa; İslamî bir hayat yaşıyorsa bu ispatı yapabiliyor denebilir. O nedenle ‘Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.’ denmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teala birçok ayette iman ve salih ameli beraber zikreder. İman gönüldedir; gönüldekini, kalptekini de en iyi bilecek olan şüphesiz Allah'tır. Lakin gönüldekinin dışavurumu da davranışlarla gözlenebilecektir. O nedenle itikadımızca ‘iman kalple tasdik, dil ile ikrar’ olarak tanımlanmıştır. İmanın aslolan mekanı kalp yani gönül olmakla beraber bu iman ete kemiğe de bürünmelidir.

Peki, bu iman ete kemiğe nasıl büründürülebilir?

İman ve kısaca Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan bütün güzel işler olarak tanımlayabileceğimiz salih amel bütünlüğünü bir kuşun iki kanadına benzetebiliriz. Nasıl ki kuşun gökyüzünde güzel bir şekilde süzülebilmesi için iki kanadının da sağlıklı olması ve birbiriyle uyumlu bir şekilde çırpılması gerekiyorsa, Müslümanın hayatında da iman ve salih amel birlikteliği ve uyumu da böyle olmalıdır. Kalbinde taşıdığı imanını dıştan görünür hale getirebilmelidir Müslüman. O nedenle Müslüman ibadetlerine dikkat etmeli, en temel ibadetleri olan namaz, oruç, sadaka, zekat ve benzeri ibadetlerini aksatmamaya gayret etmelidir. Hayatının her anını Allah'ın kendini gördüğü, yaptığı şeyleri bildiği ve bunları kayıt altına aldırdığı bilinciyle sürdürmelidir. Müslüman yapmış olduğu meslek neyse onu en güzel şekilde yapmaya gayret etmelidir. Müslümanın ticareti gayrimüslimden farklı olmalı, Müslümanın aile hayatı gayrimüslimden farklı olmalı, Müslümanın komşuluğu gayrimüslimden farklı olmalıdır. Müslüman her halini ve davranışını Kur’an ve sünnet süzgecinden geçirmelidir. Hasılı Müslümanın her hali diğer insanlardan farklı olmalıdır. Müslümanlık iddiasında olan her birey yaptıkları ve yaşantısıyla iddiasını ispat etmeli, edebilmelidir.


https://www.akasyam.com/mobil/yazi/muslumanlik-bir-iddiadir-12137.html


28 Mayıs 2025 Çarşamba

1960 Darbesi ve Üç Çarşambalı Hukukçu


            27 Mayıs 1960 günü Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara leke olarak geçen bir gün. Türkiye'de yapılan ilk darbe olan 27 Mayıs darbesi, sonrasında yapılacak darbe, muhtıra ve darbe girişimlerinin de ilham kaynağı oldu. Emir komuta zinciri içerisinde yapılan bu darbe sonrasında Türkiye'de ilk defa çok partili seçimle işbaşına gelmiş hükümet alaşağı edilmiş ve ülkenin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakanı Adnan Menderes'in de aralarında bulunduğu bazı hükümet üyeleri tutuklanmıştır. Darbe sonrası ordudan 235 general ve 3500 civarında subay tasfiye edilmiş, 520 savcı ve hakim görevden uzaklaştırılmış ve üniversiteden de 147 öğretim üyesi ihraç edilmiştir. Darbe sonrasında Yassıada'da yapılan yargılamalar (!) neticesinde 15 sanığa idam cezası, 31 sanığa ise müebbet hapis cezası verilmiştir. Darbeciler tarafından oluşturulan Millî Birlik Komitesi, Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar dışındaki idamları affetmiştir. Sonrasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın idam kararı da yaşı sebebiyle gerçekleştirilmeyecek fakat Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun idam kararları ise uygulanacaktır. Böylelikle Türkiye'nin gerçek seçimlerle iş başına gelen ilk başbakanı idam edilecek ve bu idam Türk demokrasi tarihinde yerini kara bir leke olarak alacaktır.

            Şimdi sizlere bu darbe sırasında ülke gündeminde olan üç Çarşambalı hukukçudan bahsedeceğim. 1960 darbesinde üç Çarşambalı hukukçu darbenin farklı taraflarında idiler. Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil ve Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen, 28 Ekim 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan ve 147'ler diye bilinen listede yer alarak üniversite ile ilişiği kesilen kişilerden olurken, bir diğer Çarşambalı hukukçu Prof. Dr. Naci Şensoy ise darbeciler tarafından yaptırılan 1961 anayasasının hazırlık komisyonundadır. Yani Çarşambalı iki hukukçu darbecilere karşı ve darbeciler tarafından mağdur edilmiş bir durumda iken bir diğer Çarşambalı hukukçu ise darbecilerle beraber hareket ediyor görünmektedir.

            Şimdi kısa kısa bu Çarşambalı hukukçuları tanıyalım:

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil

            Ali Fuad Başgil 1893 yılında Çarşamba'nın Sarıcalı Mahallesi'nde doğdu. Çocukluk yılları Osmanlı'nın çalkantılı dönemleriydi. Osmanlı - Rus Savaşı sonrası bölgeye yoğun göçlerin olduğu ve Pontusçuluk faaliyetlerinin yoğunlaşmaya başladığı bir coğrafyada ilk çocukluk yıllarını geçiren Ali Fuad Başgil, ilkokulu Çarşamba'da Tayyar Paşa İlkokulu'nda okudu. 14 yaşındayken ailesiyle beraber İstanbul'a göçtü. Ali Fuad Başgil, Edirne'nin işgal edildiği ve Rusların Yeşilköy'e kadar geldikleri Ayastefanos Anıtı'nı diktikleri zamanlarda İstanbul'dadır. 1914 yılında yedek subay olarak I. Dünya Savaşı'nda Kafkas Cephesi'ndedir. Dört buçuk yıl süren askerlik sürecinde Çarşamba Askerlik Şubesi'nden askere beraber gittiği on beş kişiden üçü dışındakilerin tamamı şehit düşer. Asker dönüşü ticarete heveslenir fakat hocası Şevket Efendi "Bizim nesil Çanakkale'de heba oldu, sen eğitim al" diyerek onu okumaya yönlendirir. 1921 yılında Fransa'ya gider. Savaş dolayısıyla yarım kalan lise eğitimini önce Saint-Barbe Lisesi'nde ardından Paris Bufon Lisesi'nde tamamlar. Ardından Grenoble Hukuk Fakültesi'ni birincilikle bitirerek, Paris Üniversitesi'nde "Boğazlar Meselesi" adlı teziyle doktorasını tamamlar. Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde ve Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nde de dersler alana Ali Fuad Başgil, sonrasında Türkiye'ye dönmüştür.

            1930 yılında Türkiye'ye döndükten sonra bir süre Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğrenim Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulunmuş akabinde 1932 yılında göreve başladığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Profesörü olarak 28 yıl görev yapmıştır. 1939 yılında "İş Hukuku" dersini ihdas etmesi sebebiyle kendisine "Ordinaryus" payesi de verilen Ali Fuad Başgil, on ay gibi kısa bir süre bağımsız bir devlet olan Hatay Devleti'nin anayasasını da yazan kişidir. Ayrıca Hatay meselesinde Birleşmiş Milletler'de Türkiye'yi de temsil etmiştir. 1938-1942 yıllarında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığı görevinde de bulunan Ali Fuad Başgil, 1947 yılında "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti" isimli bir cemiyet de kurmuş ve bu cemiyetin yayın organı olan "Hür Fikirler" isimli dergide yazılar kaleme almıştır. 1952'de Pakistan'da, 1959'da Ürdün'de toplanan İslam Kongresi'nde ve yine 1959 yılında Almanya'da toplanan Hukuk Kongresi'nde Türkiye'yi temsil etmiştir. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen darbe sonrası üniversite ile ilişiği kesilecek 147 öğretim üyesi arasında yer alan Ali Fuad Başgil, darbe sonrası üç buçuk ay da tutuklu kalmıştır. Balmumcu Askerî Cezaevi'nde zor şartlar altında üç buçuk ay tutuklu kalan Ali Fuad Başgil, üniversiteyle ilişiği kesilecekler listesindekilerle ilgili karar iptal edilmesine rağmen bu durumu onur meselesi yaparak görevine geri dönmemiş ve 1961'de emekli olmuştur. Emekli olduktan kısa süre sonra Adalet Partisi'nden Samsun senatörü olarak senatoya girmiştir. Cumhurbaşkanlığı için aday olmak istemiş fakat adaylığı Millî Birlik Komitesi üyesi bazı askerlerce "Seçime girerseniz hayatınızı garanti edemeyiz" sözleriyle engellenince senatörlükten de istifa ederek ülkeden ayrılmıştır. Sonrasında Cenevre Üniversitesi'nde dersler veren ve kürsü başkanlıkları yapan Ali Fuad Başgil, 1965 yılında tekrar ülkeye dönmüş ve 1965 seçimlerinde Adalet Partisi'nden İstanbul milletvekili seçilmiş ve mecliste Anayasa Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. 17 Nisan 1967 tarihinde kalp krizi sonucu vefat eden Ali Fuad Başgil'in kabri İstanbul'da Karacaahmet Mezarlığı'nda Çiçekci Camisi karşısında yer almaktadır.

            Akademik ve günlük yazılar şeklinde birçok yazısı neşredilen Ali Fuad Başgil, kurmuş olduğu Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti'nin yayın organı olan Hür Fikirler dergisinin yanı sıra uzun yıllar Yeni İstanbul gazetesinde ve birçok dergi ve gazetede günlük makaleler yazmıştır. Gazetelerde yazmış olduğu makaleler, günlük siyaset ve toplum üzerinde derin tesirler uyandıran makaleler olmuştur. Gençlerle Başbaşa, Din ve Laiklik, Türkçe Meselesi, Esas Teşkilat Hukuku Dersleri (Üç cilt), Türkiye İş Hukuku, Demokrasi ve Hürriyet, Demokrasi Yolunda, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri isimli kitaplar, Ali Fuad Başgil'in eserlerinden bazılarıdır.

            Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen:

            Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen, Osmanlı'nın son döneminin önemli alimlerinden, Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında Canik mebusu, sarayda Ramazan aylarında yapılan Huzur Dersleri'nin mukarrirlerinden olan Çarşamba ilçesinin Biçme köyünden Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin oğludur. 1900 İstanbul doğumlu olan Kemalettin Birsen, orta ve lise tahsilini Galatasaray Lisesi'nde 1920 yılında tamamlamıştır. Lise tahsili sonrası Fransa'ya giden Kemalettin Birsen, 1922 yılında Paris Ticaret Akademisi'ni, 1926 yılında Paris Hukuk Fakültesi'ni bitirmiştir. Hukuk eğitimi sonrası Türkiye'ye dönen Kemalettin Birsen, kamu kurumlarında göre almıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde müderris muavini vekili olan Kemalettin Birsen, 1929 yılında fakülte tarafından doktora yapmak üzere Paris Hukuk Fakültesi'ne gönderilmiştir. Doktora eğitimini 1932 yılında tamamlayan Kemalettin Birsen, yurda dönmüş ve girdiği doçentlik sınavından başarılı olarak doçent unvanını almıştır. 1932 yılında Medenî Hukuk Müderris Muavini, 1933'te Devletler Hususî Hukuku Profesör Muavini olarak atanmıştır. Üniversitede Medenî Hukuk ve Devletler Hususî Hukuku dersleri okutmuştur. 1939 yılında Devletler Hususî Hukuku profesörlüğüne atanan Kemalettin Birsen, vefat ettiği 12 Şubat 1969 tarihine kadar İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İkinci Medenî Hukuk Kürsüsü ordinaryus profesörlüğü vazifesine devam etmiştir.

            Kemalettin Birsen'in adı 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası 28 Ekim 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan ve 147'ler diye bilinen listede üniversitelerden ilişiği kesilmesi düşünülen 147 öğretim üyesi arasında bulunmaktadır. 18 Nisan 1962 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanan 114 sayılı kanunla yeniden göreve dönmelerinin yolu açılan üniversite hocalarından biri olan Kemalettin Birsen, bu haktan yararlanarak üniversitesine geri dönmüştür. Kemalettin Birsen'in Devletler Hususî Tarihi, Borçlar Hukuku Dersleri, Medenî Hukuk Dersleri, Miras Hukuku isimli kitapları ve birçok akademik makalesi bulunmaktadır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası'nın XXXV cildinin 1-4. Sayısı "Ord. Prof. Dr. Kemalettin Birsen Hatıra Sayısı" olarak çıkarılmıştır. 14 Şubat 1969 Cuma günü düzenlenen cenaze merasimi sonrası Kemalettin Birsen, Zincirlikyu Mezarlığı'na defnedilmiştir.

            Prof. Dr. Naci Şensoy

            Çarşamba'nın eski belediye başkanlarından Cemil Şensoy'un kardeşi ve meşhur tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy'un amcası olan Naci Şensoy, 1917 yılında İstanbul'da doğdu. Aslen şu an Salıpazarı ilçesine bağlı olan Alan köyünden olan ve Çarşamba'da etkin bir ailenin çocuğu olan Naci Şensoy, eğitimini İstanbul'da görmüştür. 1936 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun olan Naci Şensoy, sonrasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Fakülteden mezun olduktan sonra aynı fakültede akademik kariyerine devam etmiştir. Ceza Hukuku ve Ceza Usul Hukuku alanında yaptığı akademik kariyerinde profesör unvanını almıştır. 1959-1964 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde dekan olarak görev yapmıştır. 1956 yılında profesyonel olan Fatih Karagümrük Futbol Kulübü'nün ilk idarî heyetinin onur kurulunda yer alan Naci Şensoy, 27 Mayıs 1960 sonrası kurulan yeni anayasa hazırlama komisyonunda görev almıştır. 2 Mart 1965 tarihinde vefat etmiş, Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrası naaşı Edirnekapı Mezarlığı'na defnedilmiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası'nın XXX. cildinin 3-4. sayısı "Naci Şensoy Hatıra Sayısı" olarak çıkmıştır. Naci Şensoy'un Cezai Mesuliyeti Tamamen veya Kısmen Kaldıran Aklî Malüliyet, Eski Devirlerde ve İslamda Hırsızlık Suçu, Basit Hırsızlık ve Çeşitli Mevsuf Hırsızlıklar, İstinaf, Siyasî Suçlar, Çocuk Suçluluğu - Küçük - Küçüklük - Çocuk Mahkemeleri ve İnfaz Müesseseleri isimli eserler, eserlerinden bazılarıdır.

            1960 darbesi sonrası darbeciler tarafından oluşturulan Millî Birlik Komitesi yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına başlamıştır. Yeni anayasa çalışmaları içinde darbecilerin istekleri doğrultusunda zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü ve İdare Hukuku alanında profesör olan Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Öner başkanlığında anayasa hazırlama komisyonu oluşturulmuştur. Naci Şensoy da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı olarak bu komisyonda görev almıştır. Ayrıca bu süreçte Naci Şensoy'u başka bir komisyonda daha görmekteyiz. Darbeciler devirdikleri Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı idamla yargılamak istemektedirler fakat kanunda 65 yaş sınırı olduğundan Celal Bayar idamla yargılanamamaktadır. Bu problemin halli için de oluşturulan sekiz kişilik komisyonda Naci Şensoy adını görmekteyiz. Bu komisyon 65 yaşını geçmiş olanların da idamla yargılanabileceklerine dair görüş bildirince Celal Bayar'ın idamla yargılanmasının yolu açılmıştır.






25 Mart 2025 Salı

Spritüel İstismar

 

https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Son zamanlarda bazı tuhaf olaylar duyar olduk. Yakın zamanda genç bir kadının İstanbul'da Beldrad Ormanı'nda kaybolduğu ve arandığı haberleri düştü medyaya. Üç dört gün kadar sonra kadının bulunduğu ve halen hayatta olduğu fakat hipotermi geçirdiği haberi geldi sonrasında. Hastanede bir kaç gün içerisinde vefat eden kadının adı vefatından bir iki gün sonra cadılık eğitimi aldığı şeklinde tekrar gündem oldu ve hatta bu eğitimi verdiği iddia edilen bir kişi gözaltına alındı ve sonrasında salıverildi. Hemen bu olayın akabinde yine Belgrad Ormanı'nda "Çığlık Atma Ayini" yaptıkları söylenen kadınlı erkekli tuhaf giyim ve tavırlı bir grubun videoları geldi gündeme.

Geçtiğimiz ekim ayında da İstanbul surlarında on dokuz yaşında bir genç yaşıtı iki genç kızı başını keserek öldürdükten sonra surlara kendini asmıştı. Hatta öldürdüğü kızlardan birinin başını gövdesinden tamamen ayırıp sokağa fırlatmıştı. Katilin bilgisayarında ve evinde yapılan incelemelerde parçalanmış insan vücudu resimlerinin olduğu daha önceden çektiği bir videoda öldürmek isteğinden bahsettiği görülüyordu. Daha sonrasında katilin "Incel" diye kısa şekilde tabir olunan, ingilizcesi "involuntary celibate" olan ve Türkçe'ye "İstemsiz Bekar" olarak çevrilen bir saplantı içerisinde olduğu ve bu kişinin kadın düşmanlığından bahsedildi. İnternet ortamında bu sapkın anlayışta olanların haberleştikleri mecraların olduğu online tarikat gibi bir görünümde oldukları yazıldı. Daha önceki yıllarda yaşanan ve Satanist veya daha farklı inanç veya ideolojilerin ayin veya ritüellerinde kurban edildiği söylenen bazı kişilerin olduğu iddiaları da basında yer almıştı.

Vahşete veya cinayete varan vakaları gerçekleştirecek bireyler üretebilen sapkın yapılar işin bir yönü olduğu gibi aynı zamanda insana mutluluk vaat eden ve bu şekilde insanları sömüren farklı bir istismar yolu da var. "Ruhsal Arınma", "Ruhsal Temizlik", "Ruhsal Terapi" gibi isimlerle kendilerini pazarlayan bu oluşumlar çok yüksek miktarlarda aldıkları seans ücretleriyle insanlara mutluluk vaat ediyorlar. Bazıları tasavvuf ve bazı dinî kavramları, özellikle Mevlana, Yunus Emre, İbn Arabi gibi bazı isimleri de kullanarak dinî hassasiyeti olan kesimi de bir şekliyle istismar etmekte. Bu seanslarda yapılan bazı uygulamaların farklı dinlerin ibadet ve ayinlerine benzediğini veya aynısı olduğunu görmek de mümkün. Hatta bazı uygulamalarda büyü öğretilmesi, astroloji ile gelecekten haber verme, tarot gibi kartlarla falcılık veya kara büyü vb. şeylerin insanlara öğretildiği iddiası da var.

Peki, insanlara mutlu olacaklarını, rahatlayacaklarını veya ruhsal olarak temizleneceklerini vaat eden bu uygulamalar nelerdir? Bunlara astral seyahat eğitimi, yoga, meditasyon, reiki, telepati, arınma ayini, doğayla bağlantı kurma eğitimi, nefes eğitimleri, farklı beslenme usulleri, diyet veya perhizleri, inziva eğitimleri, zihinsel veya duygusal gevşeme terapisi, enerji aktarımı, evrene mesaj gönderme, şifa eğitimi, temizleme kristalleri, spritüel banyolar, nur terapisi, bilinçaltı temizleme, trans terapisi örnek verilebilir. Bu faaliyetlerin bazısı bireysel yapılabildiği gibi bazısı ise gruplar halinde yapılmakta. Ve her biri için de belki onlarca saat süren eğitimler ve harcanan yüksek miktarda ücretler... Peki, bu eğitimleri kimler tarafından verilmekte? Bazen psikolog veya psikiyatrist gibi kişiler tarafından bu seanslar uygulanmakla beraber bazen de kendine koç, yaşam koçu, uzman, terapist, danışman, eğitmen, yogi vb. isimler veren kişiler tarafından bu eğitimler verilmekte. Hatta bazı kuruluşlar bu eğitimler sonunda insanlara sertifika dağıtmakta ve belli sertifika programlarını tamamladıklarında artık onların da bu eğitimleri başkalarına yaparak sertifika düzenleyebileceklerini söylemektedirler. Bu kişi veya müesseselerin çalışma izinleri resmî kurumlarca nasıl verilmektedir, resmiyette ne işle iştigal ettiklerini beyan ediyorlar bilemiyorum ama bu sahada sanki denetimsizlik hakim gibi bir hava sezilmekte.

Peki, neden insanlar  bu tarz işlere meylediyor? İnsan hem maddî yönü hem de manevî yönü olan bir varlık. İnsanın nasıl ki karnı acıkıyor, su ihtiyacı, tuvalet ihtiyacı geliyor ve maddî yönünü tatmin veya gereksinimlerini karşılaması gerekiyorsa, manevi yönünü de beslemek ve tatmin etmek durumunda. Peygamber Efendimiz'in “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhâri, Cenâiz, 92) hadis-i şerifi insanın doğuştan gelen inanma ihtiyacından ve manevî yönünden bahsetmektedir. Eğer insan içerisindeki bu manevî boşluğu doğru yoldan dolduramıyor veya doldurmuyorsa o boşluk bir şekilde dolmaktadır. Bu manevî boşluk bazen sapkın bir ideolojiye adanma bazen saplantılı bir aşk bazen ise sapkın bir inanç olarak kendini gösterebiliyor. İşte bu spritüel akımlar da esasında insanın içerisindeki bu manevî boşluğu doldurmayı vaat ediyor. Veya insanlar spritüel ayin veya ritüellerle ibadet neşvesi içerisinde manen tatmin olacaklarını zannetmekte veya kendilerini tatmin etmekteler. Bu yönüyle spritüel bu akımlar 1980'lerde Amerika'da çıkan ve "New Age" diye tanımlanan tarikat veya akımlar gibi değerlendirilebilir. Bu türden spritüel uygulamaların daha çok metropol denebilecek büyük şehirlerde özellikle de İstanbul, İzmir, Ankara vb. şehirlerde fazlaca olması da dikkat çekicidir. Nüfus yoğunluğu az olan herkesin birbirini öyle veya böyle tanıdığı küçük ölçekli şehirlerde neredeyse bu tür eğitim veren yerlerin hiç olmaması da dikkat çekicidir. Tabi ki internet üzerinden her yerdeki insanların bu tür işlerden haberdar olmaması mümkün değildir. Lakin kitlesel anlamda grupların oluşumu için büyük şehirler bu türden faaliyetler için daha uygun görünmektedir. Tabi ki, büyük şehirlerin keşmekeşi, karmaşası, insanların ağır çalışma şartları, trafik, kalabalık gibi stres unsurları metropollerde insanları bunaltmaktadır. Ve belki de insanlar bu yöntemlerle kendileri rahatlatabileceğini düşünmekteler. Ve birileri de insanların bu hallerini istismar ederek onları mutluluk vaadiyle bir manada kandırmaktadır.

Peki, insan gerçek mutluluğa nasıl ulaşabilir? İslam, insanlara her iki alemde de mutlu olacaklarını vaat eden bir dindir. Ahiret hayatındaki mutluluk bellidir, cennet... Peki, ya dünyada nasıl mutluluk vaat eder İslam insanlara? İnsanı yaratan Allah insanın nasıl mutlu olabileceğini de muhakkak en iyi bilendir. Fıtrat dediğimiz kavram, esasında insanın bir manada yaratılış kodlarıdır. İnsanı yaratan Allah, insanı iyiye, güzele meyyal ve kendine inanmaya meyilli olarak yaratmıştır. Ve Allah, iyinin, güzelin ve doğrunun neler olduğunu yanlışın, kötünün, çirkinin neler olduğunu da vahiy yoluyla peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırmıştır. Son ve ekmel din olan İslam, hakikî manada insanlara mutluluk reçetesi sunabilecek yegane yapıdır. O nedenle modernitenin dişlileri arasında sıkışan, çırpınan, ruhu can çekişen insanın mutluluğu ne farklı spritüel yaklaşımlarda, ne de beşeri bazı ideoloji veya felsefî akımlardadır. İnsanı mutlu edebilecek yegane reçete insanı var eden, Var Edici'nin insanlara gösterdiği yoldadır. O nedenle Allah'ın ipine sımsıkı sarılan insan (Âl-i İmran, 103), gerçek mutluluğu ve huzuru da sadece Allah'a kul olmakta bulabilecektir.


Akasyam haber

10 Ocak 2025 Cuma

Birileri Doğu Türkistan'ı Dalgakıran Mı Zannediyor!

 



Ülkemizde bir kesim ne zaman Filistin veya Kudüs gündem olsa hemen "Doğu Türkistan için ne yapılıyor, Doğu Türkistan gündem edilmezken Filistin, Kudüs konuşuyoruz sürekli" vb. çıkışlarda bulunurlar. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu söylemlerde bulunanların büyük çoğunluğunun gerçekten Doğu Türkistan diye bir gündemlerinin olduğunu zannetmiyorum. Meselenin biraz da Doğu Türkistan meselesini Filistin veya Kudüs konusunu hafife almak veya değersizleştirmek için paratoner veya dalgakıran gibi kullanmak olduğunu düşünüyorum.

Doğu Türkistan'ın yerini haritada göstermekten aciz durumda olan veya Doğu Türkistan tarihini dahi bilmeyen kişilerin bu söylemleri samimiyetten uzak geliyor esasında bana. Bu çıkış ırk üzerinden bir çıkış gibi de geliyor bana. "Doğu Türkistan Türk olduğu için önemsenmeli, Filistin zaten Arap, onlar es geçilebilir" tarzı bir anlayış faşizan bir bakıştır. Her iki millet de Müslüman'dır. Doğu Türkistan Müslüman olmasının yanında aynı zamanda Türk'tür de... Hem soydaşımız hem de dindaşımız olması sebebiyle tabii ki Doğu Türkistan da gündem edilmeli, oradaki zulmün bitmesi için çaba sarf edilmelidir. Fakat Doğu Türkistan davası Kudüs veya Filistin hassasiyetini insanların zihninde küçültecek bir aparat haline dönüştürülmemelidir. Nasıl siyonizme destek veren ürünler ve markalar boykot ediliyorsa Doğu Türkistan'da zulmeden Çinlilere ait mallar da boykot edilmelidir. Çin'in de ekonomisine boykotlar yoluyla zarar verilmeye çalışılmalı ve Doğu Türkistan davası tüm İslam coğrafyasında dillendirilmeli ve ümmetteki hassasiyet kuvvetlendirilmeye çalışılmalıdır.

Filistin bölgesinin 400 yıldan fazla İstanbul'dan yönetilmesi, halkının Müslüman olması, Türkiye'ye coğrafî yakınlığının bulunması gibi sebeplerle Filistin bölgesinden daha fazla haber alabilmekteyiz. Doğu Türkistan bölgesinin coğrafî olarak ülkemize uzak oluşu ve Çin yönetiminin tüm dünyaya kapalı yapısı bölgeden gelen haberleri de sınırlandırmaktadır. Doğu Türkistan tarihine baktığımız zaman sürekli bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinin Çin ve Ruslara karşı mücadele ettiklerini görürüz. 1870'lerde Doğu Türkistan bölgesinde kurulu Türk hanlığının Hanı Yakup Han Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'e biat ettiğini bildirmiş ve Sultan Abdülaziz de bu biatı kabul ettiğini beyan ederek, Albay Kazım Bey komutasında 5 muvazzaf 3 emekli subaydan oluşan bir askeri eğitim grubunu 1200 piyade tüfeği, 6 sahra topu ve cephane ile Hindistan üzerinden Doğu Türkistan'a göndermiştir. Doğu Türkistan'da Osmanlı padişahı adına hutbe okutulmuş ve basılan paralar Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz adına basılmıştır. 1878'de Çinlilerin bölgeyi işgaliyle kısa süren bölgedeki Osmanlı tabiiyetinden kitaplarımızda neredeyse hiç bahsedilmemesi de enteresandır.

Çin işgal ettiği Doğu Türkistan bölgesinde yıllardır sistematik olarak asimilasyon politikalara uygulamaktadır. Hem ırkî bağlamda hem de dinî bağlamda Müslüman Uygur halkı Çinlileştirilmeye çalışılmaktadır Doğu Türkistan'daki Türk nüfusu kontrol altına alınmaya çalışılmakta Çin hükümeti tarafından. Ailelerin çocuk yapmaları konusunda sınırlamalar getirilmekte ve bu sınırlamalara uymayanlar zorla kürtaj yaptırılmaktadır. Çin hükümeti Uygur Müslümanlarını aşağılayıcı, hakaret edici tavrını sürekli sürdürmekte aynı zamanda Müslüman Türkleri "terörist" olarak anmaktadır. Doğu Türkistan'da yaşayan bir Müslüman için günlük hayat tehlikelerle doludur. Doğu Türkistan halkına yönelik keyfî uygulamalar milleti bezdirmiş durumda. Özellikle dinî yaşantılarına yapılan müdahaleler, dinî kitapların toplatılması, dinî eğitim veren kurumların ve camilerin kapatılması, oruç tutmanın yasaklanması, bazı dinî önderlerin şüpheli ölümleri vb. birçok uygulama bölgede yıllardır sürmekte. Son yıllarda daha da sert politikalar yürüten Çinliler, Uygur Müslümanlarının evlerine devlet görevlisi yerleştirerek onların asimile olup olmadıklarını kontrole kadar vardırdılar işi. İnsanlar eğitim adı altında toplama kampı benzeri yerlerde asimile edilmeye, Türklüğünden ve İslamlığından soyundurulmaya çalışılıyor. Ağır fizikî ve psikolojik işkencelere maruz kalan insanların bazılarından yıllarca haber dahi anlamamakta halen...

Doğu Türkistan davası Filistin veya Kudüs davası önünde bir dalgakıran gibi sunulmadan sahiplenilmeli ve dünyanın neresinde olursa olsun baskı altında olan milletler gibi önemsenmelidir. Doğu Türkistan yanında Arakan, Keşmir, Filistin, Suriye, Kıbrıs, Kırım, Moro, Afrika vb. dünyanın neresinde olursa olsun zulüm altında olan Müslümanlara yardım eli uzatılabilmeli, onlara ses olunabilmelidir.

https://www.akasyam.com/mobil/yazi/birileri-dogu-turkistani-dalgakiran-mi-zannediyor-11713.html

4 Ocak 2025 Cumartesi

Bana Ne Kudüs'ten (!)


 Son yıllarda ülke sınırlarımızın hemen dışında gelişen karmaşa ve savaş ortamı hepimizin malumu. Sınırlarımızın hemen ötesinde var olan bu karmaşık hal, ülke olarak da insanî anlamda da bizleri yeterince rahatsız etmekte. Bazıları sadece ekonomik veya güvenlik kaygılarıyla bu karmaşadan rahatsız olurken bazılarımız durumu insanî yönden değerlendiriyor bazılarımızsa komşu coğrafyalarda yoğun olan Müslüman nüfus dolayısıyla duruma ümmet bilinciyle bakıyor ve kaygılanıyoruz. Canlı yayınlarda dünyanın gözüne soka soka alenî bir vahşet var yakın coğrafyamızda...

Yakın coğrafyamız dediğimize bakmayın. Bu karmaşaların veya savaşların olduğu coğrafyanın tamamına yıllarca biz hükmettik. Şimdi birilerinin çıkıp da ‘Bana ne Suriye'den’ ‘Bana ne Kudüs'ten, Bağdat'tan’ ‘Bizim ne işimiz var Libya'da' ve benzeri sözleri söylediği coğrafya çok değil yüz yıldan biraz daha fazla bir zaman önce bizim coğrafyamızdı. Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref ve bazı Osmanlı subayları ‘Vatan toprağı’ bildikleri Libya'da 1912'de İtalyanlara karşı savaşıyordu. 1915-1916'da Anadolu'nun bağrından bir asker Yemen’e ‘Vatan toprağı' müdafaasına gidiyordu. Peki, ne oldu da yüz yıldan biraz daha fazla bir zaman önce ‘Vatan' diyerek dedelerimizin can verdiği topraklar ‘el toprağı’ ‘bana ne oradan’ denilebilecek bir hale geldi? Dünyada pek çok milletin kurmayı amaçladığı ideal, büyük bir devlet varken biz neden bedenen hapsedilmek zorunda kaldığımız tel örgüler arasına zihnen de hapsedildik?

Ülkemizin civarında veya komşusu olan devletlere bakarsanız birçoğunun kendi milletlerine ait büyük devlet kurma hedeflerinin olduğunu görürsünüz. Örneğin, Ermenistan Büyük Ermeni Krallığı’nı kurmak istiyor. Kurmak istediği devletin toprakları şu anki Ermenistan devletinin tamamı, Azerbaycan'ın büyük bölümü, Türkiye'den Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri hatta İç Anadolu'nun bir kısmı, Adana Mersin'e kadar uzanan Akdeniz Bölgesi'nin bir kısmı... Halen Doğu Anadolu'yu Ermenistan, Batı Ermenistan diye isimlendiriyor. Ermenilerin yakın zamanda paralarına dahi Ağrı Dağı'nı bastıklarını hatırlıyoruz. Peki en son ne zaman ulaşmış Ermeniler bu sınırlara? Milattan önce 300-200'lerde. Yunanistan'a bakalım, onların da ‘Megola İdea' dedikleri ve İstanbul başkentli Bizans'ı canlandırma hayalleri malum... Onlar nereleri istiyor? Balkanların büyük bölümü, Türkiye'den Ege’nin tamamı, Akdeniz'in bir kısmı, Marmara ve hatta Anadolu içlerine kadar... Ayrıca Karadeniz Bölgesi’nde de Trabzon Rum İmparatorluğu öncesi var olan Pontus'u yeniden canlandırmak. Peki, ya Bulgarlar? Onlar da Büyük Bulgaristan idealindeler... Onlar da Balkanların tamamına yakınını ve Trakya'yı istiyor. Peki, Bulgarlar böyle bir devlet kurdu mu hiç? Meçhul... Ruslar’ın sıcak denizlere inme ideali hepimizin malumu.1950'lerde Stalin Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesi'nin büyük bölümünü Ermenistan ve Gürcistan'ın devamı diyerek Sovyetler Birliği’ne bağlamak istiyordu. Güneyimizdeki İsrail ne durumda peki? Onlar da ‘Arz-ı Mevud' sevdasında. Onlar da kendilerine kutsal kitaplarında vaat edildiğine inandıkları coğrafyada büyük bir devlet kurmak istiyorlar. Peki, nereleri kapsıyor bu vaat edilen topraklar? Şu anki Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye ülkelerinin tamamı, Irak'ın batısı Mısır'ın Nil nehrinden itibaren doğusu, Suudî Arabistan'ın kuzeyi, Türkiye'den de Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesi'nin doğu illeri ve hatta bazılarına göre bu coğrafya Anadolu içlerine Kapadokya’ya kadar uzanıyor. Peki, onlar en son ne zaman böyle bir coğrafyada devlet kurdular? Hiçbir zaman. Bu anılan topraklara en yakın geniş sınırlara, Hz. Süleyman döneminde ulaştılar ki; muhtemelen bu da bundan üç bin yıl evveldi.

Peki, ya biz? Bizim bir mefkuremiz, bir idealimiz var mı? Eski Türklerden itibaren gelen ‘Kızıl Elma' ‘Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi’ veya İslam sonrası ‘Gaza ve Cihat anlayışı’ Ne oldu bunlara? İsrail üç bin yıl öncesinin davasını güderken benim ülkemdeki bir birey nasıl olur da bundan yüz yıl kadar önce İstanbul'dan gönderilen bir vali ile yönetilen bir coğrafyadan bahsederken ‘Bana ne’ diyebilir? Bu kadar dar bir bakış olabilir mi? Tabii ki, ‘Gidelim bu toprakları şu an yeniden hakimiyetimize alalım' demiyorum ama tamamen de bağımızı neden ve nasıl koparalım bu coğrafyadan? Biz bağımızı kopardık desek bile gerçekten koparabilecek miyiz ayrıca? Milletimizin bir mefkureye bir ideale ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Ve bu mefkure muhakkak devlet eliyle ve devlet okullarında genç dimağlara verilebilmeli...


https://www.akasyam.com/mobil/yazi/bana-ne-kudusten-11699.html