25 Mart 2025 Salı

Proje ve Çalışmalarım

İçerisinde bulunduğum veya bizzat uygulayıcısı olduğum proje ve etkinlikleri paylaştığım blog sayfamı ziyaret edebilirsiniz.

https://servetzeyrekhoca.blogspot.com/

Spritüel İstismar

 

https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Son zamanlarda bazı tuhaf olaylar duyar olduk. Yakın zamanda genç bir kadının İstanbul'da Beldrad Ormanı'nda kaybolduğu ve arandığı haberleri düştü medyaya. Üç dört gün kadar sonra kadının bulunduğu ve halen hayatta olduğu fakat hipotermi geçirdiği haberi geldi sonrasında. Hastanede bir kaç gün içerisinde vefat eden kadının adı vefatından bir iki gün sonra cadılık eğitimi aldığı şeklinde tekrar gündem oldu ve hatta bu eğitimi verdiği iddia edilen bir kişi gözaltına alındı ve sonrasında salıverildi. Hemen bu olayın akabinde yine Belgrad Ormanı'nda "Çığlık Atma Ayini" yaptıkları söylenen kadınlı erkekli tuhaf giyim ve tavırlı bir grubun videoları geldi gündeme.

Geçtiğimiz ekim ayında da İstanbul surlarında on dokuz yaşında bir genç yaşıtı iki genç kızı başını keserek öldürdükten sonra surlara kendini asmıştı. Hatta öldürdüğü kızlardan birinin başını gövdesinden tamamen ayırıp sokağa fırlatmıştı. Katilin bilgisayarında ve evinde yapılan incelemelerde parçalanmış insan vücudu resimlerinin olduğu daha önceden çektiği bir videoda öldürmek isteğinden bahsettiği görülüyordu. Daha sonrasında katilin "Incel" diye kısa şekilde tabir olunan, ingilizcesi "involuntary celibate" olan ve Türkçe'ye "İstemsiz Bekar" olarak çevrilen bir saplantı içerisinde olduğu ve bu kişinin kadın düşmanlığından bahsedildi. İnternet ortamında bu sapkın anlayışta olanların haberleştikleri mecraların olduğu online tarikat gibi bir görünümde oldukları yazıldı. Daha önceki yıllarda yaşanan ve Satanist veya daha farklı inanç veya ideolojilerin ayin veya ritüellerinde kurban edildiği söylenen bazı kişilerin olduğu iddiaları da basında yer almıştı.

Vahşete veya cinayete varan vakaları gerçekleştirecek bireyler üretebilen sapkın yapılar işin bir yönü olduğu gibi aynı zamanda insana mutluluk vaat eden ve bu şekilde insanları sömüren farklı bir istismar yolu da var. "Ruhsal Arınma", "Ruhsal Temizlik", "Ruhsal Terapi" gibi isimlerle kendilerini pazarlayan bu oluşumlar çok yüksek miktarlarda aldıkları seans ücretleriyle insanlara mutluluk vaat ediyorlar. Bazıları tasavvuf ve bazı dinî kavramları, özellikle Mevlana, Yunus Emre, İbn Arabi gibi bazı isimleri de kullanarak dinî hassasiyeti olan kesimi de bir şekliyle istismar etmekte. Bu seanslarda yapılan bazı uygulamaların farklı dinlerin ibadet ve ayinlerine benzediğini veya aynısı olduğunu görmek de mümkün. Hatta bazı uygulamalarda büyü öğretilmesi, astroloji ile gelecekten haber verme, tarot gibi kartlarla falcılık veya kara büyü vb. şeylerin insanlara öğretildiği iddiası da var.

Peki, insanlara mutlu olacaklarını, rahatlayacaklarını veya ruhsal olarak temizleneceklerini vaat eden bu uygulamalar nelerdir? Bunlara astral seyahat eğitimi, yoga, meditasyon, reiki, telepati, arınma ayini, doğayla bağlantı kurma eğitimi, nefes eğitimleri, farklı beslenme usulleri, diyet veya perhizleri, inziva eğitimleri, zihinsel veya duygusal gevşeme terapisi, enerji aktarımı, evrene mesaj gönderme, şifa eğitimi, temizleme kristalleri, spritüel banyolar, nur terapisi, bilinçaltı temizleme, trans terapisi örnek verilebilir. Bu faaliyetlerin bazısı bireysel yapılabildiği gibi bazısı ise gruplar halinde yapılmakta. Ve her biri için de belki onlarca saat süren eğitimler ve harcanan yüksek miktarda ücretler... Peki, bu eğitimleri kimler tarafından verilmekte? Bazen psikolog veya psikiyatrist gibi kişiler tarafından bu seanslar uygulanmakla beraber bazen de kendine koç, yaşam koçu, uzman, terapist, danışman, eğitmen, yogi vb. isimler veren kişiler tarafından bu eğitimler verilmekte. Hatta bazı kuruluşlar bu eğitimler sonunda insanlara sertifika dağıtmakta ve belli sertifika programlarını tamamladıklarında artık onların da bu eğitimleri başkalarına yaparak sertifika düzenleyebileceklerini söylemektedirler. Bu kişi veya müesseselerin çalışma izinleri resmî kurumlarca nasıl verilmektedir, resmiyette ne işle iştigal ettiklerini beyan ediyorlar bilemiyorum ama bu sahada sanki denetimsizlik hakim gibi bir hava sezilmekte.

Peki, neden insanlar  bu tarz işlere meylediyor? İnsan hem maddî yönü hem de manevî yönü olan bir varlık. İnsanın nasıl ki karnı acıkıyor, su ihtiyacı, tuvalet ihtiyacı geliyor ve maddî yönünü tatmin veya gereksinimlerini karşılaması gerekiyorsa, manevi yönünü de beslemek ve tatmin etmek durumunda. Peygamber Efendimiz'in “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhâri, Cenâiz, 92) hadis-i şerifi insanın doğuştan gelen inanma ihtiyacından ve manevî yönünden bahsetmektedir. Eğer insan içerisindeki bu manevî boşluğu doğru yoldan dolduramıyor veya doldurmuyorsa o boşluk bir şekilde dolmaktadır. Bu manevî boşluk bazen sapkın bir ideolojiye adanma bazen saplantılı bir aşk bazen ise sapkın bir inanç olarak kendini gösterebiliyor. İşte bu spritüel akımlar da esasında insanın içerisindeki bu manevî boşluğu doldurmayı vaat ediyor. Veya insanlar spritüel ayin veya ritüellerle ibadet neşvesi içerisinde manen tatmin olacaklarını zannetmekte veya kendilerini tatmin etmekteler. Bu yönüyle spritüel bu akımlar 1980'lerde Amerika'da çıkan ve "New Age" diye tanımlanan tarikat veya akımlar gibi değerlendirilebilir. Bu türden spritüel uygulamaların daha çok metropol denebilecek büyük şehirlerde özellikle de İstanbul, İzmir, Ankara vb. şehirlerde fazlaca olması da dikkat çekicidir. Nüfus yoğunluğu az olan herkesin birbirini öyle veya böyle tanıdığı küçük ölçekli şehirlerde neredeyse bu tür eğitim veren yerlerin hiç olmaması da dikkat çekicidir. Tabi ki internet üzerinden her yerdeki insanların bu tür işlerden haberdar olmaması mümkün değildir. Lakin kitlesel anlamda grupların oluşumu için büyük şehirler bu türden faaliyetler için daha uygun görünmektedir. Tabi ki, büyük şehirlerin keşmekeşi, karmaşası, insanların ağır çalışma şartları, trafik, kalabalık gibi stres unsurları metropollerde insanları bunaltmaktadır. Ve belki de insanlar bu yöntemlerle kendileri rahatlatabileceğini düşünmekteler. Ve birileri de insanların bu hallerini istismar ederek onları mutluluk vaadiyle bir manada kandırmaktadır.

Peki, insan gerçek mutluluğa nasıl ulaşabilir? İslam, insanlara her iki alemde de mutlu olacaklarını vaat eden bir dindir. Ahiret hayatındaki mutluluk bellidir, cennet... Peki, ya dünyada nasıl mutluluk vaat eder İslam insanlara? İnsanı yaratan Allah insanın nasıl mutlu olabileceğini de muhakkak en iyi bilendir. Fıtrat dediğimiz kavram, esasında insanın bir manada yaratılış kodlarıdır. İnsanı yaratan Allah, insanı iyiye, güzele meyyal ve kendine inanmaya meyilli olarak yaratmıştır. Ve Allah, iyinin, güzelin ve doğrunun neler olduğunu yanlışın, kötünün, çirkinin neler olduğunu da vahiy yoluyla peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırmıştır. Son ve ekmel din olan İslam, hakikî manada insanlara mutluluk reçetesi sunabilecek yegane yapıdır. O nedenle modernitenin dişlileri arasında sıkışan, çırpınan, ruhu can çekişen insanın mutluluğu ne farklı spritüel yaklaşımlarda, ne de beşeri bazı ideoloji veya felsefî akımlardadır. İnsanı mutlu edebilecek yegane reçete insanı var eden, Var Edici'nin insanlara gösterdiği yoldadır. O nedenle Allah'ın ipine sımsıkı sarılan insan (Âl-i İmran, 103), gerçek mutluluğu ve huzuru da sadece Allah'a kul olmakta bulabilecektir.


Akasyam haber

10 Ocak 2025 Cuma

Birileri Doğu Türkistan'ı Dalgakıran Mı Zannediyor!

 



Ülkemizde bir kesim ne zaman Filistin veya Kudüs gündem olsa hemen "Doğu Türkistan için ne yapılıyor, Doğu Türkistan gündem edilmezken Filistin, Kudüs konuşuyoruz sürekli" vb. çıkışlarda bulunurlar. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu söylemlerde bulunanların büyük çoğunluğunun gerçekten Doğu Türkistan diye bir gündemlerinin olduğunu zannetmiyorum. Meselenin biraz da Doğu Türkistan meselesini Filistin veya Kudüs konusunu hafife almak veya değersizleştirmek için paratoner veya dalgakıran gibi kullanmak olduğunu düşünüyorum.

Doğu Türkistan'ın yerini haritada göstermekten aciz durumda olan veya Doğu Türkistan tarihini dahi bilmeyen kişilerin bu söylemleri samimiyetten uzak geliyor esasında bana. Bu çıkış ırk üzerinden bir çıkış gibi de geliyor bana. "Doğu Türkistan Türk olduğu için önemsenmeli, Filistin zaten Arap, onlar es geçilebilir" tarzı bir anlayış faşizan bir bakıştır. Her iki millet de Müslüman'dır. Doğu Türkistan Müslüman olmasının yanında aynı zamanda Türk'tür de... Hem soydaşımız hem de dindaşımız olması sebebiyle tabii ki Doğu Türkistan da gündem edilmeli, oradaki zulmün bitmesi için çaba sarf edilmelidir. Fakat Doğu Türkistan davası Kudüs veya Filistin hassasiyetini insanların zihninde küçültecek bir aparat haline dönüştürülmemelidir. Nasıl siyonizme destek veren ürünler ve markalar boykot ediliyorsa Doğu Türkistan'da zulmeden Çinlilere ait mallar da boykot edilmelidir. Çin'in de ekonomisine boykotlar yoluyla zarar verilmeye çalışılmalı ve Doğu Türkistan davası tüm İslam coğrafyasında dillendirilmeli ve ümmetteki hassasiyet kuvvetlendirilmeye çalışılmalıdır.

Filistin bölgesinin 400 yıldan fazla İstanbul'dan yönetilmesi, halkının Müslüman olması, Türkiye'ye coğrafî yakınlığının bulunması gibi sebeplerle Filistin bölgesinden daha fazla haber alabilmekteyiz. Doğu Türkistan bölgesinin coğrafî olarak ülkemize uzak oluşu ve Çin yönetiminin tüm dünyaya kapalı yapısı bölgeden gelen haberleri de sınırlandırmaktadır. Doğu Türkistan tarihine baktığımız zaman sürekli bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinin Çin ve Ruslara karşı mücadele ettiklerini görürüz. 1870'lerde Doğu Türkistan bölgesinde kurulu Türk hanlığının Hanı Yakup Han Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'e biat ettiğini bildirmiş ve Sultan Abdülaziz de bu biatı kabul ettiğini beyan ederek, Albay Kazım Bey komutasında 5 muvazzaf 3 emekli subaydan oluşan bir askeri eğitim grubunu 1200 piyade tüfeği, 6 sahra topu ve cephane ile Hindistan üzerinden Doğu Türkistan'a göndermiştir. Doğu Türkistan'da Osmanlı padişahı adına hutbe okutulmuş ve basılan paralar Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz adına basılmıştır. 1878'de Çinlilerin bölgeyi işgaliyle kısa süren bölgedeki Osmanlı tabiiyetinden kitaplarımızda neredeyse hiç bahsedilmemesi de enteresandır.

Çin işgal ettiği Doğu Türkistan bölgesinde yıllardır sistematik olarak asimilasyon politikalara uygulamaktadır. Hem ırkî bağlamda hem de dinî bağlamda Müslüman Uygur halkı Çinlileştirilmeye çalışılmaktadır Doğu Türkistan'daki Türk nüfusu kontrol altına alınmaya çalışılmakta Çin hükümeti tarafından. Ailelerin çocuk yapmaları konusunda sınırlamalar getirilmekte ve bu sınırlamalara uymayanlar zorla kürtaj yaptırılmaktadır. Çin hükümeti Uygur Müslümanlarını aşağılayıcı, hakaret edici tavrını sürekli sürdürmekte aynı zamanda Müslüman Türkleri "terörist" olarak anmaktadır. Doğu Türkistan'da yaşayan bir Müslüman için günlük hayat tehlikelerle doludur. Doğu Türkistan halkına yönelik keyfî uygulamalar milleti bezdirmiş durumda. Özellikle dinî yaşantılarına yapılan müdahaleler, dinî kitapların toplatılması, dinî eğitim veren kurumların ve camilerin kapatılması, oruç tutmanın yasaklanması, bazı dinî önderlerin şüpheli ölümleri vb. birçok uygulama bölgede yıllardır sürmekte. Son yıllarda daha da sert politikalar yürüten Çinliler, Uygur Müslümanlarının evlerine devlet görevlisi yerleştirerek onların asimile olup olmadıklarını kontrole kadar vardırdılar işi. İnsanlar eğitim adı altında toplama kampı benzeri yerlerde asimile edilmeye, Türklüğünden ve İslamlığından soyundurulmaya çalışılıyor. Ağır fizikî ve psikolojik işkencelere maruz kalan insanların bazılarından yıllarca haber dahi anlamamakta halen...

Doğu Türkistan davası Filistin veya Kudüs davası önünde bir dalgakıran gibi sunulmadan sahiplenilmeli ve dünyanın neresinde olursa olsun baskı altında olan milletler gibi önemsenmelidir. Doğu Türkistan yanında Arakan, Keşmir, Filistin, Suriye, Kıbrıs, Kırım, Moro, Afrika vb. dünyanın neresinde olursa olsun zulüm altında olan Müslümanlara yardım eli uzatılabilmeli, onlara ses olunabilmelidir.

https://www.akasyam.com/mobil/yazi/birileri-dogu-turkistani-dalgakiran-mi-zannediyor-11713.html

4 Ocak 2025 Cumartesi

Bana Ne Kudüs'ten (!)


 Son yıllarda ülke sınırlarımızın hemen dışında gelişen karmaşa ve savaş ortamı hepimizin malumu. Sınırlarımızın hemen ötesinde var olan bu karmaşık hal, ülke olarak da insanî anlamda da bizleri yeterince rahatsız etmekte. Bazıları sadece ekonomik veya güvenlik kaygılarıyla bu karmaşadan rahatsız olurken bazılarımız durumu insanî yönden değerlendiriyor bazılarımızsa komşu coğrafyalarda yoğun olan Müslüman nüfus dolayısıyla duruma ümmet bilinciyle bakıyor ve kaygılanıyoruz. Canlı yayınlarda dünyanın gözüne soka soka alenî bir vahşet var yakın coğrafyamızda...

Yakın coğrafyamız dediğimize bakmayın. Bu karmaşaların veya savaşların olduğu coğrafyanın tamamına yıllarca biz hükmettik. Şimdi birilerinin çıkıp da ‘Bana ne Suriye'den’ ‘Bana ne Kudüs'ten, Bağdat'tan’ ‘Bizim ne işimiz var Libya'da' ve benzeri sözleri söylediği coğrafya çok değil yüz yıldan biraz daha fazla bir zaman önce bizim coğrafyamızdı. Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref ve bazı Osmanlı subayları ‘Vatan toprağı’ bildikleri Libya'da 1912'de İtalyanlara karşı savaşıyordu. 1915-1916'da Anadolu'nun bağrından bir asker Yemen’e ‘Vatan toprağı' müdafaasına gidiyordu. Peki, ne oldu da yüz yıldan biraz daha fazla bir zaman önce ‘Vatan' diyerek dedelerimizin can verdiği topraklar ‘el toprağı’ ‘bana ne oradan’ denilebilecek bir hale geldi? Dünyada pek çok milletin kurmayı amaçladığı ideal, büyük bir devlet varken biz neden bedenen hapsedilmek zorunda kaldığımız tel örgüler arasına zihnen de hapsedildik?

Ülkemizin civarında veya komşusu olan devletlere bakarsanız birçoğunun kendi milletlerine ait büyük devlet kurma hedeflerinin olduğunu görürsünüz. Örneğin, Ermenistan Büyük Ermeni Krallığı’nı kurmak istiyor. Kurmak istediği devletin toprakları şu anki Ermenistan devletinin tamamı, Azerbaycan'ın büyük bölümü, Türkiye'den Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri hatta İç Anadolu'nun bir kısmı, Adana Mersin'e kadar uzanan Akdeniz Bölgesi'nin bir kısmı... Halen Doğu Anadolu'yu Ermenistan, Batı Ermenistan diye isimlendiriyor. Ermenilerin yakın zamanda paralarına dahi Ağrı Dağı'nı bastıklarını hatırlıyoruz. Peki en son ne zaman ulaşmış Ermeniler bu sınırlara? Milattan önce 300-200'lerde. Yunanistan'a bakalım, onların da ‘Megola İdea' dedikleri ve İstanbul başkentli Bizans'ı canlandırma hayalleri malum... Onlar nereleri istiyor? Balkanların büyük bölümü, Türkiye'den Ege’nin tamamı, Akdeniz'in bir kısmı, Marmara ve hatta Anadolu içlerine kadar... Ayrıca Karadeniz Bölgesi’nde de Trabzon Rum İmparatorluğu öncesi var olan Pontus'u yeniden canlandırmak. Peki, ya Bulgarlar? Onlar da Büyük Bulgaristan idealindeler... Onlar da Balkanların tamamına yakınını ve Trakya'yı istiyor. Peki, Bulgarlar böyle bir devlet kurdu mu hiç? Meçhul... Ruslar’ın sıcak denizlere inme ideali hepimizin malumu.1950'lerde Stalin Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesi'nin büyük bölümünü Ermenistan ve Gürcistan'ın devamı diyerek Sovyetler Birliği’ne bağlamak istiyordu. Güneyimizdeki İsrail ne durumda peki? Onlar da ‘Arz-ı Mevud' sevdasında. Onlar da kendilerine kutsal kitaplarında vaat edildiğine inandıkları coğrafyada büyük bir devlet kurmak istiyorlar. Peki, nereleri kapsıyor bu vaat edilen topraklar? Şu anki Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye ülkelerinin tamamı, Irak'ın batısı Mısır'ın Nil nehrinden itibaren doğusu, Suudî Arabistan'ın kuzeyi, Türkiye'den de Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Akdeniz Bölgesi'nin doğu illeri ve hatta bazılarına göre bu coğrafya Anadolu içlerine Kapadokya’ya kadar uzanıyor. Peki, onlar en son ne zaman böyle bir coğrafyada devlet kurdular? Hiçbir zaman. Bu anılan topraklara en yakın geniş sınırlara, Hz. Süleyman döneminde ulaştılar ki; muhtemelen bu da bundan üç bin yıl evveldi.

Peki, ya biz? Bizim bir mefkuremiz, bir idealimiz var mı? Eski Türklerden itibaren gelen ‘Kızıl Elma' ‘Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi’ veya İslam sonrası ‘Gaza ve Cihat anlayışı’ Ne oldu bunlara? İsrail üç bin yıl öncesinin davasını güderken benim ülkemdeki bir birey nasıl olur da bundan yüz yıl kadar önce İstanbul'dan gönderilen bir vali ile yönetilen bir coğrafyadan bahsederken ‘Bana ne’ diyebilir? Bu kadar dar bir bakış olabilir mi? Tabii ki, ‘Gidelim bu toprakları şu an yeniden hakimiyetimize alalım' demiyorum ama tamamen de bağımızı neden ve nasıl koparalım bu coğrafyadan? Biz bağımızı kopardık desek bile gerçekten koparabilecek miyiz ayrıca? Milletimizin bir mefkureye bir ideale ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Ve bu mefkure muhakkak devlet eliyle ve devlet okullarında genç dimağlara verilebilmeli...


https://www.akasyam.com/mobil/yazi/bana-ne-kudusten-11699.html

12 Aralık 2024 Perşembe

Sekülerizm Anarşist Bir Faaliyet Midir?


          Genel manada hayat üzerinde dinin etkisini azaltmaya çalışan ve insanların daha çok dünyaya meyletmelerini salık veren bir anlayış olan sekülerizm Türkçe’ye dünyacılık veya dünyevîleşme olarak aktarılıyor. Toplumları bir arada tutan en önemli amillerden biri olan dinin etkisinin insanların hayatlarında azalmasına sebep olacak bir anlayış toplumların çözülmesine sebebiyet verebilir mi? Toplumları bir arada tutan tek amil inanç ortaklığı olmasa da toplumun harcı mesabesinde olabilecek bir yapının toplumların hayatlarından çıkarılması veya hayatlardaki etkisinin azaltılması muhakkak ki toplumları olumsuz etkileyecektir.

    İnsanların daha fazlaca dünyayı yönelmelerini ve İslam'ın ortaya koyduğu dünya - ahiret dengesini dünya lehine ahiret aleyhine bozan Sekülerizm anlayışıyla beraber toplumu ifsat edebilecek bazı felsefî anlayışların da revaç bulduğunu görmekteyiz. Herhangi bir tanrının olmadığını iddia eden Ateizm, tanrının olup olmadığını bilemeyeceğimizi ifade eden Agnostisizm, bir tanrı varsa bile her şeyi yaratmış ve kendi köşesine çekilmiş dünyaya müdahale etmiyor diyen Deizm gibi birçok sapkın anlayış özellikle İslamî altyapısı sağlam olmayan gençlerimizi tehdit etmektedir. Özellikle sadece dünyaya meylin eski Yunan felsefesinde yer alan hedonizme (hazcılık) doğru insanları sürüklediği de var sayılabilir. Bir tanrının olmasını istemeyen veya varsa bile işine karışmasını istemeyen bu felsefi akımların sadece dünya zevklerini önceleyen hedonist tipleri var etmesi kaçınılmazdır. İnsanlara özgürlük adı ve perdesi altında sunulan bu akımlar esasında nefsin kölesi olmayı, kendi arzularını ilahlaştırmayı özgürlük zanneden bireyleri toplum içerisinde artırmaktadır.

          Dünyada artan sekülerizm anlayışı ile beraber bir diğer tehlike de cinsiyetsizleştirme politikaları, LGBT, evlenmeme veya evlense dahi çocuk yapmamayı salık veren propagandalardır. Bu türden faaliyetler toplumun temeli olan aileyi hedef almaktadır. Bir toplumu ayakta tutan en önemli öge olan aile kurumunun yıpranması toplumun temeline dinamit konulması ile eşdeğerdir. Toplumun temeli olan aileyi dipten dinamitleyen bu tür zararlı faaliyetlere ve propagandalara karşı seküler hayatın temsilcileri, bu anlayışlara karşı saygılı olunmasını beklemektedirler. Yanlış ve zararlı olan bir anlayışa saygı duymak ve ona karşı tepkisiz kalmak ona bir manada destek vermek veya serbest bir şekilde yayılmasına ses çıkarmamak olacaktır. O nedenle toplumu ifsat eden LGBT, cinsiyetsizleştirme çalışmaları veya aileyi hedef alan propagandalarla mücadele edilmesi daha doğru bir yol olacaktır.

          Toplum düzenini bozarak otoriteyi ortadan kaldırmayı veya değiştirmeyi amaçlayan bir hareket olarak tanımlanan Anarşi, silahlı olabileceği gibi fikri ve politik planda da olabilir. Yazdıklarımızı anarşi kavramıyla da bağdaştırarak burada şöyle bir soru soralım: ‘Sekülerizm akımı ile ortaya çıkan ve körüklenen insanların dinlerinden ve inançlarından uzaklaştırılma gayreti, toplumu bozacak aile kurumunu yıkacak zararlı faaliyetlerin toplumda artmasını isteyen veya destekleyen anlayış, anarşist bir faaliyet olarak adlandırılabilir mi?’


https://www.akasyam.com/mobil/yazi/sekulerizm-anarsist-bir-faaliyet-midir-11640.html

6 Aralık 2024 Cuma

Yabancı dil öğrenmek sünnet midir?


Milletimiz içerisinde kreşlerden, anasınıflarından itibaren çocuklarının yabancı dil öğrenmesi için çaba sarf edenler var.

Devlet okullarında ikinci sınıftan itibaren zorunlu hale gelen yabancı dil -ki genelde İngilizce- neredeyse tüm eğitim kademelerinde ve sınıf düzeylerinde var. Bazı eğitim kurumlarında birden fazla yabancı dil okutulduğunu da görmek mümkün. Hatta bazı okulların eğitim dilinin tamamının yabancı dillerde olduğunu da biliyoruz. Bu kadar uzun yıllar yabancı dile maruz kalan çocuklarımızın ve gençlerimizin yabancı dilleri ne kadar öğrenebildikleri de ayrı bir konu esasında.

Bireyin ana dili olmayan bütün diller onun için yabancı dil mesabesindedir. Bazı coğrafyalarda yaşayan bireyler ana dilinin yanında bu ülkelerde kullanılan resmi dil veya dilleri de öğrenmek durumunda kalabiliyor. Esasında farklı bir dili öğrenmek, dili öğrenenin zararına değil. Nitekim ‘bir lisan bir insan, iki lisan iki insan’ denilmiş.

Peygamberimizin hayatını incelediğimizde onun kendi konuştuğu dil olan Arapça haricinde başka bir dil bildiğine dair elimizde bir bilgi yoktur. O dönem Arap Yarımadası'nda farklı milletlerden insanlar yaşıyorlardı, muhakkak ki kendi aralarında konuştukları farklı diller de mevcuttu. Araplar ticaret için gittikleri yerlerde farklı dillere muhakkak muhatap oluyorlardı. Peygamberimiz döneminde ticaret için gidilen bölgelerde yaşayan ve farklı dil konuşan kişilerle münasebet kurabilmek maksadıyla o dilleri bilen insanlar toplumda muhakkak olmalıydı. Yine Mekke ve Medine'ye farklı milletlerden köle olarak gelen İnsanların olduğu bilinmektedir. Meşhur sahabilerden Selman-ı Farisî'nin fars yani İranlı idi ve mutlaka Farsça biliyordu. Yine meşhur sahabilerden Bilal-i Habeşî Habeşistanlıydı ve muhakkak ki habeşçe biliyordu. Yani peygamberimizin ilk muhatap kitlesi içerisinde farklı diller konuşabilen insanlar da vardı. Peygamberimizin yaşamının son yıllarında siyasi anlamda devletin sınırları büyümüş ve İran, Bizans sınırına kadar dayanmıştı. Arap Yarımadası’nın tamamı Müslümanların kontrolüne geçmişti. Bu geniş coğrafyada farklı milletlerin ve haliyle farklı dillerin de olduğu bilinen bir gerçektir.

Ayrıca peygamberimizin sahabeden bazısını dil öğrenmesi konusunda görevlendirdiğini de görmekteyiz.  Toplamda altı dil bildiği rivayet edilen ve ‘Peygamberimizin Tercümanı’ namıyla şöhret bulan sahabi Zeyd Bin Sabit’ten Yahudilerle yapılacak yazışmalarda, kendisine yardımcı olması için peygamberimizin ibranice veya süryanice öğrenmesini istediği ve Zeyd b. Sabit'in kısa sürede bu dili öğrendiği bilinmektedir.

Peygamberimizin isteği ile İslam'a hizmet etmek maksadıyla farklı bir dil öğrenen sahabenin sevaba girdiği muhakkaktır ve bu fiili Peygamberimizin isteği ile yaptığı için de bu davranışı sünnet diye nitelendirebilir. Peki, şu an yabancı bir dil öğrenmek sünnet ve bu davranışta bulunan kişiye sevap verilir, denebilir mi? ‘Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim Allah (cc) ve Resûlü (sas) için hicret ederse, hicreti Allah (cc) ve Resûlü’nedir (sas). Kim de erişeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir." (Müslim, İmâre, 155; B1 Buhârî, Bedü’l’vahy, 1) hadisi mucibince eğer İslam'a hizmet etmek maksadıyla bir insan yabancı dili öğreniyorsa sünnet bir davranışı gerçekleştiriyor ve bu davranışından dolayı sevap kazanacaktır denebilir. Fakat kişinin bunu yaparken ki niyeti bir dünyalık elde etmek, para kazanmak vb. ise o da bu amelinin karşılığını niyetindekine göredir.

 

https://www.akasyam.com/mobil/yazi/yabanci-dil-ogrenmek-sunnet-midir-11624.html

20 Kasım 2024 Çarşamba

Edep Sen Ne Güzel Şeysin!

 


            Sosyal medya hayatımıza çok hızlı bir şekilde girdi. Günümüzde insanımızın aktif olarak kullandığı birçok sosyal medya platformu var. Akıllı telefon ve tabletlerin artmasıyla da her an ulaşılabilir oldu bu sosyal mecralar. Günlük yaşamın içerisinde sosyal medya hesaplarını kontrol etmek veya boş kalınan ilk anda bu platformlara göz atmak neredeyse birçok kişinin rutin davranışı haline geldi artık.

            Hız ve haz çağı diye de tanımlanan çağımızda, hayra da şerre de ulaşmak bir tık kadar ötemizde. İnternet ve sosyal medya yoluyla toplumda birçok hayırlı işler yayılabildiği gibi Peygamberimiz'in (sav) "malayani" diye isimlendirdiği, kimsenin işine yaramayacak, boş uğraşlar da artabiliyor. Malayani kabilinden olan bu anlamsız davranışlar sosyal mecralarda görüle görüle toplumda zamanla normalleşebiliyor. Daha da kötüsü bu mecralar bazen de kötülüğün yayılmasında da araç olarak kullanılabiliyor.

            Sosyal medya mecralarında bazen çok tuhaf şeyler, sosyal medya ağzıyla trend veya viral olabiliyor. Birbirine benzeyen videolar farklı kişiler tarafından çekilerek sosyal medya mecralarına servis ediliyor. Bu videolar, bazen sıradan hadiselerle ilgili olabilirken bazen absürt denilebilecek şakalar bazen de ahlakî sınırları zorlayabilecek tarzda paylaşımlar şeklinde olabiliyor. Sosyal mecralarda viral olan videolarda bazen dinî bazı kavramlar kullanılarak bu kavramlar hafife alınıyor veya değersizleştirilebiliyor. Değersizleştirilen veya alaya alınan dinî kavramlara şükür, sabır, edep gibi kavramlar örnek verilebilir.

            Son dönemlerde sosyal medyada viral olan ve edep kavramını değersizleştirdiğini düşündüğüm bazı videolar "Edep Sen Ne Güzel Şeysin" başlığıyla paylaşılmakta. Başlığı olumlu bir izlenim veren bu paylaşımlarda edep kavramı hafife alınıyor. Bu paylaşımlardan birinde kendine restorandan pide söylemiş ve bu pideyi yiyen bir kadın, "dünden kalan yemek akşama eşime de kalsın diye kendime restorandan pide söyledim, edep sen ne güzel şeysin" diyor. Başka bir paylaşımda açık giyinen bir kadın "üstümü açık giyersem altımı kapalı, altımı açık giyersem üstümü kapalı giyiyorum, edep sen ne güzel şeysin" demekte. Başka biri "araba kullanırken hiç sağa sola bakmam, edep sen ne güzel şeysin" diyerek edep kavramını değersizleştirmeye çalışıyor. Bu paylaşımları yapanların genelde kadın olması da dikkat çekici bir diğer unsur. Halbuki edep, insanın hataya düşüp utanılacak şeyler yapmasını önleyen, yerinde ve ölçülü davranmasını sağlayan meleke, söz ve davranışlarda ölçülülük, her hususta haddini bilip sınırı aşmamak, terbiye, nezaket" olarak tanımlanırken, edepsizce davranışta bulunduklarını düşündüğüm bu kişiler, yaptıkları bu davranışlarıyla edep kavramını değersizleştirme edepsizliğini göstermektedirler.

            Bilerek veya bilmeyerek, dinî yönü de olan edep, şükür, sabır ve benzeri kavramların sosyal mecralarda daha fazla izlenme almak veya daha fazla tıklanma gibi kaygılarla değersizleştirilmesi dinî ve kültürel açıdan en hafif tabiriyle edepsizliktir. Yazımızı Yunus Emre'nin bir şiiriyle bitirelim...

            Gezdim Haleb'i, Şam'ı

            Eyledim ilmi talep

            Meğer ilim bir hiç imiş

            İlla edep, illa edep


Ölmeyecek Meslek


            Kapı, pencere imalatı işi 'ölmeyecek meslek' demişti babası. Onu ilkokulu bitirir bitirmez Nurettin Usta'nın yanına çırak olarak vermişti. İlkokulu yeni bitirmiş olmasına rağmen gürbüz bir çocuktu İlker. İlkokuldan sonra ne onu okutabilecek maddî gücü vardı babasının ne de İlker'in ilerisini okumaya kabiliyeti. Hem Nurettin Usta da babacan bir adamdı. Hem ufak tefek harçlığımı kazanır hem de meslek öğrenirim diyordu İlker de. Yıllar içerisinde mesleği öğrenmişti de. Çam tahtaları kesiyor, biçiyor; kapı, pencere ve kasa imal ediyorlardı. Tamamen el işçiliğine dayanıyordu meslekleri. Tabi ki yıllar içerisinde makineler de girecekti hayatlarına. Böylece daha da kolaylaşacaktı yaptıkları işler.

            Çok yoğun çalışıyorlardı. Bazen işleri çıkıştıramayıp akşam mesaiye kaldıkları bile oluyordu. Ne de olsa hiç kimse kapısı penceresi olmayan bir evde yaşayamazdı. Her gün erkenden gelir ve dükkanın kepenklerini kaldırırdı İlker. Çay suyunu ocağa koyar ve ustası gelene kadar yapılması gerekli bazı hazırlıkları yapardı her gün. Dükkan açıldıktan bir müddet sonra ustası çay yanında yenebilecek poğaça, simit gibi yiyeceklerle dükkana gelir ve beraber kahvaltı ederlerdi. Sonrasında işe girişilir ve öğle ezanına kadar neredeyse hiç ara verilmeden çalışılırdı. Ustası eve yemeğe giderken, İlker dükkanda kuru ekmeğe talim ederdi. Bazen ekmeğin yanına, bulursa zeytin, peynir belki. Öğleden sonra yine aralıksız çalışılır ve ikindi de muhakkak bir çay molası verilirdi. İkindi çayı sonrası pervaz, kapı çakma, freze, torna vb. işlerle devam ederdi çalışma karanlığa kadar. Akşam son iş olarak dükkanı süpürürdü İlker ve sokak lambalarının ilk huzmeleri altında yorgun argın eve giderdi.

            İlker eve geldiğinde çoğu zaman evde de yiyecek bir şeyler bulamazdı. Annesi vefat etmiş, ablası evlenmiş, İlker yaşlı babasıyla beraber kalakalmıştı viraneyi andıran evlerinde. Ablası bazen evi temizlemeye, yemek yapmaya geliyorsa da ne kadar yetişebilecekti ki ihtiyaçlarına? Ne de olsa el kapısındaydı. Gelirken fırından aldığı sıcak ekmeğin yanına yapabildiği kadarıyla bir şeyler hazırlamaya çalışırdı İlker ve babasıyla beraber yerlerdi fakir sofralarında. Babası uzun yıllar evvel köyde geçinemeyince şehre göç etmişti. Yıllarca onun bunun yanında yevmiye çalışmış, kazandığıyla da ancak karınlarını doyurabilmişlerdi. En azından evleri kira değildi. Eski püskü de olsa başlarını sokabilecekleri bir gecekonduları olsun vardı. İlker'in aldığı haftalık haricinde gelirleri de yoktu. Bazen eşten, dosttan, komşulardan yardım edenler olurdu. Özellikle Ramazan ayında daha bir cömert olurlardı. Babası yıllarca ağır işlerde çalıştığı için ezilmişti. Yaşlılık dönemi de o nedenle zor geçiyordu. Bazen böyle olurdu bu işler işte. Çok çalışan çok kazanmazdı ya hep...

            İlker bazen inşaatlarda geçirirdi günlerini. Dükkanda imal edilen kapı, pencere ve kasaların montaj işleri olurdu haliyle. Dükkandan kamyonete yüklenen kapı, pencere ve kasalar inşaata götürülür, araçtan indirilir ve inşaata çıkarılırdı. Bazen ikinci kat bazen beşinci kat olurdu nasipteki. Kat sayısı arttıkça sırtta daha da ağırlaşırdı yük. Ağaç çivilerle sabitlenirdi henüz sıvası dahi olmayan duvarlara kapı ve pencereler. Hele rüzgarlı günlerde yüksek katlarda daha bir zor olurdu yaptıkları iş. Üstüne üstlük yağışlıysa hava, inşaata kapı ve pencereleri taşıma sırasında ıslanmışlarsa bir de... O boş kapı ve pencereler arası oluşan cereyanlı hava sanki insanın içini deler geçerdi. O nedenle kazaklar, montlar kat kat giyilirdi inşaata gidilecek günler. Her ne kadar ateş de yakılmış olsa inşaatta, ateşin başında ısınırken bir tarafın ısınırken diğer tarafın yine donardı. Ateşe sırtını verip kızdırsan da yüzünü dönünce tekrar ateşe sırtın tekrar hiç ısınmamış gibi olurdu. Sıcakla ilk temas ettiğinde soğuktan morarmış eller sızım sızım sızlardı. Zor işti velhasıl yaptıkları... Para kazanmak zordu, hayat zordu. Fakat devam etmeliydi...

            Yıllar yılları kovalamıştı. Artık kocaman bir delikanlıydı İlker. Nurettin Usta dert yanıyordu işsizlikten. Nasıl olmuştu da birden bire işler bu hale gelmişti? Artık kimse ahşap kapı doğrama işi yaptırmıyordu. Ahşap pencere ve kasalar PVC'ye, el işi ahşap kapılar ise Amerikan tipi kapılara yenik düşmüştü. İnsanlara hem kolay hem de daha ucuz geliyordu PVC ve Amerikan kapı. Amerikan kapı yapmayı denemişlerdi esasında fakat bu kapılar el emeği ahşap kapıların yerini nasıl tutabilirdi? İnsanların bu kapıları neden ve nasıl tercih ettiğine bir türlü anlam veremiyordu Nurettin Usta.

            Bir gün yine dükkanı açtılar erkenden. Çay demlendi. Çaylar içilirken kaç haftadır iş gelmediğinden bahis açtı Nurettin Usta ve İlker'e verdiği kararı açıkladı. Dükkanı kapatacaktı. Artık masraflara yetişemiyordu. Dükkanda bulunan makineleri köyünde bulunan eski evlerinin altındaki boş dükkana götürmeyi düşünüyordu Nurettin Usta. Köylülerden az çok iş bulabileceğini böylelikle bir şeyler kazanabileceğini ümit ediyordu. Kısa zaman içerisinde de bu düşüncesini hayata geçirdi Nurettin Usta. İlker'in ilkokuldan sonra her gün kapısını açtığı kapı artık kapanmıştı.

            Peki ya İlker? Şimdi ne yapacaktı? Elinde yılların ustası Nurettin Usta'ya dahi dükkan kapattıran bir meslek vardı. Kendilerini değişen koşullara göre güncelleyememişlerdi. İlkokul'dan sonra her sabah açmaya geldiği, ekmeğini kazandığı, acı tatlı hatıraların yaşandığı dükkan artık yoktu. Peki, şimdi ne yapacaktı? Yaşlı babasına nasıl bakacaktı? Nerede çalışacaktı? Ölmeye yüz tutmuş bir meslekle kalakalmıştı ortada. Bu yaştan sonra yeniden bir zanaat öğrenebilir miydi, bilmiyordu... Aklına babasının ilkokuldan sonra onu Nurettin Usta'nın yanına çırak olarak verirken söylediği sözler geldi. Ne demişti babası İlker'e? "İnsanlar kapısız penceresiz evlerde yaşayacak değiller ya! Ölmeyecek bir meslek bu..." 

 


21 Ağustos 2024 Çarşamba

Zihinsel Laiklik


 
Zihinsel Laiklik

Laiklik kısaca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin dine dinin de devlete karışmaması diye tanımlanıyor. Malum olduğu üzere Türkiye anayasada belirtildiği üzere laik bir ülkedir.
Laikliğin ülkemizde ve dünyanın çeşitli yerlerindeki uygulanış biçimleri yıllarca tartışılmış, devletlerin veya bireylerin laik olup olamayacakları üzerine dünyanın pek çok yerinde çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Biz yazımızda bu tartışmalar ve uygulamalar üzerinde durmayacağız.
Dinimiz İslam, bireyin her anını kuşatan bir dindir. Mükellefiyet çağına gelmiş her Müslüman'ın günlük hayatında uyması gerekli olan kurallar vardır. Müslüman, yaşamı içerisinde her an helal - haram çizgisine riayetle sorumludur. Günün yirmi dört saatinin her anı için söyleyecek sözü olan İslam, müntesibi olan Müslüman'ın nefes alıp verdiği her anını kendisi düzenlemek ister. O nedenle Müslüman, her anının Allah'ın bilgisi ve gözetiminde olduğunu bilir ve ona göre yaşamaya gayret eder.
Hayatın her alanını ihata eden İslam'ın günlük yaşam içerisinde Müslüman'dan beklentisi sadece namaz, oruç, sadaka vb. gibi ibadetler değildir. Allah'ın istekleri doğrultusunda bir hayat yaşanırsa hayatın her anının ibadet ediyormuşçasına yaşanabileceğini belirten bir dindir İslam dini. Dinimizde salih amel (amel-i salih) diye isimlendirilen kavram, Rabbimizin rızası için yapılabilecek tüm davranışları içeren bir kavramdır. Yani Allah'ın rızasını önceleyerek hayatını idame eden bir bireyin hayatının her anı ibadet hükmünde olabilir. O nedenle İslam dini, sosyal bir dindir, hayatın içerisinde yaşayan bir dindir.
İslam dini, belli mekanlara ve zaman dilimlerine hapsedilemeyecek bir inanç sistemidir. Sadece benim kalbim temiz denilerek helal ve harama dikkat etmeden yaşanacak bir hayatın anlamı olamayacağı gibi ibadetleri sadece belli mekanlara veya belli zaman dilimlerine hapsederek ilke ve düsturları sosyal hayata yansıtılmayan İslam'ın da Allah'ın vaz ettiği din olamayacağı muhakkaktır. İslam sadece namaz, oruç, hac, zekat vb. temel ibadetlerden ibaret bir din olmayıp; İslam'ın ilk ve en doğru uygulayıcısı olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (sav) hayatı da sadece bu temel ibadetlerden ibaret değildir. İslam Müslüman'ın ticaretine, eğitimine, ev yaşantısına, komşusuyla olan ilişkisine, ailesiyle olan münasebetine, arkadaşlıklarına, giyim kuşamına, yiyip içtiklerine, konuştuğu sözlere, iş hayatına ve hayatının diğer tüm alanlarına da sirayet etmelidir. Rabbimiz Ankebut suresinin 45. ayetinde namazın insanları fenalıktan ve çirkin işlerden alıkoyacağını belirtmektedir. Bu da demek oluyor ki; namaz kılan bir kişi, çirkin işleri yapmaya devam ediyorsa, mesela ticaretine hile karıştırıyorsa, tesettürüne dikkat etmiyorsa, yalan konuşup insanları kandırıyorsa, kıldığı namazın üzerinde bir etkisi yok demektir. 
Çok hızlı akan bir çağda yaşıyoruz. 'Hız ve haz çağı' diye de tanımlanan günümüz yaşantısı içerisinde Müslüman olduğunu ifade eden bireylerin de sanki İslam'ı zihnen ibadetlerini yerine getirdiği zaman dilimlerine veya ibadetlerini yerine getirdiği mekanlara hapsetmeye meylettiğini görmekteyiz. Günün yirmi dört saatini ihata eden o din telakkisi zihinlerde yok gibi bir hayat sürülmekte. Günün koşuşturmacası içerisinde veya teknolojik cihazlarla beraber hayatımıza çok hızlı bir şekilde giriş yapan ve günümüzün önemli bir kısmına kurulan diziler, programlar, sosyal medya mecraları gibi alanlar ibadetlerimizi dahi sakat hale getirmekte. Oysa ki Müslüman, domuz eti yememeye gösterdiği özeni kul hakkı yememeye de, sakız çiğnemenin orucu bozup bozmadığını sorguladığı kadar ölmüş kardeşinin etini çiğnemenin dindarlığını bozup bozmadığını da düşünmelidir. Sanki günümüz Müslüman'ı zihninde bazı şeyleri ayırmış gibi bir izlenim vermekte. Sanki Allah (haşa) hayatın veya günün bir bölümüne karışmıyormuş veya karışmamalıymış gibi bir yaşam sürülmekte bazı Müslümanlarca. Bu anlayışı biz 'Zihinsel Laiklik' diye tanımlasak, bilmem yanılmış olur muyuz? 

6 Kasım 2023 Pazartesi

Siyonizm’den Daha Tehlikelisi Siyonizm - Evanjelizm İttifakı


Dünyanın en büyük mezalimlerinden biri gerçekleşmekte şu an Gazze’de... İnsanlar açık hava hapishanesine dönüştürülmüş ve kaçmalarının mümkün olmadığı bir coğrafyada bombalanıyor... Bombalanan kadınlar, çocuklar, caddeler, evler, fırınlar, hastaneler... Bombalar, hedefin neresi olduğuna çok da dikkat edilmeden atılıyor ve neredeyse bomba yağmuruna maruz kalıyor insanlar burada... Siyonist - Evanjelik ortaklığı ile yapılan bu zulümle kendilerince kıyameti yaklaştırmaya çalışıyor bu çılgınlar...

Oysa ki bu zulmü yapan Yahudiler neredeyse iki bin yıldır dünyanın her tarafından kovulmakta, horlanmakta ve öldürülmekteydiler. Dünyanın her tarafına Romalılar tarafından çil yavrusu gibi dağıtılan Yahudiler’e belki de en büyük zulmü hep Hristiyanlar yaptı. İsa Mesih’in çarmıha gerilmesinden sorumlu tuttukları Yahudiler’i gördükleri yerde doğduğuna pişman etti Hristiyanlar tarih boyunca. Elinde Yahudi kanı olmayan bir Avrupalı millet yoktur. Hristiyanlar’ın bu zulümlerine karşın Yahudiler, Endülüs'te, Osmanlı'da ve Müslüman idarelerinde hep rahat bir yaşam sürdüler...

Bu dağılmış milleti bir araya toplamak ve onlara bir ideal vermek, bir vatan vermek adına organize edilen Siyonizm ideolojisi, Theodor Herzl tarafından ortaya kondu. İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan ilk siyonist kongresinde Yahudi toplumuna bazı idealler verilmeliydi. Bu toplantıda toplantıdan elli yıl sonra Filistin bölgesinde bir Yahudi devleti kurulması ve devletin kurulmasından yüz yıl sonra da Arz-ı Mevud yani vaat edilmiş topraklara ulaşılması hedeflenmişti. -Esasında Siyonist toplantılarında Filistin dışında farklı yerlerde devlet kurulup kurulamayacağı da tartışılmıştır. Bunlara Arjantin, Uganda gibi yerler örnek verilebilir.- Theodor Herzl “Yahudi Devleti” ismini verdiği kitabında kurulmasını hayal ettiği bu devleti idealize etmiştir. Filistin bölgesinde bir devlet kurulabilmesi için orada Yahudi nüfusunun olması gerekmekteydi. Theodor Herzl ve siyonistler buraya Yahudi nüfusunu kanalize edebilmek için çok uğraş verdiler. Önceleri bunda çok da başarılı oldukları söylenemez. II. Abdülhamid'in Filistin bölgesine Yahudi yerleşimini engelleyen kararları, II. Abdülhamid'in devrilip İttihat ve Terakki Hükümeti'nin Osmanlı'da etkin olmasıyla değiştirildi ve bölgeye Yahudi yerleşimi serbest bırakıldı. Bu kararlar bölgeye Yahudi nüfusun akışını hızlandırdı. I. Dünya Savaşı sonrası bölge İngiliz mandaterliğine geçince ortam tamamen müsait hale geldi. Tarihte “Balfour Dekorasyonu” olarak bilinen mektupta, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un 1917'de Lord Rothschild'e Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulabileceği desteğinin sözü, bölgenin demografik yapısının değişimini hızlandırmıştır. Hitler’in Orta Avrupa'da başlattığı “Yahudi Avı” bölgeye göçü daha da hızlandırmış ve bölgede Yahudi nüfusu her geçen gün artmıştır. Siyonistler’in ekmeğine yağ süren Hitler’in bazı siyonist Yahudiler tarafından da desteklendiğine dair komplo teorileri dahi vardır. Yahudi nüfusunun bölgede artmasıyla devletin kurulma serüveni daha da hızlanmıştır.

Esasında Filistin bölgesinde son yüz yılda yaşanan hadiselerin ardında tamamen inançlar yatmaktadır. Yahudiler’in içerisinden çıkan Siyonizm ve Hristiyanların içerisinden çıkan Evanjelizm, sadece Filistin'in değil tüm dünyanın son yüzyıldaki gidişatını çok etkilemiştir. Peki, Filistin bölgesi ile ilgili siyonistleri ve evanjelikleri bir araya getiren şey nedir?

Şu anki İsrail yönetiminin siyonist olduğunu, ABD yönetiminde ise Evanjelik Protestan Hıristiyanlar’ın çok etkin olduğunu bilmeyen yoktur. Ve bu iki anlayışın dünyanın sonu konusunda itikat olarak iç içe geçtiği görülmektedir. Siyonistler arz-ı mevud dedikleri bölgenin kendilerine Tevrat'ta Tanrı tarafından verilen topraklar olduğunu ve bu topraklarda şu an yaşayan mevcut halkların ve devletlerin işgalci olduğunu düşünmektedirler. İsrail bayrağında da iki mavi çizgi ile işaret edilen Nil ve Fırat nehirleri arasının Tanrı tarafından kendilerine verildiğine inanır siyonistler ve burada Büyük İsrail Devleti'ni kurmak isterler. Evanjelikler ise İsa Mesih'in yeniden dünyaya gelmesini Büyük İsrail'in kurulmasına bağlamaktadırlar. Evanjelikler'e göre Büyük İsrail kurulduktan sonra İsa Mesih dünyaya gelecek ve tüm dünya Hristiyan olacak, sonrasında da kıyamet kopacaktır. Esasında siyonist - evanjelik ittifakı kendilerince kıyameti hızlandırmaya ve bir an evvel gideceklerini garanti gördükleri cennette sonsuza dek mutlu olmayı planlamaktadırlar.

Tüm dünyaya din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması diye tanımlanan laikliği empozeye çalışan ve laik sistemin çok güzel bir sistem olduğunu vaz edenlerin tüm siyasetlerini itikatları üzerine bina etmeleri çok garip değil mi? Laik sistemin havariliğini yapan ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi batılı devletlerin tüm siyasetini dini ahkam üzerine bina etmiş İsrail'e sonsuz destek vermesi tuhaf gelmiyor mu? Yoksa laiklik sadece Müslümanlar’ın İslam'ı yaşamak isterken ayaklarına takılmaya çalışılan bir pranga mıydı? Devletlerin birbirine destek vermesinde tabii ki inançları haricinde farklı menfaatleri de olabilir ki bu konuda ekonomi ilk akla gelen unsurdur. Fakat Batılılar’ın İsrail'e sonsuz desteğini sadece ekonomiyle de izah güçtür. Yoksa yüz yıllarca kanlarını akıttıkları Yahudiler’in kanlarını ellerinden silerek diyet ödeme derdinde mi Batılılar? Bu fikirlerin hiçbiri size inandırıcı gelmedi değil mi? Bana da inandırıcı gelmiyor.


Gazze, Ah Gazze

 

Dün Sreprenitsa, bugün Gazze... Daha önceden başka yerlerde de olmuştu. Yarınlarda İnşallah başkaları olmaz.

Modern (!) batının gözleri önünde vahşet görüntüleri... Hatta modern (!) batının destekleriyle... Hem de Birleşmiş Milletler’in gözetiminde, batılı devletlerin desteği ve koruması altında yapılıyor bu katliam. Kendi vatandaşlarından birine bir şey olduğunda yeri göğü inletenler, ölenler masum Müslümanlar olunca nedense sus pus oluyorlar. İnsan vicdanına sığmayacak, vicdanı olanların vicdanını sızlatacak bu görüntüler maalesef dünyaya naklen izletiliyor televizyonlardan... Ruhsuz, eli kolu bağlı sadece izliyoruz tüm Müslümanlar...

“Kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer eliyle düzeltmeye gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Eğer diliyle düzeltmeye de gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin ki bu da imanın en düşük derecesidir.” (Müslim, İman, 78) hadis-i şerifi aklımıza geliyor. İsrail tüm dünyanın gözü önünde çok büyük bir kötülük işliyor. Müslümanların yeterli güçleri yok demek ki sadece izliyorlar. Kötülüğü elleriyle düzeltemiyorlar. Peki diller, onlar neden lâl? Hatta Müslüman olduğunu söyleyen bazı vatandaşlarımızın sosyal mecralardan İsrail'e destek açıklamalarını veya İsrail zulmünü mazur gösterebilecek paylaşımlarını dahi görebiliyoruz. Zaten ülkemizdeki İsrailli büyükelçi ve bazı görevliler bu destek için teşekkür mesajı dahi paylaştılar. Dili ile söyleyemeyecekler veya yazamayacakların ya kalpleri? Neymiş efendim, Filistinliler’in dedeleri toprak satmış mı satmamış mı? Velev ki sattı. Rabbimiz demiyor mu Fatır suresinin 18. ayetinde “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez” diye? Babaların günahları nedeniyle çocuklar ceza çekmezler inancımızca. Toprak satışı olmuş olsa bile bu, şu anki yapılanları normalleştirir mi?

Diyeceksiniz ki belki “Hamas da sivilleri esir aldı veya uygunsuz bazı görüntüleri yansıdı televizyonlara...”Bir Müslüman’ın savaşta ne yapması, nasıl davranması gerektiği bellidir. Eğer bu görüntüler veya yapılanlar İslam'a aykırıysa tabii ki tasvip edilemez. Fakat İsrail sıradan, bildiğimiz gibi bir ülke de değil. İsrail'de kim asker, kim sivil belli mi? Sivil denilen yerleşimciler, ellerinde uzun namlulu ağır silahlarla Müslüman köylerini basıyorlar şu an. Hem de bazıları belki altmış yaşının da üstünde bu saldırgan siyonist yerleşimcilerin. O nedenle sivil olarak görülen kimseler gerçekte sivil mi bilemiyoruz. Bir de Hamas'ın psikolojisini düşünmek lazım. Yıllardır Gazze'de tecrit edilmiş bir topluluk var. Kilometrekareye en fazla insanın düştüğü bir bölgeden bahsediyoruz ve burası açık hava hapishanesi gibi bir yer. Ve bu tam hapis hayatı, hem karadan hem denizden hem de havadan bir ablukayla yirmi yıla yakın zamandır sürüyor. Hamas savaşçılarının çoğunun yirmili yaşlarda olduğunu düşünürseniz belki hayatında Gazze dışına hiç çıkmamış fakat Gazze dışında da büyük bir dünyanın olduğunu bilen gençler bunlar... Belki de Hamas'ın şu an en büyük silahlı gücü bu gençler. Bu şekilde yetişmiş insanlar ne kadar düzgün bir psikolojiyle hareket edebilirler ki? O da ayrıca düşünülmesi gereken bir hadise...

Ama ne olursa olsun İsrail'in tüm dünyanın gözlerinin içine bakarak yaptığı bu mezalim dünyada tarih boyunca eşine benzerine az rastlanır cinsten. Bugün sitonist Yahudiler Hitler'i dahi geride bırakacak gibiler. Son yapılan saldırıda içinde masum çocukların ve yaralıların bulunduğu hastaneyi bombalayıp yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmaları da Hitler’i geride bırakacak cinsten... Oysa ki en büyük zulmü ve aşağılanmayı Hitler’den gördü Yahudiler...



14 Ekim 2023 Cumartesi

"I Love Me" mi!

Son günlerde televizyon reklamlarında meşhur bir tekstil firmasının reklamında yer alan bir sloganı çokça duyar olduk. “I love me” yani kendimi seviyorum.

İnsanın kendini önemsemesi tabii ki kötü bir şey değildir. Özellikle bu reklamı yapılan firmanın bir hazır giyim markası olduğu düşünüldüğünde kişinin giyinme kuşanma üstüne başına özenmesini akla getiren böyle bir slogan masum gibi düşünülebilir.

Türk kültüründe ve İslam medeniyetinde kişinin kendine, sağlığına, giyimine ihtimam göstermesi tabii ki kötü bir şey değildir. Hatta Peygamberimiz, kişinin ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden de hesaba çekileceğini söyleyerek, insanın kıymetini bilmediği iki değerden birinin sağlığı olduğunu ifade etmektedir. Yine Peygamberimiz saçı başı karışık, üstü başı dağınık giyimli birini gördüğünde uyarıyor ve kendine çeki düzen vermesini istiyor. Yine ikinci ayet silsilesindet Müddessir suresinde Peygamberimize elbisesini temiz tutması emrediliyor.

“I love me” yani kendimi seviyorum diye sloganlaştırılan bu ifade özellikle gençlerin ve yetişmekte olan çocukların dimağında olumsuz bazı imgeler bırakabilir. Zira inancımız empatiyi, îsarı yani diğerkamlığı, fedakarlığı, başkalarını da düşünmeyi sadece kendin için yaşamamayı tüm müminlere salık vermektedir. Oysa ki modern çağa insanlardan daha çok kendini önemsemesini, kendi olmasını, önce ben demesini salık veriyor. TRT’de yayınlanan bir dizinin jenerik müziği olarak da kullanılan bir şarkının sözleri şöyle: “Dünya dönüyor ama benim etrafımda” Bu sözler ne yapılmak istendiğini özetler nitelikte sanki.

Egosantrizm de denilen ve Türkçe’ye “beniçincilik” diye çevrilen akım özellikle gençler arasında gün geçtikçe daha da popülerleşiyor gibi... Egosantrik bir beyin her olaya kendi penceresinden bakar, her olayı kendine yontar ve kendinin işine geldiği gibi yorumlar. Bu anlayışta kültürel ve medeniyet değerleri, inanç ve benzeri düşüncelerden ziyade kişinin kendi vardır yani nefsi vardır. Nefsinin, arzularının esiri olmak demek de diyebileceğimiz bu akımı nefs-i emmarenin belki de başka bir şekli veya bizatihî kendisi olarak da nitelendirilebilir. “I love me” sloganı çok masum gibi görünse dahi inanç, kültür ve medeniyet kodlarımızla çok da uyumlu olan bir slogan değildir.

29 Eylül 2023 Cuma

Hikâyecinin Hikâyesi


Kapıyı tıklattı ve bir adım geri çekildi.

Neden yapıyordu bunu?

Bazen kendisi de veremiyordu bu sorunun cevabını. Elinde yıpranmış bir bond çantanın içindeydi yılların emeği. Bu kaçıncı kapıydı geldiği? Yazdıkları değer görmüyor muydu yoksa değersiz miydi hakikaten?

Değeri bilinmeyen cevherler olarak görüyordu yazdıklarını. Yayımlatmak için kime gitse yayımlanmıyordu yazdıkları bir bahaneyle. Kimileri nazikçe reddediyor olsa da bazıları kırıcı da olabiliyordu.

Ümidini kaybettiği dönemler de olmadı değildi aslında. Yapamıyorum herhâlde bu işi deyip vazgeçme noktasına geldiği de olmuştu. Yazdıklarını gösterdiği arkadaşları hep methiyeler düzüyorlardı oysa ki yazdıklarına.

Acaba üzülmesin diye mi böyle davranıyorlardı? Birçok dergiye gönderdi yazdıklarını, yarışmalara katıldı. Ama netice yine, sıfır elde var sıfır. Dergilerin kendi kadrolarının olduğunu ve sadece kendi yazarlarının yazdıklarını bastıklarını duydu sonra birilerinden. Yarışmalar da şaibeli zaten diye düşündü ümidi tükenmek üzereyken yine.

Kapıyı bir kez daha tıklattı nezaketle.

İçindeki ümidi yitirmek istemiyordu. Yılların emeği, birikimi, uykusuzluğu, baş ağrısı, gözünün feri vardı o çantada. Vazgeçemezdi. Vazgeçmek kendini, yıllarını inkâr etmek olurdu. Direnmeliydi. Değil miydi ki, ancak azmedince başarabilirdi? Yoksa bir Molla Kasım’a mı ihtiyacı vardı gerçekten? Yıllarını heba mı ediyordu? Okul yılları bile ağır aksak gitmişti bu sevda uğruna. Yaşı ilerliyor, anne babasının ve çevresinin de beklentileri artıyordu. Hala para kazanacak bir işi yoktu ve gününün çoğunu babasının “boş iş” dediği çalışmalarla geçiriyordu. Yazdıklarının yayımlanması ve insanlar tarafından takdir edilmesini istiyordu artık. Yıllarının emeği vardı orada ve en azından emeğe hürmeten yapılmalı değil miydi bu?

Kapı üzerindeki tokmağa takıldı gözleri birden. Üçüncü kez olacaktı bu. Ne kadar zamandır oradaydı? Yıllar olmuş gibi geldi. Yıllarının emeği, çabası geldiği için mi zihnine, böyle hissetti yoksa? Yoksa artık yılgınlık mı hissediyordu yaşadıklarından? Buradan geri dönebilir miydi? Kendini inkâr olurdu dönmek. Yılların heba oluşunu itiraf olurdu bu. Bunu yapamazdı, yapmamalıydı. Ne yapmalıydı peki? İşte açılmıyordu bu kapı da. Daha ne kadar beklemeliydi?

Bir kez daha tıklattı kapıyı.

Belli ki açılmayacaktı ama olsundu. Bir müddet daha beklemeliydi belki de. Babasının dedikleri doğru muydu yoksa? Zihninin allak bullak olduğunu hissetti. Yıllarını verdiği bu yazılar “boş iş” miydi? Hayatın realitesine yenilmeli miydi? Toplumun istediği gibi işinde gücünde, sabah işine giden akşam evine dönen, okumayan, yazıp çizmeyen ve her şeyi biliyormuş gibi ahkâm kesenlerden biri mi olmalıydı? Ütopya mıydı umduğu? Elinden birden düşüverdi yere elindeki yılları. Ani bir kararla çantayı oracıkta bıraktı ve gitti. Aslında ani kararlar ve fevrîlik adeti değildi. Neden aniden yenildiğini o da anlamadı. Giderken de belki ben yazdım diye basılmadı bunlar diye düşündü. Belki de kapının önünde çantayı bulan yayınevi görevlileri, yazıları yayınevi sahibine götürürler ve yazdıkları sahipsiz birer metin olarak basılırdı. Hala içinde kalan bu ümit kırıntısına güldü ve hızlı adımlarla yürüdü, yürüdü, sadece yürüdü ardına bakmadan…

Epeyce uzaklaştıktan sonra bir an durakladı.

Şeylerini kaybetmiş veya bir şeyleri arıyormuş gibiydi. Şimdi ne yapmalıydı?

 

Hicretin Altyapısını Hazırlayan Sahabî

https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Hicretin Altyapısını Hazırlayan Sahabî

Muharrem ayındayız.

Muharrem ayı hicreti başlangıç noktası olarak kabul eden "Hicrî Takvim"in ilk ayıdır. Hz. Ömer döneminde kullanılmaya başlanan bu takvim halen kullanılmaktadır. Biz Müslümanlar bütün dinî işlerimizi bu takvime göre planlamaktayız.

"Hicrî Takvim"in başlangıç noktası olan hicret denilince aklımıza, peygamberimizin ve ashabının Mekke'den Medine'ye göç etmesi gelmektedir. Miladî 622 yılında gerçekleşen hicret sıradan bir göç olmayıp, Mekke'de inançları dolayısıyla baskı ve işkencelere maruz kalan Peygamberimiz ve ashabının İslam'ı hem daha rahat bir şekilde yaşayabilmelerine hem de İslam'ın daha geniş kitlelere ve coğrafyalara hızlı bir şekilde yayılabilmesine kapı aralamıştır.

Miladî 622 yılında gerçekleşen bu zorunlu göçün öncesine baktığımızda ise baskı, zulüm, kan ve gözyaşı görmekteyiz. Esasında Medine'ye hicret, Müslümanların ilk hicreti değildir fakat Peygamberimizin ilk hicretidir. Zira miladî 614 ve 615 yıllarında iki grup Müslüman, İslam'ı daha rahat yaşayabilme gayesi ile Kızıldeniz'i aşarak Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Fakat bu hicret kafilelerinde Peygamberimiz yer almamış ve Peygamberimiz Mekke'de yaşamaya ve Mekke'de İslam'ı tebliğ faaliyetlerine devam etmiştir.

Peygamberimiz Mekke'de tebliğ vazifesine önce yakınlarından ve akrabalarından başlamış,  açıktan davet emrinin gelmesiyle birlikte iletişim kurabildiği tüm insanlara İslam'ı tebliğe gayret etmiştir. Peygamberimiz tebliğ faaliyetlerini Mekke'de ikamet eden kişilere yönelik olarak gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda Kabe'ye Arabistan Yarımadası'nın farklı yerlerinden putları ziyaret, ibadet veya ticaret için gelenler kişilere de yapmaya gayret ediyordu. Peygamberimizin bu faaliyetlerine kulak veren ve Müslüman olan kişi sayısı ise çok azdı. Mekke'deki müşriklerin Müslümanların canlarına kastedecek kadar ileri giden baskılarıyla beraber Müslüman olmak, Müslüman'ım diyebilmek, İslam'ı yaşamaya gayret etmek neredeyse Mekke'de imkansız hale geliyordu. Miladî 616-619 yılları arasında üç yıl süren boykot yıllarında işkencelerin dozu iyice artmış ve Müslümanlar ile Müslümanlara destek olanlar bir mahallede tecrit edilerek bir manada ölüme terk edilmişlerdi. Boykotun kaldırılmasının ardından biraz da olsa soluklanma imkanı bulan Peygamberimiz, İslam'ı tebliğ faaliyetlerine devam ediyordu. Peygamberimiz, Kabe'ye Medine'den gelen bir grupla temas etmiş ve onlara İslam'ı anlatmıştı. Bu kişilerden altı tanesi Müslüman oldu. Bir sonraki yıl yeniden Mekke'ye gelen bu sahabîler ve onların İslam'ı anlatarak Müslüman olmalarına vesile oldukları kişiler, toplamda on iki kişi olarak 621 yılında Akabe adlı yerde Peygamberimize biat ettiler. İslam Tarihi'nde I. Akabe Biatı olarak anılan bu gelişme sonrasında İslam'la yeni şereflenen ve İslam'ı hakkıyla yaşamak isteyen bu sahabîler, Peygamberimizden kendilerine İslam'ı iyice özümsetecek, Kur'an'ı öğretecek bir sahabî vermelerini istediler. Peygamberimiz de böylece onlarla beraber Medine'ye ilk öğretmenini gönderiyordu.

Peygamberimizin Medine'de İslam'ı öğretmesi için görevlendirdiği sahabî için bu hicret ilk değildi. Zira daha önceden Habeşistan'a göç eden kafile içinde de yer alan bu sahabî, aynı zamanda Medine'ye hicret eden ilk sahabî de oluyordu. Medine'de bulunduğu ilk bir yıllık süre içerisinde Esad b. Zürare'nin evinde misafir kalan ve I. Akabe Biatı'nda Müslüman olarak Peygamberimize biat eden kişilere İslam'ı ve Kur'an'ı öğretmenin yanında tebliğ faaliyetlerinde de bulunan bu sahabî, birçok kişinin de İslam'la şereflenmesine vesile olmuştur. Medine'de Müslüman olan bu yeni sahabîlere İslam'ı anlatmanın yanında Mekke'de Peygamberimizin ve ashabının çektiği sıkıntıları, uğradıkları aşağılanmaları, baskıları, işkenceleri de anlatan Peygamberimizin bu ilk öğretmeni, bir yıl sonra 622 yılında II. Akabe Biatı olarak anılan biatta Peygamberimize yetmiş beş Medineli sahabînin biat etmesine vesile olmuştur. Peygamberimizin ve ashabının Mekke'de çektiği sıkıntılardan haberdar olan Medineliler biat sonrasında Peygamberimizi Medine'ye davet etmişlerdir. Medine'ye gelmesi halinde canlarıyla, kanlarıyla, mallarıyla Peygamberimizin ve ashabının yanında olacaklarına dair ona söz vermişlerdir. Peygamberimizin Medine'ye göndermiş olduğu bu sahabînin gayretleri ve Allah'ın da izni ve inayetiyle Medine'ye hicretin de altyapısı böylece hazırlanmıştır. Medinelilerin bu davetlerini hemen kabul etmeyen Peygamberimiz, Allah'ın da izni ile 622 yılında ashabıyla beraber gruplar halinde Medine'ye hicret etmiştir.

Peygamberimizin ve ashabının Mekke'den Medine'ye hicretinin altyapısını hazırladığı şeklinde nitelediğimiz bu sahabî, esasında çok zengin bir ailenin çocuğudur. Mekkeliler arasında çok itibarlı da olan bu aile, aynı zamanda Mekkeli müşriklerin oluşturdukları ordularda ordu sancağını da taşımakla görevli idi. Ailesi çok zengin olan bu sahabî, Peygamberimizin Mekke'de gizli bir şekilde irşat faaliyetlerini yürüttüğü Darü'l - Erkam'da genç yaşında Müslüman olmuştu. Ailesinin tepkisinden çekindiğinden ilk önceleri İslam'a girdiğini ailesiyle paylaşmamış fakat daha sonrasında bu durum anlaşılmıştı. Ailesi onu İslam'dan döndürmeye çalışmış fakat o direnmişti. İslam'dan uzaklaşması için ailesinden eziyetler görmüş, hapsedilmişti. Dininden vazgeçmemesi üzerine ailesi tarafından dışlanmış ve evinden kovulmuştu. Yaşadığı çok zengin ve müreffeh hayattan İslam için vazgeçen bu sahabî, Müslümanların ilk hicret yurdu olan Habeşistan'a hicret eden grupla Habeşistan'a gitmiştir. Bir yanlış anlaşılma sebebiyle Habeşistan'dan geriye dönmüş; I. Akabe Biatı'ndan sonra Medine'ye hicret etmiş ve birçok kişinin İslam'a girmesine vesile olmuştur. Hicretten sonra Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış ve Bedir'de de Uhud'da da sancaktarlık görevini yapmıştır. Peygamberimize hem fizîken hem de ahlaken çok benzeyen bu sahabî, Uhud savaşı sırasında şehit olmuştur. Savaşın ardından tüm şehitler gibi o da elbiseleriyle defnedilmek istenmiş fakat üzerindeki elbisenin tüm vücudunu kapatamayacak kadar kısa olduğu görülmüştür. Baş tarafı kapatıldığında ayak tarafını, ayak tarafı kapatıldığında baş tarafını açıkta bırakacak şekilde bir elbiseyle Peygamberimiz onu o halde görünce çok üzülmüş, onu Mekke'de güzel elbiseler giyen, güzel yemekler yiyen biri olarak gördüğünü, İslam için nelerden vazgeçtiğini anlatmış; baş kısmının elbiseyle ayak kısmının ise otlarla örtülmesini ve öylece defnedilmesini istemiştir. Şehadeti sonrasında Peygamberimiz "Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaadlerini) asla değiştirmediler." mealindeki Ahzab suresinin 23. ayetini okumuştur.

İslam için her türlü zorluğa göğüs geren, zenginliği, malı, şöhreti İslam için elinin tersiyle iten, inancını daha rahat yaşamak için memleketinden iki kez hicreti göze alabilen, Peygamberimizin ilk öğretmen olarak vazifelendirdiği, onlarca kişinin İslam'la şereflenmesine vesile olan, ilk muhacir, Bedir ve Uhud savaşlarının sancaktarı, hem bedenen hem ahlaken Peygamberimize çok benzediği söylenilen, hicretin altyapısını hazırlayan, Mus'abü'l-hayr (hayırlı Mus'ab) diye de nitelenen, Uhud şehidi bu sahabî Mus'ab b. Umeyr'dir.

Sorumluluk Bilinci

 



https://www.akasyam.com/files/uploads/user/-92770d6934.png
Servet ZEYREK

Sorumluluk Bilinci

Sorumluluk, eskilerin tabiriyle mes'ûliyet, "kişinin yapmış olduğu davranışların sonuçlarına katlanma bilinci" olarak tanımlanabilir. Her bir bireyin, bazıları tüm insanlarda bulunan bazıları ise sadece bazı bireyleri ilgilendiren görev ve sorumlulukları vardır. Çocukluktan itibaren kişiler sorumluluk almalı ve üzerlerine aldıkları sorumluluklarını yerine getirmek için çaba sarf etmelidirler. İnancımıza göre akıllı ve ergenlik çağına erişmiş her birey artık Allah (c.c.) katında sorumlu tutulmaktadır. O nedenle anne babaların "daha çocuktur, küçüktür" gibi bazı düşüncelerle sorumluluk çağına gelmiş çocuklarının sorumluluklarını ertelemelerine veya sorumluluklarını yapmamalarına vesile olmamalıdırlar. Bilakis anne babalar sorumluluk çağına ulaşan çocuklarını sorumluluklarını yerine getirmeleri konusunda ve çocuklarının sorumluluk bilincini (takva) kazanmaları konusunda teşvik edici olmalıdırlar.

            Peki, kimlere veya nelere karşı sorumluluklarımız vardır? Bunlardan bazılarını maddeler halinde kısaca açıklamaya gayret edelim.

            Allah'a Karşı Sorumluluklarımız

            En büyük ve önemli sorumluluğumuz tüm kainatı ve kainatla beraber bizleri de var eden rabbimize karşıdır. Bu sorumluluğa "kulluk" adını da verebiliriz. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de bizleri kendisine kulluk etmemiz için yarattığını bildiriyor.(Zariyat Suresi, 56. ayet) Kişinin Allah'ı bilmesi, tanıması ve ona kulluk etmesi en büyük vazifesidir. Resûlullah, "Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerindeki haklarını bilir misin?" diye sorar. Muâz, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir." der. Resûlullah, "Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleridir." buyurur. Bir süre yol aldıktan sonra yine o mübarek ses işitilir: "Peki ey Muâz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?" Muâz yine, "Allah ve Resûlü daha iyi bilir." dedikten sonra Resûlullah, "Allah’ın onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır." (İbn Hanbel, V, 239) buyurdu. Hadis-i şeriften ve ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere kişinin en büyük sorumluluğu Allah'a kul olma sorumluluğudur. Diğer bütün sorumlukları bu sorumluktan sonra gelmektedir.

            Peygamberimize Karşı Sorumluluklarımız

            Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) son peygamberdir. Peygamberimize karşı en önemli sorumluluğumuz, onun son peygamber olduğuna ve ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine iman etmektir. Peygamberimiz Kur'an-ı Kerim'in canlı bir tefsiri olduğu için onun yaşamı yani sünnet-i seniyyesi Kur'an-ı Kerim'den sonra en büyük rehberimiz olmalıdır. Peygamberine itaati, kendine itaatle bir tutan (Nisa Suresi, 80. ayet) Rabbimiz, peygamberimizi bizler için üsve-i hasene yani en güzel örnek (Ahzab Suresi, 21. ayet) olarak nitelemektedir. Peygamberimizi kendimize rol model edinmek, onun ahlakıyla ahlaklanmak, peygamberimize karşı bir hakaret veya olumsuz bir söze tepki vermek, adı anıldığına ona salat-ü selam göndermek, onu sevmek, onun ehl-i beytini sevmek peygamberime karşı sorumluklarımızdan bazılarıdır denebilir. 

            Kendimize Karşı Sorumluluklarımız

            Kişinin kendini bilmesi, Rabbini bilmesi olarak nitelenmiştir. Kişinin kendini tanıması, negatif ve pozitif yönlerini keşfetmeye çalışması, keşfettiği pozitif yönlerini güçlendirmeye, negatif yönlerini ortadan kaldırmaya çalışması kişinin kendine karşı en önemli sorumluluğu olsa gerektir. Allah'ın insan için var ettiği sayısız nimeti ile donatılan insanın bu nimetleri yine ona verenin yolunda ve onun rızasına uygun olarak kullanması da sorumluluklarındandır. Tabi ki, kişinin öz bakımını yapması, sağlıklı bir hayat için yapması gerekenleri yapması da kendine kaşı sorumluluklarıdır. Fakat esas insanı ayakta tutanın madde değil de mana olduğu unutulmamalıdır. O nedenle de kişinin manevî doygunluğa ulaşma yolundaki uğraşı da kendine karşı bir sorumluluğudur. Zira bizleri var eden Allah, bizleri en iyi tanıyandır. O nedenle de fıtratımıza en uygun olan nizamı bizlere bildirmiştir. Rabbinin rehberliğinde bu yolda (sırat-ı müstakim) istikamet üzere olan birey, kendini tanıma ve kendini gerçekleştirme yolunda çaba içerisinde olacaktır. Bu çabası da Rabbi katında sonuçsuz kalmayacaktır. 

            Annemize ve Babamıza Karşı Sorumluluklarımız

            Allah İsra Suresinin 23 ve 24. ayetlerinde şöyle buyurmakta: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle. Onlara merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger. 'Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara merhamet göster' diyerek dua et." Allah, anne ve babamıza iyi davranmamızı emrediyor. Bu emrin Allah'a kulluktan hemen sonra zikredilmesi anne ve babaya yapılması istenen iyiliğin ne kadar önemli olduğunun da bir göstergesidir. Anne ve babaya güzel sözler söylenmesi de diğer bir sorumluluğumuzdur. Onlara özellikle de yaşlandıkları zaman şefkat göstermek ve onlardan acizlenmemek de diğer sorumluklarımız olarak düşünülebilir. Anne ve baba arasında kendilerine güzel davranılması konusunda annenin babaya göre bir adım önde olduğu da unutulmamalıdır. (Buhari, Edeb,2; Müslim, Birr,1)

            Akrabalarımıza Karşı Sorumluluklarımız

            Dinimiz akrabalık ilişkilerine çok önem vermiştir ve sıla-i rahimi kesmenin çok büyük bir vebal olduğunu belirtmiştir. Müslüman bir bireyin akrabalarına karşı da sorumlukları vardır. Akrabalarımızın sevinçli anlarında da kederli anlarında da yanında olmak akrabalarımıza karşı en önemli sorumluklarımızdandır. Düğünlerine, cenazelerine veya düzenledikleri merasimlerine katılmak, bir sıkıntıları olduğunda sıkıntılarını gidermek için çaba sarfetmek, bayramlarda ziyaretlerinde bulunmak gibi davranışlar akrabalarımıza karşı sorumluluklarımızdandır. 

            Komşularımıza Karşı Sorumluluklarımız

            "Komşusu açken, tok yatan bizden değildir. (Hakim, Müstedrek, c.2, s.15)" ,"Cebrail bana komşu haklarından o kadar çok söz etti ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim. (Buhari, Edeb, 28)" hadis-i şeriflerini buyurmuş olan bir peygamberin ümmeti olarak komşularımıza karşı da önemli sorumluklarımız vardır. Hastalandığında ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, maddî bir sıkıntısı olduğunda gidermeye çalışmak, yardıma ihtiyaç duyduğunda yardım etmek, güzel bir durumla karşılaştığında tebrik etmek, kötü bir durumla karşılaştığında teselliye çalışmak, komşularımızı rahatsız edici veya onlara zarar verici davranışlarda bulunmamak komşularımıza karşı sorumluluklarımızdan bazıları olarak sıralanabilir. 

            Topluma Karşı Sorumluluklarımız

            Her bireyin içinde yaşadığı topluma karşı da sorumlukları vardır. Bu sorumlukların belki de en önde geleni, toplumu oluşturan bireylerin temel hak ve özgürlüklerine saygılı olmaktır. Kul hakkının korunmasına çok değer veren dinimiz, bu hakkın ihlalinin telafisinin sadece hakkı yenen kişiden helallik almakla olabileceğini belirtmektedir. O nedenle Müslüman bir birey içinde yaşamış olduğu toplumun bireylerinin haklarını gözetmelidir. Ayrıca yaşadığı toplumun temel değerlerini korumak, yaşamak ve sonraki nesillerine aktarımına gayret etmek de yine bireyin sorumlulukları arasındadır. 

            Çevreye Karşı Sorumluluklarımız

            İçinde yaşamış olduğumuz çevrenin bizlere bir emanet olduğu unutulmamalıdır. Bizden önce yaşayanlardan alınan bu emanet, zarar verilmeden sonraki nesillere aktarılabilmelidir. Çevrenin ve içindeki türlü nimetlerin Allah tarafından insana bilinçli bir şekilde kullanmak üzere verildiği, bu kaynakların bilinçsizce ve aşırı şekilde tüketiminin, israf edilmesinin yakın vadede bireyin kendine uzak vadede nesillerine zarar verebileceği fikri ve eylemi Müslüman'ın sorumluluğudur. O nedenle Müslüman bir birey çevreyi koruma konusunda hassas davranmalı ve bu sorumluluğunu unutmamalıdır.