4 Temmuz 2017 Salı

Türkiye Dindarlaşıyor Mu? (Üstünde Düşünülmesi Gereken Bir Anket)

MAK Araştırma Değerlendirme Danışmanlık AŞ tarafından 12 Haziran - 18 Haziran 2017 tarihleri arasında "Türkiye'de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı Araştırması" üst başlığı ile 30 Büyükşehir ve (Ağrı, Aksaray, Artvin, Bayburt, Bitlis, Bolu, Düzce, Elazığ, Giresun, Gümüşhane, Karaman, Karabük, Kars, Kastamonu, Kırıkkale, Kırklareli, Kütahya, Nevşehir, Osmaniye, Sinop, Bilecik, Yozgat, Uşak ) 23 il, 154 ilçe de 5400 kişi (Türkiye'deki seçmen sayısının onbinde biri) ile yüz yüze Görüşmelerle yapılan anketin sonuçlarını yorumsuz olarak paylaşıyor ve "Türkiye dindarlaşıyor mu? Türkiye'de son yıllarda dinî eğitim veren kurumların sayısındaki artış gerçekten gerekli mi?" gibi soruları tekrar sorarak anketi yorumsuz olarak paylaşıyoruz.
            "Allah’ın varlığına, birliğine bizi yaratıp yaşattığına inanıyor musunuz?" şeklindeki sorumuza yıllardır %99 u Müslüman diye ifade ettiğimiz toplumun % 86 sı "Evet, Allah’ın varlığına, birliğine bizi yaratıp yaşattığına inanıyorum", derken aynı soruya; "Evet, Allah’ın sadece varlığına bizi yarattığına inanıyorum ama her şeye karıştığını karışacağını düşünmüyorum" diyen literal anlamda deist diye ifade edilebileceklerin oranı % 6, "Hayır, Allah’a inanmıyorum diyerek ateist olduğunu ifade edebileceklerimizin oranı % 4", farklı çekincelerle bu soruya cevap yok / Kararsız diyenlerin oranı % 4 olarak değerlendirilmiştir. Deist ve ateistlerin ağırlıklı olarak büyükşehirlerde yoğunlaştığı, taşrada bu oranın % 1 lerin altına indiği görülmektedir.
            "Meleklere inanıyor musunuz?" sorusuna araştırmamıza katılanların % 75 i "Evet, meleklere inanıyorum." derken "Hayır, gözümle görmediğim varlıklara inanmam." diyenlerin oranı % 15. Cevap yok / Kararsız oranı ise % 10.
            "Kur'an-ı Kerim ve diğer kitapların vahiyle geldiğine inanıyor musunuz?" sorusuna katılımcıların % 76 i "Evet, inanıyorum." derken "Hayır, inanmıyorum" diyenlerin oranı % 14, cevap vermeyen veya Kararsız oranı ise % 10.
            "Evinizde Kur'an-ı Kerim var mı? Ve düzenli aralıklarla okuyor musunuz?" sorusuna toplumun % 25 i "Evet, evimizde Kur'an-ı Kerim var ve düzenli aralıklarla Kur'an-ı Kerim okuyoruz" cevabını verirken, "Evet, evimizde Kur'an-ı Kerim var ama pek okuduğumuz söylenemez." diyenlerin oranı % 32, "Hayır, evimizde Kur'an-ı Kerim yok." diyenler % 33 ken, katılımcıların % 10 i bu soruya cevap yok / Kararsız şeklinde yaklaşmış.
            "Peygamberlere inanıyor musunuz? Hz. Muhammed (sav) sizin için her anlamda örnek alınacak rol model / örnek insan mıdır?" sorusuna katılımcıların % 63'i "Evet, peygamberlere inanıyorum ve ama benim için her anlamda rol modeldir." derken % 20 si "Evet, peygamberlere inanıyorum ama bazı konularda örnek alsam da her konuda Hz. Muhammed (sav) örnek alınacak rol model / örnek değildir." cevabını veriyor. "Hayır, peygamberlere inanmıyorum." diyenlerin oranı % 9. Cevap yok / Kararsız oranı ise % 8
            "Kadere (Hayır ve Şerrin Allah'tan geldiğine) inanıyor musunuz?" sorusuna araştırmaya katılanların %55 i "Evet, kadere (hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine) inanıyorum." derken % 15 i "Evet, kadere inanıyorum ama insan kendi kaderini kendi yapar" diye cevaplarken, "Evet, kadere inanıyorum çünkü insanın zaten hiçbir iradesi yok." diyen % 15. İmanın 6 şartından biri olan kadere imanı ret eden "Hayır, kadere (Hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine) inanmıyorum." diyenlerin oranı %10. % 5 ise cevap yok / Kararsız demiş.
            "Öldükten sonra dirileceğinize ve bu dünyada yaptıklarınızdan hesaba çekileceğinize inanıyor musunuz?" şeklindeki soruya % 73 "Evet, öldükten sonra dirileceğime ve hesaba çekileceğime inanıyorum." diyerek inandıklarını ifade ederken, aynı soruya katılımcıların % 10 u "Evet, öldükten sonra dirileceğime inanıyorum ama hesaba çekilmeye inanmıyorum." derken, "Hayır, öldükten sonra dirileceğime ve bu dünyada yaptıklarımdan hesaba çekileceğime inanmıyorum" diyenlerin oranı % 9 cevap yok / Kararsız diyenlerin oranı da % 8.
            "Kur'an-ı Kerim'i Arapça hattından okuyabiliyor musunuz?" sorusuna katılımcıların % 32 si Evet, % 54 ü Hayır derken % 14 bu soruya Kararsız / Görüş yok.
            "Hiçbir Kur'an Kursu'na eğitim almak amacıyla gittiniz mi?" sorumuza Evet diyenlerin oranı % 25, Hayır diyenlerin oranı % 65, Kararsız / Görüş yok oranı ise % 10.
            "Kur'an-ı Kerim'in Türkçe mealini hiç okudunuz mu?" sorusuna katılımcıların % 17 si Evet, % 60 ı Hayır, % 23 ü ise Kararsız / Görüş yok şeklinde yaklaşım sergiliyor.
            "Cennete gideceğiniz kesin olsa; şu an cennete gitmek için ölmeyi düşünür müsünüz?" sorusuna Evet diyenlerin oranı % 15, Hayır diyenlerin oranı % 65, Kararsız / Görüş yok oranı % 20.
            "Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sav) hayatını hiç okudunuz mu?" sorusuna katılımcıların % 23 ü Evet, % 65 i Hayır derken, Kararsız / Görüş yok oranı % 12
            "Camiye / mescide hangi sıklıkta gidiyorsunuz?" sorusuna "bayramdan bayrama" diyenlerin oranı % 12 iken, "cuma namazları ve bayram namazları bir de kandil günlerinde" diyenlerin oranı % 32, "zaman zaman vakit namazları dahil camiye gidiyorum" diyenlerin oranı % 13, "hiç gitmiyorum" diyenlerin oranı % 30, Kararsız / Görüş yok diyenlerin oranı % 13.
            "Ramazan ayında oruç tutuyor musunuz?" sorusuna "Evet, tüm ramazan boyunca oruç tutarım" diyenlerin oranı % 45, "Evet ama tüm ramazan boyunca değil ramazanın bir kısmında oruç tutarım." diyenlerin oranı % 25, "Hayır, hiç tutmam" diyenlerin oranı % 20, cevap yok / Kararsız oranı % 10.
            "İslam dini ile ilgili bilgileri daha çok hangi kaynaklardan öğreniyorsunuz?" sorusuna katılımcıların % 30 i "dini kitaplar" derken % 45 i "internet", % 20 i "birine sorarak" % 5 i de Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "Hangi sıklıkta namaz kılıyor musunuz?" sorusuna katılımcıların % 22 si "5 vakit namaz kılıyorum." derken, % 26 sı "arada vakit namazları kılarım ama cumaları ve teravihleri ve bayram namazlarını tam kılarım." % 24 i de "arada cuma namazlarını, teravihleri ve bayram namazlarını kılıyorum." derken "hiç namaz kılmıyorum" diyenlerin oranı % 22, Kararsız / Görüş yok diyenlerin oranı ise % 6.
            "Herhangi bir dini cemaate veya tarikata bağlı bulundunuz mu / bulunuyor musunuz?" sorusuna Evet diyenlerin oranı % 15 iken, Hayır diyenlerin oranı % 60, Kararsız / cevap yok diyenlerin oranı % 25.
            "Dini bir cemaat görünümlü FETÖ tarafından tapılan 15 Temmuz darbe teşebbüsü dini grup, cemaat yada tarikatlara bakışınızı nasıl etkiledi?" sorusuna vatandaşların % 30 u "dini grup, cemaat yada tarikatlara olumsuz yada şüphe ile bakmama neden oldu" derken, % 50 si "dini grup, cemaat yada tarikatların daha sıkı, illegal yapılanmalara zemin oluşturmayacak şekilde denetlenmesi gerektiğini" ifade etmektedir. % 12 si ise "dini grup, cemaat ya da tarikatlara bakışım değişmedi" demektedir. % 8 i ise Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "Dua eder misiniz? Hangi sıklıkta dua edersiniz?" sorusuna katılımcıların %75 i "Evet, çok sık dua ederim." %10 u Evet, "ara ara dua ederim." % 6 sı "Hayır, dua etmem." % 4 ü Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "Eş seçiminde eşinizin dinine düşkün biri olması sizin için ne kadar önemli?" sorumuza katılımcıların % 51 i çok önemli, % 24 ü kısmen önemli, % 20 si önemli değil, % 5 i Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "Eşinizin dini değerlere bakışı ve yaşayışı sizinle kıyasladığınızda nasıl olmalıdır?" sorumuza toplumun % 30 u; "benim gibi, benim kadar dindar olmalıdır." % 45 i "benden daha dindar olmalıdır." % 15 i "benden daha az dindar olmalıdır." % 10 u ise bu soru karşısında Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "Bir topluluk içine yada birinin yanına gittiğinizde genelde nasıl selam verirsiniz?" sorusuna araştırmamıza katılanların % 41 "Selamün Aleyküm", % 24 ü "merhaba günaydın vs.", % 30 u "na'ber vb." % 5 i Kararsız / Görüş yok şeklinde ifade etmişlerdir.
            "Siyasi bir seçimde(belediye- milletvekili vs.) Adayın dinine düşkün biri olması sizin için ne kadar önemli?" sorumuza katılımcıların % 51 i çok önemli, % 24 ü kısmen önemli, % 20 si önemli değil, % 5 i Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "İslam ülkelerinin (hıristiyan ülkelerin dini lideri papalık gibi) halifelik benzeri bir dini liderliğe ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz?" sorusuna araştırmamıza katılanların % 54 ü Evet derken, % 40 u Hayır demektedir. % 6 sı ise Kararsız / Görüş yok demektedir.
            "Günah işlediğinizde pişman olur musunuz?" sorusuna Evet diyenlerin oranı % 90, Hayır diyenlerin oranı % 2, Kararsız / Görüş yok oranı % 8 dir.
            "Gusül abdesti alır mısınız?" sorusuna katılımcılardan "Evet, asla gusül abdestim olmaksızın dışarı çıkmam" diyenlerin oranı % 65 iken, "ara sıra gusül abdesti alırım" diyenlerin oranı % 17, "gusül abdestini bilmiyorum / almam" diyenlerin oranı ise % 13, Kararsız / Görüş yok diyenler ise % 5.


19 Mayıs 2017 Cuma

Şaban Kuzgun'un Şahsiyeti ve İlim Dünyasına Katkıları


Son senen geldi çattı ey Şaban!
Ne idin, ne oldun, ne olacaksın?
Hayat bir su içimi kadar kısa...
Gençliğine doymadan geçiyor...
Ölmeye hazır ol!
            Bu dizelerin sahibi Çarşambalı önemli bilim adamlarından olan Şaban Kuzgun. 1974 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi son sınıfta iken karnesinin arkasına yazmış bu mısraları... Daha o yılarda "Ölmeye hazır ol!" diyerek kendini her an ölüme hazırlamaya çalıştığı anlaşılan Şaban Kuzgun, ani bir kaza sonucu genç sayılabilecek bir yaşta vefat etti. İlmî olarak en velûd olacağı çağda vefat eden Şaban Kuzgun'u tanıyanları, akademisyen arkadaşları ve öğrencileri çalışkan, merhametli, sevgi dolu, milletini ve vatanını çok seven, haksızlığa tahammülü olmayan tam bir "Gönül İnsanı" olarak tanımlamaktadırlar.
            İlahiyat eğitimimde Dinler Tarihi dersime giren hocamın ve yüksek lisans eğitimimde danışmanlığımı yapan hocamın da yetişmesinde büyük emekleri olmuş Şaban Kuzgun hocanın… Yani hocalarımın hocasıdır, Şaban Kuzgun. Lisansüstü eğitimim sırasında bir gün hocamız paramızın olup olmadığını, bir sıkıntımızın olup olmadığını sormuştu ve Şaban Hoca'nın her zaman onlara paralarının olup olmadığını, sıkıntıları olup olmadığını sorduğunu ve hocalarından böyle öğrendiklerini anlatmıştı. Her dersimizde muhakkak bize en azından çay ikramında bulunan hocam yine bu özelliğinin de hocası Şaban Hoca'nın bir özelliği olduğunu söylemişti. Şaban Hoca'nın öğrencisi olmuş ve sonrasında akademisyen olduğu okulunda hocasıyla yedi yıl aynı odayı paylaşmış Huzeyfe Sayım, Şaban Hoca'nın zor şartlar altında okuduğunu anlattığını hatta öğrencilik yıllarında pazarcılık ve işportacılık dahi yaptığını anlattığını söyleyerek, Şaban Hoca'yı yardım istemek için her öğrencisinin başvurabileceği bir hoca olarak anlatmaktadır. Hoca'nın çok eski arkadaşlarından olan Dinler Tarihçisi Harun Güngör, Şaban Hoca'nın bir öğrencisine kız istemek için Ankara'ya gittiğini kızın verilmek istenmemesi üzerine kızın babasını ikna için akşam sekizden ertesi gün sabah üçe kadar dil döktüğünü ve yine başka bir öğrencisi için de kız istemeye Çankırı'ya kadar gittiğini hatta dönüşte kaza yapmasına rağmen bundan hiç şikayetçi dahi olmadığını anlatır.
            Türkiye'de Ahmet Mithat Efendi, Hilmi Ömer Budda, Annemarie Schimmel ve Hikmet Tanyu sonrası Dinler Tarihi alanında yetişmiş en önemli kuşaktan Şaban Kuzgun. Prof. Dr. Hikmet Tanyu'nun yetiştirdiği Günay Tümer, Mehmet Aydın, Abdurrahman Küçük, Ömer Faruk Harman ile aynı kuşaktan. Arapça, İngilizce yanında az miktarda da olsa İbranice ve Farsça bilen Şaban Kuzgun, "Dinler Tarihçilerinin Kutbu" olarak kabul edilebilecek Prof. Dr. Hikmet Tanyu ve Prof. Dr. Bahattin Ögel'in yönetiminde "Hazarların Yahudileşmesi ve Karaî İnancı Üzerine Bir Araştırma" adlı çalışmasıyla doktor, "İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik" adlı çalışmasıyla da doçent unvanını almıştır. Yıllarca Yüksek İslam Enstitüsü ve İlahiyat Fakültelerinde "Dinler Tarihi Bilim Dalı"nda akademisyen olarak görev yapmış olan Şaban Kuzgun, birçok öğrenci yetiştirmiştir. Akademik hayatı boyunca yüzlerce lisans öğrencisini eğitmenin yanı sıra yedi doktora, on tane de yüksek lisans tezi yönetmiştir. Basılmış olan beş tane kitap, çeşitli akademik hakemli dergilerde yayınlanan onlarca akademik makale, değişik yerlerde sunulan tebliğler, bildiriler, araştırma raporları bırakmıştır ardında. Özellikle Yahudileşmiş bir Türk boyu olan Hazar Türkleri ile ilgili yapmış olduğu doktora çalışması akademik dünyada çok ilgi görmüş ve bu araştırma "Hazar ve Karay Türkleri" adıyla kitap olarak da basılmıştır. Şaban Kuzgun'un İlahiyat çevrelerinde heyecan oluşturan diğer bir eseri de "Dört İncil, Yazılması, Derlenmesi, Muhtevası, Farlılıkları ve Çelişkileri" adlı eseridir. Hıristiyanların kutsal olarak gördükleri dört İncil arasındaki çelişkilerin ortaya konduğu bu eser sahası açısından çok önemli bir eserdir. Hocanın doçentlik tezi de "Hz. İbrahim ve Haniflik" adıyla kitap olarak basılmıştır. Bu eserlerin yanında "Kayseri ve Çevresindeki Ziyaret ve Ziyaret Yerleri" ve "Dinler Tarihi" isimli iki eseri daha bulunan hocanın Dinler Tarihi alanında onlarca akademik makalesi de mevcuttur.
            Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü ile Erciyes Üniversitesi ve Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültelerinde görev yapmış olan Şaban Kuzgun, 1988-1989 yılları arasında Kuveyt Üniversitesinde Araştırmacı Öğretim Üyesi olarak, 1994-1999 yılları arasında da Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde dekan olarak görev yapmıştır. 1996 yılında Dışişleri Bakanlığı tarafından bir heyetle on beş günlüğüne İran'a görevli olarak gönderilmiş, 1997 yılında da Cumhurbaşkanlığı tarafından Türk-İsrail Antlaşması için bir heyetle İsrail'de bulunmuştur.   
            Hocalarına karşı da çok vefalı olan Şaban Kuzgun hocası Hikmet Tanyu'nun yapmayı planladığı fakat gerçekleştiremediği bir projeyi yapmayı hedefliyordu. Türkiye'nin tamamının inanç coğrafyasını çıkarmayı amaçlayan bu çalışmaya başlayan Şaban Kuzgun, bu çalışmasını maalesef nihayete erdirememiştir. Lisansüstü eğitim gören öğrencilerine yaşadıkları ilin veya memleketlerinin inanç coğrafyalarını geleneklerini araştırmayı tez konusu olarak veren hoca buradan elde ettiği veriler ve kendi topladıklarıyla büyük bir proje hayal etmişti. Şüphesiz siyasî olarak karşılığı da olan bu projenin tüm ülke sathında ses getirmemesi olanaksızdı. "Dinlerarası Diyalog" konusunda çekinceleri olan ve daha önceden Urfa'da yapılan Dinlerarası Diyalog Sempozyumu'na alternatif olarak yapılan bir sempozyum sonrası dönüşte Şaban Kuzgun, Kayseri yakınlarında 14.05.2000 tarihinde elli yaşındayken vefat etmiştir.
            Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından 2000 yılında basılan "Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi"nin 5. Sayısı ‘Prof. Dr. Şaban Kuzgun Armağanı’ başlığıyla hoca için basılmış; ayrıca Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından 2001 yılında basılan "Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi"nin 11. Sayısı ‘Prof. Dr. Şaban Kuzgun’un Anısına’ başlığıyla hocaya armağan edilmiştir.

            Ruhu şad, mekanı cennet olsun.

Çarşamba'yı Sel Aldı

           

             Bir Çarşambalının memleketinden ayrılıp gurbete gittiğinde, nereli olduğu sorusunun ardından vereceği "Çarşambalıyım" cevabından sonra muhatabı olduğu ilk soru "Gerçekten Çarşamba'yı sel aldı mı?" sorusu olacaktır. Tabi ki, Çarşamba'yı sel alıp almadığının merak edilmesinin sebebi "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsü. Kendisi de Çarşambalı olan rahmetli Yıldıray Çınar, anonim olan "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsünü tüm Türkiye'de meşhur etmiş ve 1970 yılında Çarşamba'da türküyle aynı adı taşıyan "Çarşamba'yı Sel Aldı" adıyla çektiği filmle de hem Çarşamba'nın hem de türkünün tüm Türkiye'de tanınırlığını kuvvetlendirmiştir. Sonraki yıllarda türküyü Adalet Büyükkaya'dan Hülya Polat'a, Orhan Hakalmaz'dan Mahsun Kırmızıgül'e, Burçin'den Yavuz Bingöl'e birçok şarkıcı seslendirdi ve türkünün nâmesi ve sözleri hem zihinlerde hem de gönüllerde yer edindi.
            Peki, gerçekten Çarşamba'yı sel aldı mı? Tabi ki, hem de sayısını bilmediğimiz kadar çok. Şu an Ayvacık ilçesi sınırları içerisinde bulunan barajlar inşa edilmeden önce sel, Çarşamba'nın bir yıl olmazsa diğer yıl mutlaka gerçekleşen neredeyse sıradanlaşmış bir gerçeğiymiş. Çarşamba'yı ilk defa ne zaman selin aldığı bilinmemekle beraber Çarşamba'nın tarihsel gelişimine biraz değinelim istiyorum.
            Çarşamba'nın şu an bildiğimiz merkezinde yerleşimlerin ne zaman başladığı ve ilçenin kimler tarafından kurulduğu net olarak bilinmemektedir. Fakat Çarşamba'da bulunan ve yapım yılları 1200'lerin başlarına kadar dayanan Göğceli ve Şeyh Habil Camileri, ilçede Müslüman nüfusun uzun zamandır var olduğunu da göstermektedir. Şu anki ilçe merkezinde kurulan ve çarşamba günleri kurulduğu için daha sonradan ilçenin adının da verilmesine sebep olan pazar dolayısıyla ilçe merkezinde yerleşimin arttığı düşünülebilir. İlçenin ovada kurulu oluşu ve iklim şartları itibarıyla bölgenin meyve ve sebze ziraatına uygun oluşu Çarşamba'da kurulan pazarın gelişimini de beraberinde getirmiştir. Ovada yetişen ürünlerin yanı sıra ilçeyi ikiye bölen Yeşilırmak üzerinde kayıklarla yapılan taşımacılık sayesinde Ayvacık ve Salıpazarı'nın yüksek kesimlerinden de çeşitli ürünlerin pazara geldiği ve çeşitlilik oluşturduğu varsayılabilir.
            Çarşamba ovasının yakın geçmişe kadar bazı bölgelerinin bataklık ve sazlık alanlar olduğu ve 1900'lü yıllarda ancak kurutulabildiği ve ıslah edildiği bilinmektedir. Hatta ilçenin doğu yakasında bulunan ırmağın eski yatağı "Körırmak" bataklık ve sazlık halindeyken yakın zamanda ıslah edilmiş ve imara açılmıştır. Özellikle ovanın doğu yakasında denize yakın köylerin büyük bölümü Cumhuriyet döneminde yerleşime açılmış ve yeni oluşan arazilere diğer köylerden ve ilçe dışından gelen göçlerle yerleşim sağlanmıştır. Islah çalışmaları öncesinde sivrisineklerden dolayı halkın çok rahatsızlığının olduğu ve hatta sivrisinekler sebebiyle ilçede yakın zamana kadar sıtma salgınlarının yaşandığı ve bu salgınlarda yüzlerce insanın öldüğü de bilinmektedir.
            Çarşambadaki bilinen sel ve su taşkını hadiselerine gelmeden önce sel ve su taşkını arasındaki farka değinelim. Sel, dağların dik yamaçlarından düşercesine inen ve bu sırada yolu üzerinde bulunan taşı, toprağı aşağı indiren ve çevresine hasar veren şiddetli akıntıya verilen isimken, su taşkını ise akarsuların çeşitli sebeplerle yatağından taşarak etrafındaki arazilere, yerleşim yerlerine veya canlılara zarar vermesi olarak tanımlanabilir. Bu manada şunu söyleyebiliriz. Çarşamba, hem seller hem de su taşkınlarına maruz kalmıştır. Samsun Meteoroloji İstasyonu verilerine göre yıllık toplam yağış miktarı (1974-2003) 670.2 mm’dir. İl sınırları içerisinde yağış miktarları batıya, doğuya ve iç kesimlere doğru gidildikçe değişmektedir. Nitekim Bafra’da yıllık yağış toplamı 754.9 mm, Havza’da 623 mm ve biraz daha yüksek olan Ladik’te 704 mm iken Çarşamba’da yıllık yağış miktarı 985.9 mm'dir. Sel oluşumunda bir gün içerisinde düşen yağış miktarı, özellikle kısa sürede çok su bırakan yağışlar daha etkili olmaktadır. Bu sel ve taşkınlar çevreye, ekili - dikili alanlara zarar vermenin yanında ölümlere de sebebiyet vermişlerdir. Mesela 28 Haziran 1967 tarihinde gerçekleşen sel felaketinde ırmak kenarında bulunan Boyacılı köyünden dokuz kişi vefat etmiş; 1 Temmuz 2006 tarihinde Çarşamba Köroğlu köyünde yaşanan felakette sel sularına kapılan bebeğini kurtarmaya çalışan cami imamı ve kundaktaki bebeği sel sularına kapılarak vefat etmiştir. Yeşilırmak'ın Çarşambayla buluştuğu dik yamaçlarda 1971 - 1981 yılları arasında  inşa edilen Hasan Uğurlu ve 1975 - 1982 yılları arasında inşa edilen Suat Uğurlu Hidro Elektrik Santralleri ile Abdal Deresi üzerine 1985 - 1988 yılları arasında sulama amaçlı olarak inşa edilen Çakmak Barajı'nın su tutmaya başlaması ve suyun kontrollü olarak salınması ile Çarşamba ovası içerisinde yakın zamanda yapımı tamamlanan sulama kanalları neticesinde Çarşamba ve çevresindeki sel ve taşkınlar tamamen son bulmasa da ciddi oranda azalmıştır. Ayrıca sel ve taşkınların yanı sıra özellikle Ayvacık ve Salıpazarı'nın Çarşamba ovasına bakan yamaçlarında ve bu ilçelerde selle beraber meydana gelen heyelanlarda da hem can kayıpları hem de maddi kayıplar yaşanmıştır.  Çarşamba ovasında sel ve taşkınlara sebebiyet veren sadece Yeşilırmak değildir. Yeşilırmak'ın yanında Abdal Deresinde meydana gelen bazı taşkınlarda maddi hasarlara sebebiyet vermiştir. Samsun ili genelinde 1960'lardan 2012'ye kadar 96 adet sel ve taşkın tespit edilmiştir. Tespit edilen sel ve taşkınların sayısal olarak ciddi oranı Çarşamba'da gerçekleşmiştir. 1960'lı yıllardan itibaren Çarşamba'da gerçekleşmiş bazı sel ve taşkınları inceleyelim.
Akarsuyun Adı
Taşkın Debi (m3 / sn)
Tarih
Yeşilırmak
920
27/04/1963
Yeşilırmak
1914
28/06/1967
Yeşilırmak
1288
14/03/1968
Yeşilırmak
921
28/04/1969
Yeşilırmak
973
14/06/1975
Yeşilırmak
979
29/04/1977
Yeşilırmak
1160
11/04/1978
Yeşilırmak
1475
15/05/1980
Yeşilırmak
902
27/05/1986
Yeşilırmak
1641
01/07/1988
Yeşilırmak
1417
13/05/1990
Yeşilırmak
1000
24/06/1992
Yeşilırmak
?
05/06/1998
Yeşilırmak
?
27/05/2000
Yeşilırmak
?
01/07/2006
Yeşilırmak
?
3-4/07/2012
Abdal Deresi
230
28/04/1974
Abdal Deresi
460
30/04/1975
Abdal Deresi
290
18/03/1977
Abdal Deresi
330
15/10/1983
Abdal Deresi
320
26/05/1986
            1960'lardan bu yana bilebildiğimiz bazı sel ve su taşkınlarının listesi böyle. Bu kadar sık sel ve taşkına maruz kalan halk da tabi ki sel ve taşkınlara karşı önlemlerini almaya çalışmıştır. Fakat çoğu zaman da suların karşısında duramamış ve hem ev hem de arazisinde hasarlar görmüştür. Sel ve taşkınların bir de kârlıları vardır tabi. Selle beraber dağlardan ırmağın getirdiği odunları toplayıp da kışlık odununu yapanlar da az değildi. Hatta ırmak içerisinde yüzen odun ve ağaç parçalarını iplerle tutmaya çalışan insanlara dahi rastlamak mümkündü. Irmak sularının çok yükseldiği dönemlerde ilçe merkezindeki betonarme köprü yapılmadan önce ilçenin iki yakasını birbirine bağlayan tahta köprünün de sellerde hasar gördüğü ve hatta bazı bölümlerinin tamamen yıkıldığı da bilinmektedir. 1931 yılında ırmak üzerine betonarme köprü yapıldıktan sonra sel sularının getirdiklerini izlemek halk arasında eğlencelere dahi konu olmuş. Irmak sularının çok yükseldiği ve neredeyse köprünün altına değdiği dönemlerde insanlar köprü üzerine çıkar ve selin getirdiği kütüklerin köprüye çarpmalarını izlerlermiş. Bu da halkımızın felaketi eğlenceye çevirme şekli...
            Gelelim şimdi de Çarşamba denince ilk akla gelen "Çarşambayı Sel Aldı" türküsünün hikâyesine... Turgut Çeviker'in hazırladığı "Çarşamba Kitabı I" adlı eserde türkünün hikâyesi şöyle anlatılmış:
            "Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu. Baharla birlikte -yıllarca süren- karasevdası karşılık bulmuş, Melek kalbini açmıştı. Kısa zamanda yüzük takıp, nişanlandılar.
            Ahmet, yapraklar sararmaya durduğunda orduya yollandı. Melek ise gözyaşlarıyla baş başa kaldı. Ağaoğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Ahmet'in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi. Melek reddetti Mehmet Ali'yi. Bunun üzerine Ağaoğlu adamlarıyla Melek'i dağa kaldırdı. Kötü haberi kuşlar uçurdu Ahmet'e... Kısa günde uçageldi aşkın delikanlısı. Kuşandı atını, silahını; arkadaşlarıyla düştü yollara. Dağ tepe demedi gece gündüz Melek'i aradı.
            ´Meleeeeek... Meleeeeek...´ diye çığıra çığıra sesi uçtu.
            Önce bir çakal yağmuru uç verdi. Sonra şimşek, şimşek içinden çıktı. Çatırdadı koca gökyüzü. Işınlar sonsuz yeşil ovayı renkten renge soktu... Ne yağmur, ne silinen izler, aşkın atlılarını durduramadı.
            Tufan ikinci kez yaşanıyordu sanki. 
            Yağmur Yeşilırmak'ı boğuverdi. O uçsuz bucaksız ova kaynayarak akan bir göle dönüştü. Caniklerden aşağılara doğru bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi sel. Evler, insanlar, bebek beşikleri, hayvanlar, öküz arabaları, ağaçlar, büyük küçük kayıklar Çaltı Burnu'na doğru sürükleniyordu.
            Sonunda duruverdi yağmur. Güneşle parladı yeşil cennet. Usul usul bir gökkuşağı belirdi... Sular günbegün çekildi... Çekildikçe hayat yeniden kurulmaya başladı. Yaralar sarılıyor, evler onarılıyordu. Abdal Deresi'nin -Yeşilırmak'a katılmak üzere- döküldüğü yamanın başında ahali toplanmaya başladı. Derenin eğimle indiği yamanın dibinde büyük bir kaya parçası vardı; onun üstünde ise iki insan. Melek ile Ahmet'ti onlar. El ele tutuşmuş sırtüstü öylece yatıyorlardı. Ahali, sel acısını unutmuş, onlara yanıyordu. Hüzün yerini gözyaşına bıraktı... Taş, yedi yerinden yarıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırmaya başladı.
            Bu hazin aşka doğa gözyaşı döküyordu.
            Ahali, şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı. Dualar içten mırıltılara. Yıllardır can alan sellerle örselenmiş insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.  
            İşte rivayet ol rivayet... Derler ve hikaye ederler ki Çarşamba'yı Sel Aldı türküsü bu acı mırıltılardan doğdu.
            Yedi yerinden su fışkıran kayanın olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu. Ve o yöre o gün bu gündür Değirmenbaşı olarak anıldı. Çınar ağaçlarının gölgelediği ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de bu yaşandı..1970'lerde değirmenin yıkımına değin bu gelenek sürdü."
            "Çarşamba'yı Sel Aldı türküsünün değişik söylenişleri bulunmakla beraber "Nejat Buhara tarafından derlenip 1979 yılında TRT repertuarına giren şekliyle türkünün sözleri şöyle:
Çarşamba’yı sel aldı
Bir yâr sevdim el aldı (Aman Aman)
Keşke sevmez olaydım
Elim koynumda kaldı (Aman Aman)

Oy ne imiş ne imiş (Aman Aman)
Kaderim böyle imiş
Gizli sevda çekmesi (Aman Aman)
Ateşten gömlek imiş

Çarşamba yazıları
Körpedir kuzuları (Aman Aman)
Allah alnıma yazmış
Bu kara yazıları (Aman Aman)

A dağlar ulu dağlar (Aman Aman)
Yârim gurbette ağlar
Yâri güzel olanlar (Aman Aman)
Hem ah çeker hem ağlar

Yararlanılan Kaynaklar
- Kemalettin Şahin - "Çarşamba Ovası ve Yakın Çevresinde Sel Afeti (27 Mayıs 2000)", Türk Coğrafyası Dergisi, Sayı:39, İstanbul, 2002, s.79-95.
- Muhammet Bahadır - "Samsun'da Meydana Gelen 4 Temmuz ve 6 Ağustos 2012 Taşkınlarının Klimatik Analizi", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Coğrafya Dergisi, Sayı:29, İstanbul, 2014, s.28-50.
- Halil İbrahim Zeybek - "Samsun İlinde Etkili Olan Başlıca Doğal Afetler", Samsun Araştırmaları (Editör: Cevdet Yılmaz) Samsun Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı, Samsun, 2013, s.417-428.
- Muzaffer Başkaya - "Cumhuriyetin İlk Yıllarında Çarşamba'da Sıtma Mücadelesi", Çarşamba Araştırmaları (Editör: Cevdet Yılmaz) Çarşamba Belediyesi Kültür Yayınları, Samsun, 2014, s.85-101.
- Turgut Çeviker - Çarşamba Kitabı I - 1992, İris Yayınları, İstanbul, 1992.

- Nejat Buhara (Türküyü Derleyen) - TRT Müzik Dairesi Yayınları, THM Repertuar Sıra No: 204D (Çarşamba'yı Sel Aldı)

8 Nisan 2017 Cumartesi

Dil, Değişim ve Yabancılaşma

             Dil insanların iletişim kurmalarını, birbirleriyle anlaşmalarını sağlayan bir araç. Kur'an-ı Kerim'de Allah, Hz. Adem'e isimleri öğrettiğini beyan ederken (Bakara Suresi, 31) belki de konuşma ve dil geliştirme potansiyelini insanoğluna verdiğini beyan etmekte. Hz. Adem'den bu yana birçok dil türetildi. Dünyada şu an binlerce dil konuşuluyor.
            Bütün insanlar gibi ecdadımızın da konuştuğu diller oldu. Bu dillere genel olarak Türkçe denilmekte. İnsanlar birbirlerinden nasıl etkileniyorsa, yıllar içerisinde kültürler de diller de birbirlerinden etkilenmektedirler. Türkçe de, Türklerin yaşadığı coğrafyaların ve inanç değerlerinin değişimi gibi sebeplerle değişik dillerle etkilenimde bulunmuştur. Diller arası bu etkilenimler de hep doğal yollardan olmuştur. Türklerin tamamına yakını Orta Asya coğrafyasında iken Türkçe Çin ve Moğol dillerinden etkilenirken Anadolu, Kafkas, Arap dünyasına göç eden Türklerin dilleri ise bu coğrafyalarda konuşulan dillerden etkilenmişlerdir. Diller arasındaki etkilenimin bir diğer sebebi de inanç değişimleridir. Türklerin Müslüman olmasıyla beraber din dili olan Arapça'dan ve özellikle Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan Türklerin büyük çoğunluğunun İslam'ı kendilerinden öğrendikleri İranlıların dili olan Farsça'dan etkilenmemesi mümkün değildir ki, namaz, oruç gibi bazı temel ibadet isimleri dahi dilimize Farsça'dan gelmiştir.
            Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da konuşulan Türkçe, yoğun şekilde Arapça ve Farsça kelimelerin etkisi altındadır. Bunda dinin etkisinin yanı sıra Türkçe'nin bilim dili olamayacağı, edebiyatta özellikle de şiirde Farsça ve Arapça bazı terkip ve ifadelerin daha hoş bir tınısının olduğu düşüncesi gibi sebepler de etkili olmuştur. Her ne kadar sokaktaki insan, kitaplarda yazılı olan veya devletin resmi yazı ve belgelerinde bulunan Arapça ve Farsça terkipleri fazlaca kullanmıyorsa da özellikle din dili olması sebebiyle Arapça birçok kelime ve terkibe de aşinaydı. Özellikle Osmanlı'nın son döneminde Avrupa özentisiyle yetişen veya Avrupa'da eğitim gören gençlerin dil ve edebiyatla ilgili eserler vermesi ve bu eserlerinde Avrupa dillerinden kelimeleri de kullanmayı maharet zannetmesi, Anadolu ve Osmanlı'nın değişik bölgelerinde açılan İngiliz, Amerikan, Fransız veya Alman ekolüne sahip okullarda yetiştirilen öğrencilerin bu dillerden etkilenimleri ve teknolojik gelişmelerle dile daha önceden girmiş Arapça ve Farsça dillerinin yanı sıra, Avrupa dillerinden birçok kelime Türkçe'ye sokuşturulmuştur.
            Osmanlı devleti yıkılıp Türkiye devleti kurulunca da, imparatorluk bakiyesi değişik din, dil ve kültürden birçok insanın Anadolu'dan gönüllü veya devlet eliyle (mübadele) göç etmesiyle dildeki kelimeler de göç ettirilmek istenircesine harf değişiminin yanı sıra o milletlere ait kelimeler de göç ettirilmek istenmiş gibidir. Arap harflerinin kargacık burgacık olması!, bu harflerle okuyup yazmanın zor olduğu!, Avrupa'ya ayak uydurma! gibi gerekçelerle Arap harflerinden Latin harflerine geçilmiş ve bütün alim ve bilginler bir gecede Genç Türkiye'de cahil hale getirilmişlerdir. İleriki yıllarda Genç Türkiye'de  Kur'an-ı Kerim de dahil Arap Harfleriyle yazılan tüm kitapların basımı yasaklanacak ve Arap harfleriyle yazmak, okumak yasaklanacak, Arap harflerini öğretenler cezalandırılacaklar ve hatta bazı yerlerde Arap Harfleriyle yazılı oldukları için mezar taşları dahi tahrip edilecek, parçalanacak, bazı yerlerden kitabeler dahi sökülecektir. Avrupa'dan geri kalmanın ve çağa ayak uyduramamanın bir gerekçesi olarak gösterilip geçilen Latin harfi kullanımıyla da ülkemizin yıllardır dünya sosyal, kültürel ve ekonomik hayatında edindiği yer de ortadadır. Çin, Japonya, Rusya, Hindistan gibi Latin alfabesi kullanmayan birçok ülke ekonomik ve sosyal açıdan bizden daha iyi konumda gözükmektedirler.
            Harf değişiminin yanında dile vurulan diğer bir darbe de Arapça ve Farsça kelimelerin kullanımının yasaklanması ve bunların karşısına uydurukça denilebilecek türetilerek insanların bu kelimeleri kullanmaya zorlanmalarıdır. Doğal etkilenimlerle zaman içerisinde kendi seyrinde olması gereken dildeki kelime değişim ve aktarımlarının devlet eliyle yapılmaya çalışılması dünyada eşine az rastlanılacak bir hadisedir. Maalesef bu yaklaşım tarzı insanımızı köklerine yabancılaştırmış ve geçmişine kör hale getirmiştir. Bundan yüz yıl önce Kur'an-ı Kerim'i okuyan sıradan bir vatandaş dahi Kur'an-ı Kerim'de yer alan birçok kelimeyi, günlük hayatında kullandığından veya kelimelere aşina olduğundan, okuduğunun ciddi bir kısmını anlayabilecek durumdayken günümüz Türkiyesinde yaşayan bir Müslüman, Kur'an-ı Kerim okuduğunda neredeyse hiçbir şey anlayamamakta... Harf değişiminin ardından gelen Öztürkçe'ye dönüş fikri dili fakirleştirmiş, yüzyıllardır Türkçe içerisinde kullanılan, okuyan ve dinleyen herkesin kolaylıkla anlayabildiği ve artık Türkçeleşmiş birçok Arapça ve Farsça kelimenin dilimizden kovulmasına, yerlerine de toplumca anlaşılmayan ve kullanım noktasında da rağbet görmeyen bazı kelimelerin gelmesine neden olmuştur. Günümüzde bir İngiliz veya Japon yüzyıllar evvel kendi dillerinde yazılmış bir metni kolaylıkla anlayabilir iken malesef bizler günümüzden yüz yıl önce yazılmış olan bir metni ne okuyabiliyor ne de anlayabiliyoruz. Öyle bir garabet ki bu, dedelerimizin yazdığı şeyi okuyamıyor, onların söylediğini anlayamıyoruz.
            Bu konuda çok çarpıcı bir örnek var, muhtemelen insanımızın büyük bir çoğunluğunun yaşadığı... Ülkemizde her sınıfta asılı bulunan İstiklal Marşı ve Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni neredeyse hiçbir öğrenci tam olarak anlayıp, algılayamıyor. Öğrencilerimize zaman zaman ezberlettirdiğimiz bu metinlerin birinci sınıftan itibaren yıllarca karşımızda durması, kelimelerinin zar zor telaffuz edilebilmesi fakat anlaşılamaması çok büyük bir problem değil midir? Yıllarca sınıflarda karşımızda duran bu metinlerden İstiklal Marşı 1921 yılında, Atatürk'ün Genliğe Hitabesi ise 1927 yılında kaleme alınmış. Günümüzden 90-95 yıl önce kaleme alınmış bir şiir ve metnin dahi tılsımlı bir yazı gibi yıllarca sınıflarımızın duvarlarında asılı durması ve günümüzde tam olarak anlaşılamaması durumun vehametini ortaya koymak için yeterli zannediyorum. Herhalde Atatürk'ün hayal ettiği gençlik, kendi söylediği sözlerin dahi ne anlama geldiğini bilmeyen bir gençlik değildi.

Çarşamba'yı Sel Aldı Türküsünün Hikayesi

             Bir Çarşambalının memleketinden ayrılıp gurbete gittiğinde, nereli olduğu sorusunun ardından vereceği "Çarşambalıyım" cevabından sonra muhatabı olduğu ilk soru "Gerçekten Çarşamba'yı sel aldı mı?" sorusu olacaktır. Tabi ki, Çarşamba'yı sel alıp almadığının merak edilmesinin sebebi "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsü. Kendisi de Çarşambalı olan rahmetli Yıldıray Çınar, anonim olan "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsünü tüm Türkiye'de meşhur etmiş ve 1970 yılında Çarşamba'da türküyle aynı adı taşıyan "Çarşamba'yı Sel Aldı" adıyla çektiği filmle de hem Çarşamba'nın hem de türkünün tüm Türkiye'de tanınırlığını kuvvetlendirmiştir. Sonraki yıllarda türküyü Adalet Büyükkaya'dan Hülya Polat'a, Orhan Hakalmaz'dan Mahsun Kırmızıgül'e, Burçin'den Yavuz Bingöl'e birçok şarkıcı seslendirdi ve türkünün namesi ve sözleri hem zihinlerde hem de gönüllerde yer edindi.
            Gelelim şimdi de Çarşamba denince ilk akla gelen "Çarşambayı Sel Aldı" türküsünün hikayesine... Turgut Çeviker'in hazırladığı "Çarşamba Kitabı I" adlı eserde türkünün hikayesi şöyle anlatılmış:
            "Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu. Baharla birlikte -yıllarca süren- karasevdası karşılık bulmuş, Melek kalbini açmıştı. Kısa zamanda yüzük takıp, nişanlandılar.
            Ahmet, yapraklar sararmaya durduğunda orduya yollandı. Melek ise gözyaşlarıyla baş başa kaldı. Ağaoğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Ahmet'in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi. Melek reddetti Mehmet Ali'yi. Bunun üzerine Ağaoğlu adamlarıyla Melek'i dağa kaldırdı. Kötü haberi kuşlar uçurdu Ahmet'e... Kısa günde uçageldi aşkın delikanlısı. Kuşandı atını, silahını; arkadaşlarıyla düştü yollara. Dağ tepe demedi gece gündüz Melek'i aradı.
            ´Meleeeeek... Meleeeeek...´ diye çığıra çığıra sesi uçtu.
            Önce bir çakal yağmuru uç verdi. Sonra şimşek, şimşek içinden çıktı. Çatırdadı koca gökyüzü. Işınlar sonsuz yeşil ovayı renkten renge soktu... Ne yağmur, ne silinen izler, aşkın atlılarını durduramadı.
            Tufan ikinci kez yaşanıyordu sanki. 
            Yağmur Yeşilırmak'ı boğuverdi. O uçsuz bucaksız ova kaynayarak akan bir göle dönüştü. Caniklerden aşağılara doğru bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi sel. Evler, insanlar, bebek beşikleri, hayvanlar, öküz arabaları, ağaçlar, büyük küçük kayıklar Çaltı Burnu'na doğru sürükleniyordu.
            Sonunda duruverdi yağmur. Güneşle parladı yeşil cennet. Usul usul bir gökkuşağı belirdi... Sular günbegün çekildi... Çekildikçe hayat yeniden kurulmaya başladı. Yaralar sarılıyor, evler onarılıyordu. Abdal Deresi'nin -Yeşilırmak'a katılmak üzere- döküldüğü yamanın başında ahali toplanmaya başladı. Derenin eğimle indiği yamanın dibinde büyük bir kaya parçası vardı; onun üstünde ise iki insan. Melek ile Ahmet'ti onlar. El ele tutuşmuş sırtüstü öylece yatıyorlardı. Ahali, sel acısını unutmuş, onlara yanıyordu. Hüzün yerini gözyaşına bıraktı... Taş, yedi yerinden yarıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırmaya başladı.
            Bu hazin aşka doğa gözyaşı döküyordu.
            Ahali, şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı. Dualar içten mırıltılara. Yıllardır can alan sellerle örselenmiş insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.  
            İşte rivayet ol rivayet... Derler ve hikaye ederler ki Çarşamba'yı Sel Aldı türküsü bu acı mırıltılardan doğdu.

            Yedi yerinden su fışkıran kayanın olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu. Ve o yöre o gün bu gündür Değirmenbaşı olarak anıldı. Çınar ağaçlarının gölgelediği ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de bu yaşandı..1970'lerde değirmenin yıkımına değin bu gelenek sürdü."

3 Şubat 2017 Cuma

Evlendir/me/me Programları veya Algı Yönetimi

Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ülkemizin tüm camilerinden okutturduğu Cuma Namazı hutbesi dolayısıyla tebrik ederek yazıma başlamak istiyorum. 3 Şubat Cuma günü ülkenin her yerindeki camilerin minberlerinden insanlara, evliliğin öneminden bahsedildi. Genelde çokta suya sabuna dokunmadan genel ifadelerle geçiştirilen hutbeler gibi değildi bu seferki hutbe. Hedefi tam gören ve konumu tam belirleyen bir hutbeydi.
Hutbede evlilik kurumunun ne denli önemli bir kurum olduğundan bahsedildikten sonra televizyonlarda yayınlanan televizyon programı, dizi veya filmlerde insanlara evlilik dışı ilişkilerin özendirildiğinden ve hatta evlendirme programı adı altında yapılan programların evlilik müessesesini istismar ettiği ve itibarsızlaştırdığından bahsedildi. Ayrıca bazı televizyon dizileri ve filmlerindeki evlilik dışı ilişkiler, ihanet, nikahsız birlikteliğin özendirilmesi gibi meselelere hutbede değinilmesi takdire şayandı. Ayrıca hutbede verilen 2015 yılına ait evlenme, boşanma ve boşanmalar dolayısıyla anne sevgisinden veya baba şefkatinden mahrum kalan çocukların da sayılarının istatistiksel olarak verilmesinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Toplumun güncelinde olan veya toplumu olumsuz olarak yönlendirmesi kati olan bu tür programlara hutbede yer verilmesinin bazı kesimler tarafından eleştirilebileceğini de biliyorum. Ama unutmamak gerekir ki, hutbenin ruhuna uygun olanı toplumun güncelinin hutbelere taşınabilmesidir. O nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nü bu hutbe dolayısıyla tekraren tebrik ediyor ve toplumun günceline hitap eden hutbelerin sayılarının artarak devamını diliyorum.    
Tabi ki, toplumu ifsat eden veya kötüye yönlendiren programlar hutbede belirtilenlerle sınırlı değil. Birçok film veya programda subliminal mesajların verildiği veya insanların bilinçaltına atıflar yapan 25. Kare meselesini artık bilmeyen de kalmadı zannediyorum. Bu şekilde insanların algıları yönlendirilebiliyor veya insanlar herhangi bir ürün veya markaya yönlendirilebiliyorlar. Ayrıca insanların bilinçaltlarına şiddet eğilimlerinden, pornografiye kadar birçok gizli mesajın bu yöntemlerle gönderilebildiğini biliyoruz. Çocuklarımızın dikkatle izlediği çizgi filmlerden tutun da reklamlara, televizyon dizilerine veya çeşitli görsellere varana kadar bilinçaltımıza gönderilen bu gizli mesajların ne olduğunu dahi maalesef fark edemiyoruz.
Peki, vatandaş olarak bize düşen nedir? Öncelikli olarak televizyon yoluyla evimize giren bilginin denetiminin biz de olması şarttır. Peki, bu nasıl olacak? Seçici davranmakla olacak tabi ki. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de Hucurat Suresi'nin 6. Ayetinde "Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın." buyurmaktadır. O nedenle öncelikle fasık olan yollardan gelen bilgilere çok dikkat etmek gerekmekte. Her kanalı veya her programı, diziyi, filmi sorgulamaksızın izlemek veya takip etmek yerine seçici olmak gerekmekte. Ayrıca hoşumuza gitmeyen veya toplumu ifsat ettiğini, insanları olumsuz etkilediğini düşündüğümüz film, program veya dizileri muhakkak RTÜK şikayet hattına şikayet etmeliyiz. 444 1 178 nolu telefon arandığında karşınıza daha önceden teyp kaydı çıkmakta iken şu an ise çağrı merkezi operatörleri çıkmakta ve operatörler tarafından şikayetleriniz kayda alınmakta ve telefonunuza hemen "şu kayıt numarası ile şikayetiniz alınmıştır" şeklinde bir mesaj gelmektedir. Peygamber efendimiz bir kötülük gördüğümüzde izleyeceğimiz yolu bizlere şu şekilde göstermiştir. "Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin (kalben karşı koysun). Bu da imanın en zayıf derecesidir. (Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 248.)" O nedenle elimizden gelen, bu hattı arayarak şikayette bulunmaksa en azından bunu yapmalıyız. "Ya, sadece benim şikayetimden ne olur?" diye de düşünülmemeli. Unutulmamalıdır ki, bütün çoklar birlerden oluşur. O birleri de meydana getirecek olanlar bizleriz. O nedenle herkes üzerine düşeni yapmalı, sonra konuşmalı. 

27 Ocak 2017 Cuma

Helal Sertifikası Alma Üzerine

Dinimiz bazı yiyeceklerin veya içeceklerin tüketilmesini bazı ürünlerin kullanılmasını serbest bırakmışken bazılarının tüketimini ise yasaklamıştır. Yiyecek ve içeceklerin asılları temiz ve mubah olmakla beraber esasında tüketilmemesi gerekenler Kur'an-ı Kerim'de sıralanmış diğerleri ise tüketilebilir görülüştür. Yani dinimiz bazı yiyecek ve içecekleri helal bazı yiyecek ve içecekleri de haram kılmıştır. Sadece dinimizde değil diğer din ve geleneklerde de biz bazı yiyecek ve içeceklerden kaçınılması gerekliliğini görürüz. Çünkü insanın fıtratında pis olandan uzak durma vardır. O nedenle haram kılınan bazı katı veya sıvıların tüketimi neredeyse her din veya kültürde pis kabul edilmiş ve müntesiplerin onlardan uzak durması salık verilmiştir.
 Modernite hayatın her anına etki ettiği gibi kaçınılmaz olarak yiyecek ve içeceklere de etki etmiştir. Marketlerde veya pazarlarda satılan birçok yiyecek veya içecek artık ambalajlar içinde sunuluyor ve raf ömürlerinin uzun tutulabilmesi için de içlerine çeşitli katkı maddeleri katılmaktadır. Şeker, çiklet veya çikolata tarzı olup daha çok çocuklar tarafından tüketilen ürünlerde veya diğer birçok üründe bulunan katkı maddeleri ise neredeyse okunmayacak kadar küçük harflerle ambalajların üzerine yazılmakta ve maalesef tüketicilerin büyük bir bölümü tarafından da okunmamaktadır. Peki inançlı bir birey tüketeceği yiyecek veya içeceğin içinde bulunan o onlarca kimyasalın, katkı maddesinin hangisinin dinine uygun, hangisinin aykırı unsurlar taşıdığını kendisi nasıl bilebilir? Tabi ki, bir kişinin o ambalajların üzerinde yazılı onlarca katkı maddesini tanıyabilmesi ve onlar hakkında bilgi sahibi olabilmesi oldukça zor. Veya satılmakta olan beyaz veya kırmızı etin nasıl kesildiğini ve satışa sunulduğunu tüketici nasıl bilebilir?
 Dinimize göre daha katı yeme içme usulleri olan Yahudiler bu problemi çözmüş gibi görünmektedirler. Din adamlarından ve gıda mühendisiyle diğer elemanlardan oluşan uluslararası faaliyet gösteren sertifika kuruluşları, kendilerine ürettikleri ürünlerini göndererek başvuruda bulunan şirketlerin mamullerini incelemekte ve eğer ürettikleri ürünler Yahudi yeme içme usullerine (Koşer veya Kaşer) uygunsa o şirketlere ürettikleri ürünlerin ambalajlarının üzerine "Koşer Sertifikası" aldıklarına dair semboller basmalarına izin vermekteler. Böylelikle bir Yahudi markete gittiği zaman satın alacağı yiyecek ve içeceklerin ambalajları üzerinde "Koşer Sertifikası" sembollerini aramaktadırlar. Yahudi pazarına ürün satmak isteyen şirketler de para vererek başvuru yapıp bu sertifika kuruluşlarından sertifika almaktadırlar.
 Yahudiler tarafından on yılardır yapılan bu uygulamaya benzer bir uygulama son yıllarda ülkemizde ve İslam dünyasında da ortaya çıkmaya başladı. "Helal Sertifikası" adı altında verilen ve üretilen ürünlerin üzerine Arapça, Türkçe veya farklı dillerde "Helal" yazmaya müsaade eden bu uygulama geç kalmış ve yerinde bir uygulamadır. Günümüzde TSE (Türk Standartları Enstitüsü) tarafından isteğe bağlı olarak başvuran şirketlere eğer uygunsa verilen "Helal Sertifikası"nın piyasada tüketilen birçok ürünün üzerinde hala olmaması çok üzücü. Neredeyse tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde tüketicilerin bu konuda neden bu kadar ilgisiz oldukları da düşündürücü esasında. Pazar payı çok geniş olan ve neredeyse en ücra köye kadar araçlarıyla satış yapan ve neredeyse her gün televizyon kanallarında onlarca reklamı dönen büyük firmaların bu konuya duyarsız kalmaları da düşündürücü. Belki de arz talep veya etki tepki meselesi bu. Eğer bu konuda halkımızda bilinç oluşur ve satın almak istedikleri üründe "Helal" amblemini görmeyince ürünü almaktan vazgeçseler veya üretici firmalara bu konuda mesaj ve mailler atılsa durumlar değişebilir mi acaba? Tüketiciler olarak bu konuda sesimizi yükseltmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yoksa firma ürünü nasılsa satıyor, neden sertifika almak için para verip enstitüye başvursun ve ürününü üstüne üstlük bir de caiziyet noktasında riske atsın. Nasılsa millet düşünmeden kuzu kuzu alıyor? Neden kurulu düzene çomak soksun ki, değil mi?

15 Aralık 2016 Perşembe

Şubat Ayı Şehadet Ayı

Şubat ayında birçok Müslüman düşünür, mütefekkir veya kitlelere yön veren aksiyon adamı vefat etmiş. İskilipli Atıf Hoca, Metin Yüksel, Hasan el-Benna, Muhammed Esad Efendi, Abdulkadir Udeh, Malcolm X, bu isimlerden bazıları. Allah hepsine rahmetiyle muamele eylesin.
Bu isimlerden bazıları hakkında kısa bilgiler vermek istiyorum.
İskilipli Atıf Hoca;
Yazmış olduğu ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı eseri sebebiyle İstiklâl Mahkemelerinde yargılandı ve 4 Şubat 1926’da idam edildi. Suçu şapka kanununa muhalefetti. Zamanının önemli şahsiyetlerinden olan İskilipli Atıf Hoca, Fatih Medreselerinde hocalık yapmış; İzmir’in işgaline karşı ilk beyannameyi hazırlayan ve dağıtan Teal-i İslam Cemiyeti’nin kurucularındandır. Birçok eser de vermiş olan İskilipli Atıf Hoca, aynı zamanda devrinin değişik gazete ve mecmualarında makale ve fıkralar yazan önemli bir mütefekkir ve münevverdir. 1993 yılında Mesut Uçakan’ın yönettiği ‘Kelebekler Sonsuza Uçar’ filmiyle hayatı beyaz perdeye de aktarıldı.
Hasan el-Benna
Mısır’da kurulan ‘İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’ hareketinin en önemli isimlerinden ve kurucularından olan Hasan el-Benna, 12 Şubat 1949’da sokak ortasında bir suikast sonucu öldürüldü. Öldüğünde sadece 42 yaşında olan Hasan el-Benna, arkasında çok sayda kitap ve eser bıraktı. Belki de onun en önemli eseri, ideologu ve aksiyoneri olduğu ve aynı zamanda kuruculuğunu da üstlendiği ‘İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’ teşkilatı oldu. Mısır’ın dışında da yayılım imkânı bulan bu hareket, bilindiği gibi Mısır’da yakın zamanda bir darbeyle alaşağı edilen Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin de mensubu olduğu hareketti.
Metin Yüksel
23 Şubat 1979’da İstanbul Fatih Camii’nin avlusunda, Cuma namazı çıkışı kurşunların hedefi oldu. Sadrettin Yüksel’in oğlu, Edip Yüksel ve Müfit Yüksel’in de kardeşi Metin Yüksel. 80 öncesi Türkiye’nin kamplara ayrıldığı gerilimli dönemlerde, ‘Akıcılar’ adlı genelde mütedeyyin ve ümmetçi gençlerden oluşan bir gençlik hareketinin de lideriydi Metin Yüksel. Kurşunları kimin sıktığı hala meçhul. Olayın aydınlatılması Mahkeme-i Kübra’da artık. Metin Yüksel’in biyografisini Mehmet Ali Tekin ‘Şehit Metin Yüksel’ adıyla yayınladı.
Malcolm X

Malcol X, nam-ı diğer el-Hajj Malik Shabazz yani Hacı Malik Şahbaz, 21 Şubat 1965’de Amerika’da bir suikast sonucu hayata gözlerini yumdu. Henüz 39 yaşındaydı vefat ettiğinde. Ama o geç yaşına rağmen vefat ettiğinde tüm dünyada adı bilinen biriydi. Amerika’daki siyahî Müslümanların da önderlerinden olan Malcolm X’in hayatı aslında inişli çıkışlı bir hayat. Gerçek adı Malcolm Little. İslam’la hapishanede tanışmış Malcolm X. X soyadını kendine Müslüman olduktan sonra kendisi vermiş. X matematikte bilinmeyeni sembolize eder. Amerika’daki siyahîlerin köle olarak Afrika’dan Amerika’ya getirilmeleri ve soylarının nereden geldiğini bilmemeleri sebebiyle kendine X soyadını vermiş Malcolm X.  Elijah Muhammed adında dinî lideri olan ve bazı yanlış inanç ve itikatları da olan bir gruba mensup olan Malcolm X, hayatının sonlarına doğru gruptaki o yanlışları fark etmiş ve o nedenle de gruptan dışlanmıştır. Hac yolculuğu sonrası tüm fikirleri değişen ve Amerika’da biraz da siyahîlerin ırkçı din anlayışlarına da karşı çıkan Malcolm X, büyük bir salonda konferans vereceği esnada insanların gözü önünde kurşunlanmış ve oracıkta hayata veda etmiştir. 1992 yılında Spike Lee imzayla ‘Malcolm X’ adlı filmle hayatı beyaz perdeye aktarılan Malcolm X’in hayatını, Alex Haley ‘Malcolm X’ adıyla kitaplaştırdı. Yaşar Kaplan tarafından Türkçeye de tercüme edilen kitap İnsan Yayınlarından çıktı.

Bir Temcit Pilavı Hikayesi: Hukuk Fakültesi'nin Samsun'a Taşınması

Bundan beş yıl önce Ondokuzmayıs Üniversitesi Ali Fuat Başgil Hukuk Fakültesi Çarşamba'da eğitim öğretim faaliyetlerine başladı. Çarşamba'da çok büyük bir heyecana sebep olan Hukuk Fakültesi'nin ilçeye gelmesinde özellikle Hayırsever Diş Doktoru (Merhum) Mustafa Kemal Güneşdoğdu ve kendisi de hukukçu olan Çarşamba Belediye Başkanı Av. Hüseyin Dündar'ın katkıları büyük. Hayırsever Diş Doktoru (Merhum) Mustafa Kemal Güneşdoğdu'nun bütün birikimini Çarşamba'da bir üniversitenin kurulabilmesi için kampüs yapımı için harcadığı herkesin malumu.
Ondokuzmayıs Üniversitesi bünyesindeki Kurupelit Kampüsü'nde bulunan İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi'nin binasına ilk öğrencilerini kabul eden ve sonrasında Çarşamba'ya taşınarak ülkemizin yetiştirdiği en büyük hukukçulardan, kendisi de Çarşambalı olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in adını alan Hukuk Fakültesi, ilçede yer alan ve aynı zamanda bir önadı olan ilk ve tek Hukuk Fakültesi. Çarşamba'ya geldiği günden beri sürekli olarak Samsun'a taşınması gündeme getirilen fakültenin Samsun'a geri dönmesi için davalar dahi açıldı. İlk başlarda Çarşamba'da öğrencilerin barınması için imkanlar sınırlı olsa da günümüzde bu sorun tamamen çözülmüş durumda.
Çeşitli zamanlarda öğrencilerden veya fakültenin akademik kadrosundan gelen Samsun'a taşınmaya ilişkin istekler hem aynı sebeplere dayandırılıyor. Öğrencilerin Çarşamba'da konaklamalarının zorluğu, Samsun'a uzaklık, sosyal ortamın zayıflığı vb. Öğrenci veya akademik personelin karşılaştığı zorluklar muhakkak değerlendirilmeli fakat öne sürülen bu isteklerin birçoğunun esasında sağlam dayanaklarının olmadığı da malum. Günümüzde Çarşamba'da Kredi Yurtlar Kurumu'na ait veya özel teşebbüs ve vakıflarca yönetilen yurtlar mevcut. Barınma ile alakalı hiçbir problemin yaşanmayacağı Çarşamba'da çok sayıda kaloriferli kiralık daire de mevcut. Ayrıca Çarşamba'da kalmak istemeyip Samsun'a gidiş geliş yapmak isteyenler için de sabah erken saatlerden gece yarısına kadar sürekli olarak dolmuş otobüsler mevcut. Ayrıca Tekkeköy'e kadar faal olan ve yakın zamanda havaalanına kadar da faaliyette olacak olan tramvay da yeni bir alternatif. Ayrıca havaalanın da bulunduğu Çarşamba, Karadeniz Sahil Yolu üzerinde bulunması hasebiyle kesinlikle ulaşım problemi yaşanmayacak bir ilçe. Ayrıca Canik veya İlkadım'da ikamet eden birinin otobüsle Kurupelit Kampüsüne sabah saatlerinde yoğun olan trafikte ne kadar sürede gidebileceği de düşünülmeli ve sonrasında Çarşamba'ya yapılacak yolculuk tekrar değerlendirilmeli. Sosyal ortamın zayıflığı meselesine gelince de artık iki tane dört yıllık fakültenin (Hukuk Fakültesi ve İletişim Fakültesi, Sosyal ve Beşerî İlimler Fakültesi adıyla üçüncü fakültede yakın zamanda açılacak) ve iki tane de meslek yüksekokulunun (Çarşamba Ticaret Borsası MYO ve Mehmet Tülazoğlu MYO) bulunduğu bir ilçede öğrencilere hitap eden sosyal ortamların gelişmekte olduğu da muhakkak. Ayrıca Çarşamba'nın kentleşme ve şehir merkezindeki sosyal donatı ve alanlarının ne kadar büyük bir gelişim gösterdiği de herkesin malumu ve takdirleri de kazanmış durumda.
Çeşitli zamanlarda gündeme getirilen Hukuk Fakültesi'nin Samsun'a taşınması meselesi sanki rektör değişimiyle ilintili fikrini de akıllara getirmiyor değil. Bu dönemde aynı mevzunun yeniden gündeme getirilmesi yeni rektörle yeni bir şans daha denendi izlenimini de vermekte. Fakat gerek Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz gerekse Vali İbrahim Şahin tarafından kesin ifadelerle fakültenin taşınmanın gündemde olmadığı beyanlarıyla gündemden çıkmış gibi görünen Hukuk Fakültesi'nin Samsun'a taşınması meselesi esasında Çarşamba için hayırlı bir işe de vesile oldu. Bir süredir Samsun'a yapılacak ikinci devlet üniversitesinin Çarşamba'da olması isteği Çarşamba'da bulunan sivil toplum kuruluşları tarafından daha gür sesle dile getirilmeye başlandı. Çarşamba merkezli olarak kurulacak olan "Çarşamba Yeşilırmak Üniversitesi" temcit pilavı gibi sürekli öne sürülen Hukuk Fakültesinin Samsun'a taşınması meselesine de bir son verecek ve bu yollu hayalleri olanların da heveslerini kursaklarında bırakacak gibi görünüyor.

Ego, Sekülerizm, Çıkmaz ve Mutluluk

Modern hayatta belki de en çok karşılaştığımız şeylerden biri bencillik sorunu yani egoizm. İnsanlar, sanki dünyada sadece kendileri varmış, sadece kendi istek ve arzuları varmış gibi yaşamaya başladılar. Bu anlayış insanları hem yalnızlaştırıyor hem de sanki daha fazla mutsuzlaştırıyor. İnsanlarımız başkalarının mutluluklarından, başkalarının da rahat yaşam sürmesinden mutlu olmuyor gibiler. Dünyada sadece kendini önceleyen ve önce ben diyen insanlar, maalesef diğerkamlıktan uzak sadece kendileri için yaşıyor gibiler... Oysa dinimiz her daim diğerini de önemsemeyi salık vermekte. Hem dinimizde hem de kültürümüzde önemli bir yer tutan komşuluk hakkı, sıla-i rahim (akraba ziyareti) ve büyüklere saygı  gibi birçok hasleti sanki yitiriyoruz. İnsanların birçoğu seküler yaşamın kendine emrettiği gibi yaşamakta. Seküler yaşamın organizatör ve pohpohçuları algılarımızı yönetmekte ve insanlara her zaman sadece kendilerinin mutluluğu hak ettiklerini, sadece bu dünyanın nimetlerinin öncelenmesi gerektiği ve ölüm sonrasının değil sadece bu dünyanın dikkate değer olduğunu algılatmaya çalışıyorlar.Toplumun en önemli dinamiği olan dinin bizlere emrettiği veya men ettiği şeyleri önceleyen bir hayat şekli değil miydi yaşamamız gereken? Tüm insanlık yakın zaman kadar, hangi dinden olursa olsun, kendi inancını önceler ve tüm bireylerinin de inancını öncelemesini ve hayatını da ona göre tanzim etmesini beklerdi. Son iki yüzyıldır tüm dünyayı etkileyen aydınlanmacılık ve pozitivizm akımlarıyla beraber aklı ilahlaştıranlar dini, inancı ve kültürleri dibinden dinamitlemiş ve insanları özgürleştirme adı altında, insanları nefsinin ve şeytanın kölesi haline getirmişlerdir. İnsanın yaratılışına yani fıtratına aykırı olan bu anlayış şekli gitgide insanları bencilleştirmiş, mutsuzlaştırmış ve hatta daha fazla kazanma hırsı insanları vahşileştirmiştir. Sadece maddî zevkleri, bedenin isteklerinin önceleyen ve putlaştıran birey mutsuzluğa mahkum olacaktır. İnsanlığı içinde bulunduğu bu bataklıktan kurtaracak en önemli reçete maneviyattır. Nasıl ki bir kuş iki kanadı olmadan uçamazsa, insanın da sadece bir yönünü önceleyerek mutlu olması imkansızdır. İnsan hem maddî hem de manevî yönü olan bir varlık olduğu için mutlu olabilmek için iki kanadını da güçlendirmelidir. Madde ve mana dengesini sağlayabilen bireylerin hem dünya hem de ahiret saadetine ulaşabilecekleri muhakkaktır. O nedenle seküler sürecin toplumlara pompaladığı egosantrik anlayışlardan insanların bir an evvel sıyrılması ve fıtratlarına uygun davranmaya başlamaları gerekmektedir. İnsanları en iyi tanıyan varlık olan var edicinin, insana doğuştan verdiği temiz fıtrata, yaratılışa uygun hareket eden birey ne dünyadan ne de ahiretten istek ve umudunu kesmeyecektir. Hem dünyada hem de dünya sonrasında mutluluğu arayan modern insanın mutluluğunun anahtarı yine aslına dönüşte, özünde yer almaktadır. İnsan ne zaman ki temiz fıtratını hatırlar ve ona göre bir yaşam sürer, o zaman mutluluğu yakalar. Vesselam...