8 Nisan 2017 Cumartesi

Dil, Değişim ve Yabancılaşma

             Dil insanların iletişim kurmalarını, birbirleriyle anlaşmalarını sağlayan bir araç. Kur'an-ı Kerim'de Allah, Hz. Adem'e isimleri öğrettiğini beyan ederken (Bakara Suresi, 31) belki de konuşma ve dil geliştirme potansiyelini insanoğluna verdiğini beyan etmekte. Hz. Adem'den bu yana birçok dil türetildi. Dünyada şu an binlerce dil konuşuluyor.
            Bütün insanlar gibi ecdadımızın da konuştuğu diller oldu. Bu dillere genel olarak Türkçe denilmekte. İnsanlar birbirlerinden nasıl etkileniyorsa, yıllar içerisinde kültürler de diller de birbirlerinden etkilenmektedirler. Türkçe de, Türklerin yaşadığı coğrafyaların ve inanç değerlerinin değişimi gibi sebeplerle değişik dillerle etkilenimde bulunmuştur. Diller arası bu etkilenimler de hep doğal yollardan olmuştur. Türklerin tamamına yakını Orta Asya coğrafyasında iken Türkçe Çin ve Moğol dillerinden etkilenirken Anadolu, Kafkas, Arap dünyasına göç eden Türklerin dilleri ise bu coğrafyalarda konuşulan dillerden etkilenmişlerdir. Diller arasındaki etkilenimin bir diğer sebebi de inanç değişimleridir. Türklerin Müslüman olmasıyla beraber din dili olan Arapça'dan ve özellikle Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan Türklerin büyük çoğunluğunun İslam'ı kendilerinden öğrendikleri İranlıların dili olan Farsça'dan etkilenmemesi mümkün değildir ki, namaz, oruç gibi bazı temel ibadet isimleri dahi dilimize Farsça'dan gelmiştir.
            Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu'da konuşulan Türkçe, yoğun şekilde Arapça ve Farsça kelimelerin etkisi altındadır. Bunda dinin etkisinin yanı sıra Türkçe'nin bilim dili olamayacağı, edebiyatta özellikle de şiirde Farsça ve Arapça bazı terkip ve ifadelerin daha hoş bir tınısının olduğu düşüncesi gibi sebepler de etkili olmuştur. Her ne kadar sokaktaki insan, kitaplarda yazılı olan veya devletin resmi yazı ve belgelerinde bulunan Arapça ve Farsça terkipleri fazlaca kullanmıyorsa da özellikle din dili olması sebebiyle Arapça birçok kelime ve terkibe de aşinaydı. Özellikle Osmanlı'nın son döneminde Avrupa özentisiyle yetişen veya Avrupa'da eğitim gören gençlerin dil ve edebiyatla ilgili eserler vermesi ve bu eserlerinde Avrupa dillerinden kelimeleri de kullanmayı maharet zannetmesi, Anadolu ve Osmanlı'nın değişik bölgelerinde açılan İngiliz, Amerikan, Fransız veya Alman ekolüne sahip okullarda yetiştirilen öğrencilerin bu dillerden etkilenimleri ve teknolojik gelişmelerle dile daha önceden girmiş Arapça ve Farsça dillerinin yanı sıra, Avrupa dillerinden birçok kelime Türkçe'ye sokuşturulmuştur.
            Osmanlı devleti yıkılıp Türkiye devleti kurulunca da, imparatorluk bakiyesi değişik din, dil ve kültürden birçok insanın Anadolu'dan gönüllü veya devlet eliyle (mübadele) göç etmesiyle dildeki kelimeler de göç ettirilmek istenircesine harf değişiminin yanı sıra o milletlere ait kelimeler de göç ettirilmek istenmiş gibidir. Arap harflerinin kargacık burgacık olması!, bu harflerle okuyup yazmanın zor olduğu!, Avrupa'ya ayak uydurma! gibi gerekçelerle Arap harflerinden Latin harflerine geçilmiş ve bütün alim ve bilginler bir gecede Genç Türkiye'de cahil hale getirilmişlerdir. İleriki yıllarda Genç Türkiye'de  Kur'an-ı Kerim de dahil Arap Harfleriyle yazılan tüm kitapların basımı yasaklanacak ve Arap harfleriyle yazmak, okumak yasaklanacak, Arap harflerini öğretenler cezalandırılacaklar ve hatta bazı yerlerde Arap Harfleriyle yazılı oldukları için mezar taşları dahi tahrip edilecek, parçalanacak, bazı yerlerden kitabeler dahi sökülecektir. Avrupa'dan geri kalmanın ve çağa ayak uyduramamanın bir gerekçesi olarak gösterilip geçilen Latin harfi kullanımıyla da ülkemizin yıllardır dünya sosyal, kültürel ve ekonomik hayatında edindiği yer de ortadadır. Çin, Japonya, Rusya, Hindistan gibi Latin alfabesi kullanmayan birçok ülke ekonomik ve sosyal açıdan bizden daha iyi konumda gözükmektedirler.
            Harf değişiminin yanında dile vurulan diğer bir darbe de Arapça ve Farsça kelimelerin kullanımının yasaklanması ve bunların karşısına uydurukça denilebilecek türetilerek insanların bu kelimeleri kullanmaya zorlanmalarıdır. Doğal etkilenimlerle zaman içerisinde kendi seyrinde olması gereken dildeki kelime değişim ve aktarımlarının devlet eliyle yapılmaya çalışılması dünyada eşine az rastlanılacak bir hadisedir. Maalesef bu yaklaşım tarzı insanımızı köklerine yabancılaştırmış ve geçmişine kör hale getirmiştir. Bundan yüz yıl önce Kur'an-ı Kerim'i okuyan sıradan bir vatandaş dahi Kur'an-ı Kerim'de yer alan birçok kelimeyi, günlük hayatında kullandığından veya kelimelere aşina olduğundan, okuduğunun ciddi bir kısmını anlayabilecek durumdayken günümüz Türkiyesinde yaşayan bir Müslüman, Kur'an-ı Kerim okuduğunda neredeyse hiçbir şey anlayamamakta... Harf değişiminin ardından gelen Öztürkçe'ye dönüş fikri dili fakirleştirmiş, yüzyıllardır Türkçe içerisinde kullanılan, okuyan ve dinleyen herkesin kolaylıkla anlayabildiği ve artık Türkçeleşmiş birçok Arapça ve Farsça kelimenin dilimizden kovulmasına, yerlerine de toplumca anlaşılmayan ve kullanım noktasında da rağbet görmeyen bazı kelimelerin gelmesine neden olmuştur. Günümüzde bir İngiliz veya Japon yüzyıllar evvel kendi dillerinde yazılmış bir metni kolaylıkla anlayabilir iken malesef bizler günümüzden yüz yıl önce yazılmış olan bir metni ne okuyabiliyor ne de anlayabiliyoruz. Öyle bir garabet ki bu, dedelerimizin yazdığı şeyi okuyamıyor, onların söylediğini anlayamıyoruz.
            Bu konuda çok çarpıcı bir örnek var, muhtemelen insanımızın büyük bir çoğunluğunun yaşadığı... Ülkemizde her sınıfta asılı bulunan İstiklal Marşı ve Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni neredeyse hiçbir öğrenci tam olarak anlayıp, algılayamıyor. Öğrencilerimize zaman zaman ezberlettirdiğimiz bu metinlerin birinci sınıftan itibaren yıllarca karşımızda durması, kelimelerinin zar zor telaffuz edilebilmesi fakat anlaşılamaması çok büyük bir problem değil midir? Yıllarca sınıflarda karşımızda duran bu metinlerden İstiklal Marşı 1921 yılında, Atatürk'ün Genliğe Hitabesi ise 1927 yılında kaleme alınmış. Günümüzden 90-95 yıl önce kaleme alınmış bir şiir ve metnin dahi tılsımlı bir yazı gibi yıllarca sınıflarımızın duvarlarında asılı durması ve günümüzde tam olarak anlaşılamaması durumun vehametini ortaya koymak için yeterli zannediyorum. Herhalde Atatürk'ün hayal ettiği gençlik, kendi söylediği sözlerin dahi ne anlama geldiğini bilmeyen bir gençlik değildi.

Çarşamba'yı Sel Aldı Türküsünün Hikayesi

             Bir Çarşambalının memleketinden ayrılıp gurbete gittiğinde, nereli olduğu sorusunun ardından vereceği "Çarşambalıyım" cevabından sonra muhatabı olduğu ilk soru "Gerçekten Çarşamba'yı sel aldı mı?" sorusu olacaktır. Tabi ki, Çarşamba'yı sel alıp almadığının merak edilmesinin sebebi "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsü. Kendisi de Çarşambalı olan rahmetli Yıldıray Çınar, anonim olan "Çarşamba'yı Sel Aldı" türküsünü tüm Türkiye'de meşhur etmiş ve 1970 yılında Çarşamba'da türküyle aynı adı taşıyan "Çarşamba'yı Sel Aldı" adıyla çektiği filmle de hem Çarşamba'nın hem de türkünün tüm Türkiye'de tanınırlığını kuvvetlendirmiştir. Sonraki yıllarda türküyü Adalet Büyükkaya'dan Hülya Polat'a, Orhan Hakalmaz'dan Mahsun Kırmızıgül'e, Burçin'den Yavuz Bingöl'e birçok şarkıcı seslendirdi ve türkünün namesi ve sözleri hem zihinlerde hem de gönüllerde yer edindi.
            Gelelim şimdi de Çarşamba denince ilk akla gelen "Çarşambayı Sel Aldı" türküsünün hikayesine... Turgut Çeviker'in hazırladığı "Çarşamba Kitabı I" adlı eserde türkünün hikayesi şöyle anlatılmış:
            "Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu. Baharla birlikte -yıllarca süren- karasevdası karşılık bulmuş, Melek kalbini açmıştı. Kısa zamanda yüzük takıp, nişanlandılar.
            Ahmet, yapraklar sararmaya durduğunda orduya yollandı. Melek ise gözyaşlarıyla baş başa kaldı. Ağaoğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Ahmet'in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi. Melek reddetti Mehmet Ali'yi. Bunun üzerine Ağaoğlu adamlarıyla Melek'i dağa kaldırdı. Kötü haberi kuşlar uçurdu Ahmet'e... Kısa günde uçageldi aşkın delikanlısı. Kuşandı atını, silahını; arkadaşlarıyla düştü yollara. Dağ tepe demedi gece gündüz Melek'i aradı.
            ´Meleeeeek... Meleeeeek...´ diye çığıra çığıra sesi uçtu.
            Önce bir çakal yağmuru uç verdi. Sonra şimşek, şimşek içinden çıktı. Çatırdadı koca gökyüzü. Işınlar sonsuz yeşil ovayı renkten renge soktu... Ne yağmur, ne silinen izler, aşkın atlılarını durduramadı.
            Tufan ikinci kez yaşanıyordu sanki. 
            Yağmur Yeşilırmak'ı boğuverdi. O uçsuz bucaksız ova kaynayarak akan bir göle dönüştü. Caniklerden aşağılara doğru bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi sel. Evler, insanlar, bebek beşikleri, hayvanlar, öküz arabaları, ağaçlar, büyük küçük kayıklar Çaltı Burnu'na doğru sürükleniyordu.
            Sonunda duruverdi yağmur. Güneşle parladı yeşil cennet. Usul usul bir gökkuşağı belirdi... Sular günbegün çekildi... Çekildikçe hayat yeniden kurulmaya başladı. Yaralar sarılıyor, evler onarılıyordu. Abdal Deresi'nin -Yeşilırmak'a katılmak üzere- döküldüğü yamanın başında ahali toplanmaya başladı. Derenin eğimle indiği yamanın dibinde büyük bir kaya parçası vardı; onun üstünde ise iki insan. Melek ile Ahmet'ti onlar. El ele tutuşmuş sırtüstü öylece yatıyorlardı. Ahali, sel acısını unutmuş, onlara yanıyordu. Hüzün yerini gözyaşına bıraktı... Taş, yedi yerinden yarıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırmaya başladı.
            Bu hazin aşka doğa gözyaşı döküyordu.
            Ahali, şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı. Dualar içten mırıltılara. Yıllardır can alan sellerle örselenmiş insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.  
            İşte rivayet ol rivayet... Derler ve hikaye ederler ki Çarşamba'yı Sel Aldı türküsü bu acı mırıltılardan doğdu.

            Yedi yerinden su fışkıran kayanın olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu. Ve o yöre o gün bu gündür Değirmenbaşı olarak anıldı. Çınar ağaçlarının gölgelediği ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de bu yaşandı..1970'lerde değirmenin yıkımına değin bu gelenek sürdü."

3 Şubat 2017 Cuma

Evlendir/me/me Programları veya Algı Yönetimi

Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ülkemizin tüm camilerinden okutturduğu Cuma Namazı hutbesi dolayısıyla tebrik ederek yazıma başlamak istiyorum. 3 Şubat Cuma günü ülkenin her yerindeki camilerin minberlerinden insanlara, evliliğin öneminden bahsedildi. Genelde çokta suya sabuna dokunmadan genel ifadelerle geçiştirilen hutbeler gibi değildi bu seferki hutbe. Hedefi tam gören ve konumu tam belirleyen bir hutbeydi.
Hutbede evlilik kurumunun ne denli önemli bir kurum olduğundan bahsedildikten sonra televizyonlarda yayınlanan televizyon programı, dizi veya filmlerde insanlara evlilik dışı ilişkilerin özendirildiğinden ve hatta evlendirme programı adı altında yapılan programların evlilik müessesesini istismar ettiği ve itibarsızlaştırdığından bahsedildi. Ayrıca bazı televizyon dizileri ve filmlerindeki evlilik dışı ilişkiler, ihanet, nikahsız birlikteliğin özendirilmesi gibi meselelere hutbede değinilmesi takdire şayandı. Ayrıca hutbede verilen 2015 yılına ait evlenme, boşanma ve boşanmalar dolayısıyla anne sevgisinden veya baba şefkatinden mahrum kalan çocukların da sayılarının istatistiksel olarak verilmesinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Toplumun güncelinde olan veya toplumu olumsuz olarak yönlendirmesi kati olan bu tür programlara hutbede yer verilmesinin bazı kesimler tarafından eleştirilebileceğini de biliyorum. Ama unutmamak gerekir ki, hutbenin ruhuna uygun olanı toplumun güncelinin hutbelere taşınabilmesidir. O nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nü bu hutbe dolayısıyla tekraren tebrik ediyor ve toplumun günceline hitap eden hutbelerin sayılarının artarak devamını diliyorum.    
Tabi ki, toplumu ifsat eden veya kötüye yönlendiren programlar hutbede belirtilenlerle sınırlı değil. Birçok film veya programda subliminal mesajların verildiği veya insanların bilinçaltına atıflar yapan 25. Kare meselesini artık bilmeyen de kalmadı zannediyorum. Bu şekilde insanların algıları yönlendirilebiliyor veya insanlar herhangi bir ürün veya markaya yönlendirilebiliyorlar. Ayrıca insanların bilinçaltlarına şiddet eğilimlerinden, pornografiye kadar birçok gizli mesajın bu yöntemlerle gönderilebildiğini biliyoruz. Çocuklarımızın dikkatle izlediği çizgi filmlerden tutun da reklamlara, televizyon dizilerine veya çeşitli görsellere varana kadar bilinçaltımıza gönderilen bu gizli mesajların ne olduğunu dahi maalesef fark edemiyoruz.
Peki, vatandaş olarak bize düşen nedir? Öncelikli olarak televizyon yoluyla evimize giren bilginin denetiminin biz de olması şarttır. Peki, bu nasıl olacak? Seçici davranmakla olacak tabi ki. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de Hucurat Suresi'nin 6. Ayetinde "Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın." buyurmaktadır. O nedenle öncelikle fasık olan yollardan gelen bilgilere çok dikkat etmek gerekmekte. Her kanalı veya her programı, diziyi, filmi sorgulamaksızın izlemek veya takip etmek yerine seçici olmak gerekmekte. Ayrıca hoşumuza gitmeyen veya toplumu ifsat ettiğini, insanları olumsuz etkilediğini düşündüğümüz film, program veya dizileri muhakkak RTÜK şikayet hattına şikayet etmeliyiz. 444 1 178 nolu telefon arandığında karşınıza daha önceden teyp kaydı çıkmakta iken şu an ise çağrı merkezi operatörleri çıkmakta ve operatörler tarafından şikayetleriniz kayda alınmakta ve telefonunuza hemen "şu kayıt numarası ile şikayetiniz alınmıştır" şeklinde bir mesaj gelmektedir. Peygamber efendimiz bir kötülük gördüğümüzde izleyeceğimiz yolu bizlere şu şekilde göstermiştir. "Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin (kalben karşı koysun). Bu da imanın en zayıf derecesidir. (Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 248.)" O nedenle elimizden gelen, bu hattı arayarak şikayette bulunmaksa en azından bunu yapmalıyız. "Ya, sadece benim şikayetimden ne olur?" diye de düşünülmemeli. Unutulmamalıdır ki, bütün çoklar birlerden oluşur. O birleri de meydana getirecek olanlar bizleriz. O nedenle herkes üzerine düşeni yapmalı, sonra konuşmalı. 

27 Ocak 2017 Cuma

Helal Sertifikası Alma Üzerine

Dinimiz bazı yiyeceklerin veya içeceklerin tüketilmesini bazı ürünlerin kullanılmasını serbest bırakmışken bazılarının tüketimini ise yasaklamıştır. Yiyecek ve içeceklerin asılları temiz ve mubah olmakla beraber esasında tüketilmemesi gerekenler Kur'an-ı Kerim'de sıralanmış diğerleri ise tüketilebilir görülüştür. Yani dinimiz bazı yiyecek ve içecekleri helal bazı yiyecek ve içecekleri de haram kılmıştır. Sadece dinimizde değil diğer din ve geleneklerde de biz bazı yiyecek ve içeceklerden kaçınılması gerekliliğini görürüz. Çünkü insanın fıtratında pis olandan uzak durma vardır. O nedenle haram kılınan bazı katı veya sıvıların tüketimi neredeyse her din veya kültürde pis kabul edilmiş ve müntesiplerin onlardan uzak durması salık verilmiştir.
 Modernite hayatın her anına etki ettiği gibi kaçınılmaz olarak yiyecek ve içeceklere de etki etmiştir. Marketlerde veya pazarlarda satılan birçok yiyecek veya içecek artık ambalajlar içinde sunuluyor ve raf ömürlerinin uzun tutulabilmesi için de içlerine çeşitli katkı maddeleri katılmaktadır. Şeker, çiklet veya çikolata tarzı olup daha çok çocuklar tarafından tüketilen ürünlerde veya diğer birçok üründe bulunan katkı maddeleri ise neredeyse okunmayacak kadar küçük harflerle ambalajların üzerine yazılmakta ve maalesef tüketicilerin büyük bir bölümü tarafından da okunmamaktadır. Peki inançlı bir birey tüketeceği yiyecek veya içeceğin içinde bulunan o onlarca kimyasalın, katkı maddesinin hangisinin dinine uygun, hangisinin aykırı unsurlar taşıdığını kendisi nasıl bilebilir? Tabi ki, bir kişinin o ambalajların üzerinde yazılı onlarca katkı maddesini tanıyabilmesi ve onlar hakkında bilgi sahibi olabilmesi oldukça zor. Veya satılmakta olan beyaz veya kırmızı etin nasıl kesildiğini ve satışa sunulduğunu tüketici nasıl bilebilir?
 Dinimize göre daha katı yeme içme usulleri olan Yahudiler bu problemi çözmüş gibi görünmektedirler. Din adamlarından ve gıda mühendisiyle diğer elemanlardan oluşan uluslararası faaliyet gösteren sertifika kuruluşları, kendilerine ürettikleri ürünlerini göndererek başvuruda bulunan şirketlerin mamullerini incelemekte ve eğer ürettikleri ürünler Yahudi yeme içme usullerine (Koşer veya Kaşer) uygunsa o şirketlere ürettikleri ürünlerin ambalajlarının üzerine "Koşer Sertifikası" aldıklarına dair semboller basmalarına izin vermekteler. Böylelikle bir Yahudi markete gittiği zaman satın alacağı yiyecek ve içeceklerin ambalajları üzerinde "Koşer Sertifikası" sembollerini aramaktadırlar. Yahudi pazarına ürün satmak isteyen şirketler de para vererek başvuru yapıp bu sertifika kuruluşlarından sertifika almaktadırlar.
 Yahudiler tarafından on yılardır yapılan bu uygulamaya benzer bir uygulama son yıllarda ülkemizde ve İslam dünyasında da ortaya çıkmaya başladı. "Helal Sertifikası" adı altında verilen ve üretilen ürünlerin üzerine Arapça, Türkçe veya farklı dillerde "Helal" yazmaya müsaade eden bu uygulama geç kalmış ve yerinde bir uygulamadır. Günümüzde TSE (Türk Standartları Enstitüsü) tarafından isteğe bağlı olarak başvuran şirketlere eğer uygunsa verilen "Helal Sertifikası"nın piyasada tüketilen birçok ürünün üzerinde hala olmaması çok üzücü. Neredeyse tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde tüketicilerin bu konuda neden bu kadar ilgisiz oldukları da düşündürücü esasında. Pazar payı çok geniş olan ve neredeyse en ücra köye kadar araçlarıyla satış yapan ve neredeyse her gün televizyon kanallarında onlarca reklamı dönen büyük firmaların bu konuya duyarsız kalmaları da düşündürücü. Belki de arz talep veya etki tepki meselesi bu. Eğer bu konuda halkımızda bilinç oluşur ve satın almak istedikleri üründe "Helal" amblemini görmeyince ürünü almaktan vazgeçseler veya üretici firmalara bu konuda mesaj ve mailler atılsa durumlar değişebilir mi acaba? Tüketiciler olarak bu konuda sesimizi yükseltmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yoksa firma ürünü nasılsa satıyor, neden sertifika almak için para verip enstitüye başvursun ve ürününü üstüne üstlük bir de caiziyet noktasında riske atsın. Nasılsa millet düşünmeden kuzu kuzu alıyor? Neden kurulu düzene çomak soksun ki, değil mi?

15 Aralık 2016 Perşembe

Şubat Ayı Şehadet Ayı

Şubat ayında birçok Müslüman düşünür, mütefekkir veya kitlelere yön veren aksiyon adamı vefat etmiş. İskilipli Atıf Hoca, Metin Yüksel, Hasan el-Benna, Muhammed Esad Efendi, Abdulkadir Udeh, Malcolm X, bu isimlerden bazıları. Allah hepsine rahmetiyle muamele eylesin.
Bu isimlerden bazıları hakkında kısa bilgiler vermek istiyorum.
İskilipli Atıf Hoca;
Yazmış olduğu ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı eseri sebebiyle İstiklâl Mahkemelerinde yargılandı ve 4 Şubat 1926’da idam edildi. Suçu şapka kanununa muhalefetti. Zamanının önemli şahsiyetlerinden olan İskilipli Atıf Hoca, Fatih Medreselerinde hocalık yapmış; İzmir’in işgaline karşı ilk beyannameyi hazırlayan ve dağıtan Teal-i İslam Cemiyeti’nin kurucularındandır. Birçok eser de vermiş olan İskilipli Atıf Hoca, aynı zamanda devrinin değişik gazete ve mecmualarında makale ve fıkralar yazan önemli bir mütefekkir ve münevverdir. 1993 yılında Mesut Uçakan’ın yönettiği ‘Kelebekler Sonsuza Uçar’ filmiyle hayatı beyaz perdeye de aktarıldı.
Hasan el-Benna
Mısır’da kurulan ‘İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’ hareketinin en önemli isimlerinden ve kurucularından olan Hasan el-Benna, 12 Şubat 1949’da sokak ortasında bir suikast sonucu öldürüldü. Öldüğünde sadece 42 yaşında olan Hasan el-Benna, arkasında çok sayda kitap ve eser bıraktı. Belki de onun en önemli eseri, ideologu ve aksiyoneri olduğu ve aynı zamanda kuruculuğunu da üstlendiği ‘İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’ teşkilatı oldu. Mısır’ın dışında da yayılım imkânı bulan bu hareket, bilindiği gibi Mısır’da yakın zamanda bir darbeyle alaşağı edilen Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin de mensubu olduğu hareketti.
Metin Yüksel
23 Şubat 1979’da İstanbul Fatih Camii’nin avlusunda, Cuma namazı çıkışı kurşunların hedefi oldu. Sadrettin Yüksel’in oğlu, Edip Yüksel ve Müfit Yüksel’in de kardeşi Metin Yüksel. 80 öncesi Türkiye’nin kamplara ayrıldığı gerilimli dönemlerde, ‘Akıcılar’ adlı genelde mütedeyyin ve ümmetçi gençlerden oluşan bir gençlik hareketinin de lideriydi Metin Yüksel. Kurşunları kimin sıktığı hala meçhul. Olayın aydınlatılması Mahkeme-i Kübra’da artık. Metin Yüksel’in biyografisini Mehmet Ali Tekin ‘Şehit Metin Yüksel’ adıyla yayınladı.
Malcolm X

Malcol X, nam-ı diğer el-Hajj Malik Shabazz yani Hacı Malik Şahbaz, 21 Şubat 1965’de Amerika’da bir suikast sonucu hayata gözlerini yumdu. Henüz 39 yaşındaydı vefat ettiğinde. Ama o geç yaşına rağmen vefat ettiğinde tüm dünyada adı bilinen biriydi. Amerika’daki siyahî Müslümanların da önderlerinden olan Malcolm X’in hayatı aslında inişli çıkışlı bir hayat. Gerçek adı Malcolm Little. İslam’la hapishanede tanışmış Malcolm X. X soyadını kendine Müslüman olduktan sonra kendisi vermiş. X matematikte bilinmeyeni sembolize eder. Amerika’daki siyahîlerin köle olarak Afrika’dan Amerika’ya getirilmeleri ve soylarının nereden geldiğini bilmemeleri sebebiyle kendine X soyadını vermiş Malcolm X.  Elijah Muhammed adında dinî lideri olan ve bazı yanlış inanç ve itikatları da olan bir gruba mensup olan Malcolm X, hayatının sonlarına doğru gruptaki o yanlışları fark etmiş ve o nedenle de gruptan dışlanmıştır. Hac yolculuğu sonrası tüm fikirleri değişen ve Amerika’da biraz da siyahîlerin ırkçı din anlayışlarına da karşı çıkan Malcolm X, büyük bir salonda konferans vereceği esnada insanların gözü önünde kurşunlanmış ve oracıkta hayata veda etmiştir. 1992 yılında Spike Lee imzayla ‘Malcolm X’ adlı filmle hayatı beyaz perdeye aktarılan Malcolm X’in hayatını, Alex Haley ‘Malcolm X’ adıyla kitaplaştırdı. Yaşar Kaplan tarafından Türkçeye de tercüme edilen kitap İnsan Yayınlarından çıktı.

Bir Temcit Pilavı Hikayesi: Hukuk Fakültesi'nin Samsun'a Taşınması

Bundan beş yıl önce Ondokuzmayıs Üniversitesi Ali Fuat Başgil Hukuk Fakültesi Çarşamba'da eğitim öğretim faaliyetlerine başladı. Çarşamba'da çok büyük bir heyecana sebep olan Hukuk Fakültesi'nin ilçeye gelmesinde özellikle Hayırsever Diş Doktoru (Merhum) Mustafa Kemal Güneşdoğdu ve kendisi de hukukçu olan Çarşamba Belediye Başkanı Av. Hüseyin Dündar'ın katkıları büyük. Hayırsever Diş Doktoru (Merhum) Mustafa Kemal Güneşdoğdu'nun bütün birikimini Çarşamba'da bir üniversitenin kurulabilmesi için kampüs yapımı için harcadığı herkesin malumu.
Ondokuzmayıs Üniversitesi bünyesindeki Kurupelit Kampüsü'nde bulunan İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi'nin binasına ilk öğrencilerini kabul eden ve sonrasında Çarşamba'ya taşınarak ülkemizin yetiştirdiği en büyük hukukçulardan, kendisi de Çarşambalı olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in adını alan Hukuk Fakültesi, ilçede yer alan ve aynı zamanda bir önadı olan ilk ve tek Hukuk Fakültesi. Çarşamba'ya geldiği günden beri sürekli olarak Samsun'a taşınması gündeme getirilen fakültenin Samsun'a geri dönmesi için davalar dahi açıldı. İlk başlarda Çarşamba'da öğrencilerin barınması için imkanlar sınırlı olsa da günümüzde bu sorun tamamen çözülmüş durumda.
Çeşitli zamanlarda öğrencilerden veya fakültenin akademik kadrosundan gelen Samsun'a taşınmaya ilişkin istekler hem aynı sebeplere dayandırılıyor. Öğrencilerin Çarşamba'da konaklamalarının zorluğu, Samsun'a uzaklık, sosyal ortamın zayıflığı vb. Öğrenci veya akademik personelin karşılaştığı zorluklar muhakkak değerlendirilmeli fakat öne sürülen bu isteklerin birçoğunun esasında sağlam dayanaklarının olmadığı da malum. Günümüzde Çarşamba'da Kredi Yurtlar Kurumu'na ait veya özel teşebbüs ve vakıflarca yönetilen yurtlar mevcut. Barınma ile alakalı hiçbir problemin yaşanmayacağı Çarşamba'da çok sayıda kaloriferli kiralık daire de mevcut. Ayrıca Çarşamba'da kalmak istemeyip Samsun'a gidiş geliş yapmak isteyenler için de sabah erken saatlerden gece yarısına kadar sürekli olarak dolmuş otobüsler mevcut. Ayrıca Tekkeköy'e kadar faal olan ve yakın zamanda havaalanına kadar da faaliyette olacak olan tramvay da yeni bir alternatif. Ayrıca havaalanın da bulunduğu Çarşamba, Karadeniz Sahil Yolu üzerinde bulunması hasebiyle kesinlikle ulaşım problemi yaşanmayacak bir ilçe. Ayrıca Canik veya İlkadım'da ikamet eden birinin otobüsle Kurupelit Kampüsüne sabah saatlerinde yoğun olan trafikte ne kadar sürede gidebileceği de düşünülmeli ve sonrasında Çarşamba'ya yapılacak yolculuk tekrar değerlendirilmeli. Sosyal ortamın zayıflığı meselesine gelince de artık iki tane dört yıllık fakültenin (Hukuk Fakültesi ve İletişim Fakültesi, Sosyal ve Beşerî İlimler Fakültesi adıyla üçüncü fakültede yakın zamanda açılacak) ve iki tane de meslek yüksekokulunun (Çarşamba Ticaret Borsası MYO ve Mehmet Tülazoğlu MYO) bulunduğu bir ilçede öğrencilere hitap eden sosyal ortamların gelişmekte olduğu da muhakkak. Ayrıca Çarşamba'nın kentleşme ve şehir merkezindeki sosyal donatı ve alanlarının ne kadar büyük bir gelişim gösterdiği de herkesin malumu ve takdirleri de kazanmış durumda.
Çeşitli zamanlarda gündeme getirilen Hukuk Fakültesi'nin Samsun'a taşınması meselesi sanki rektör değişimiyle ilintili fikrini de akıllara getirmiyor değil. Bu dönemde aynı mevzunun yeniden gündeme getirilmesi yeni rektörle yeni bir şans daha denendi izlenimini de vermekte. Fakat gerek Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz gerekse Vali İbrahim Şahin tarafından kesin ifadelerle fakültenin taşınmanın gündemde olmadığı beyanlarıyla gündemden çıkmış gibi görünen Hukuk Fakültesi'nin Samsun'a taşınması meselesi esasında Çarşamba için hayırlı bir işe de vesile oldu. Bir süredir Samsun'a yapılacak ikinci devlet üniversitesinin Çarşamba'da olması isteği Çarşamba'da bulunan sivil toplum kuruluşları tarafından daha gür sesle dile getirilmeye başlandı. Çarşamba merkezli olarak kurulacak olan "Çarşamba Yeşilırmak Üniversitesi" temcit pilavı gibi sürekli öne sürülen Hukuk Fakültesinin Samsun'a taşınması meselesine de bir son verecek ve bu yollu hayalleri olanların da heveslerini kursaklarında bırakacak gibi görünüyor.

Ego, Sekülerizm, Çıkmaz ve Mutluluk

Modern hayatta belki de en çok karşılaştığımız şeylerden biri bencillik sorunu yani egoizm. İnsanlar, sanki dünyada sadece kendileri varmış, sadece kendi istek ve arzuları varmış gibi yaşamaya başladılar. Bu anlayış insanları hem yalnızlaştırıyor hem de sanki daha fazla mutsuzlaştırıyor. İnsanlarımız başkalarının mutluluklarından, başkalarının da rahat yaşam sürmesinden mutlu olmuyor gibiler. Dünyada sadece kendini önceleyen ve önce ben diyen insanlar, maalesef diğerkamlıktan uzak sadece kendileri için yaşıyor gibiler... Oysa dinimiz her daim diğerini de önemsemeyi salık vermekte. Hem dinimizde hem de kültürümüzde önemli bir yer tutan komşuluk hakkı, sıla-i rahim (akraba ziyareti) ve büyüklere saygı  gibi birçok hasleti sanki yitiriyoruz. İnsanların birçoğu seküler yaşamın kendine emrettiği gibi yaşamakta. Seküler yaşamın organizatör ve pohpohçuları algılarımızı yönetmekte ve insanlara her zaman sadece kendilerinin mutluluğu hak ettiklerini, sadece bu dünyanın nimetlerinin öncelenmesi gerektiği ve ölüm sonrasının değil sadece bu dünyanın dikkate değer olduğunu algılatmaya çalışıyorlar.Toplumun en önemli dinamiği olan dinin bizlere emrettiği veya men ettiği şeyleri önceleyen bir hayat şekli değil miydi yaşamamız gereken? Tüm insanlık yakın zaman kadar, hangi dinden olursa olsun, kendi inancını önceler ve tüm bireylerinin de inancını öncelemesini ve hayatını da ona göre tanzim etmesini beklerdi. Son iki yüzyıldır tüm dünyayı etkileyen aydınlanmacılık ve pozitivizm akımlarıyla beraber aklı ilahlaştıranlar dini, inancı ve kültürleri dibinden dinamitlemiş ve insanları özgürleştirme adı altında, insanları nefsinin ve şeytanın kölesi haline getirmişlerdir. İnsanın yaratılışına yani fıtratına aykırı olan bu anlayış şekli gitgide insanları bencilleştirmiş, mutsuzlaştırmış ve hatta daha fazla kazanma hırsı insanları vahşileştirmiştir. Sadece maddî zevkleri, bedenin isteklerinin önceleyen ve putlaştıran birey mutsuzluğa mahkum olacaktır. İnsanlığı içinde bulunduğu bu bataklıktan kurtaracak en önemli reçete maneviyattır. Nasıl ki bir kuş iki kanadı olmadan uçamazsa, insanın da sadece bir yönünü önceleyerek mutlu olması imkansızdır. İnsan hem maddî hem de manevî yönü olan bir varlık olduğu için mutlu olabilmek için iki kanadını da güçlendirmelidir. Madde ve mana dengesini sağlayabilen bireylerin hem dünya hem de ahiret saadetine ulaşabilecekleri muhakkaktır. O nedenle seküler sürecin toplumlara pompaladığı egosantrik anlayışlardan insanların bir an evvel sıyrılması ve fıtratlarına uygun davranmaya başlamaları gerekmektedir. İnsanları en iyi tanıyan varlık olan var edicinin, insana doğuştan verdiği temiz fıtrata, yaratılışa uygun hareket eden birey ne dünyadan ne de ahiretten istek ve umudunu kesmeyecektir. Hem dünyada hem de dünya sonrasında mutluluğu arayan modern insanın mutluluğunun anahtarı yine aslına dönüşte, özünde yer almaktadır. İnsan ne zaman ki temiz fıtratını hatırlar ve ona göre bir yaşam sürer, o zaman mutluluğu yakalar. Vesselam...

1 Ekim 2016 Cumartesi

Geç Kalmış Bir Yazı: Dayım İbrahim Kartal

İki yılı geçmiş Hakka yürüyeli... Daha öncesinde bir şeyler yazmalıydım hakkında belki ama nasip işte, bugüneymiş demek ki...
İbrahim Kartal, Prof. Dr. İbrahim Kartal... Rahmetli dayım... Her zaman ünvanı kendinden sonra geldi. Hiçbir zaman unvanı isminin önüne geçemedi. Bazen elinde fışkın çubuk (ince uzun fındık dalı) tarlaya hayvan kovalayacak kadar doğal, bazen ise traktör sırtında fındık tarlasında çalışıyorken... Her zaman doğaldı. Kimseye yüksekten bakmazdı. Hiçbir zaman "ne oldum delisi" olmadı, olamazdı da zaten. Öyle bir şey görmemişti de ailesinden. Fakirlik içinde bir aileye doğmuş, yıllarca fakirlik içerisinde okumuş, okuldan arta kalan boş zamanlarında hep çalışmış. Sıradan insanlarla arkadaşlık kuran, onların fikirlerine değer veren ve ne kadar cahilane de olsa söylenenler onları kırmadan dinleyen biri. Oturduğu, sohbet ettiği ortamlarda asla unvanıyla konuşmayan bir adam, herkes gibi, halktan biriydi.
Aynı zamanda çocukluğumun da en önemli simalarındandı dayım. Çocukluğumuza ait ne kadar fotoğraf varsa neredeyse hepsi onun çekimi. Evinde bulunan kütüphanesi gibi bir kütüphanem olsun hayal ederdim çocukken hep. Satrançla bizi ilk defa tanıştıran ve yine ilk yüzme hocamdı da aynı zamanda dayım. Kütüphanesinden okumamız içi verdiği kitaplar millî ve manevî alt yapımızı inşa etmiş aslında bizler farkına varmadan. Kendisi de çok severdi okumayı, hem okur hem de bizleri okumaya sevk ederdi. Bilgisayarı ilk gördüğüm ve ilk tuşlarına dokunduğum yer de yine dayımın yanıydı. Heyecanla anlatırdı, öğretmeye uğraşırdı... Ve bir de çalışırken hatırlarım dayımı sürekli... Masasında teksir kağıtları üzerine anlamadığım bazı şekiller çizer ve formüller yazardı sürekli. Sürekli yazardı, sürekli...
Otuz yıla yakın bir süre görev yaptığı Ondokuzmayıs Üniversitesi'ne Çarşamba Kavakdibi mevkiinden her gün gidiş geliş yaptı dayım. Her gün en az 115 km. İlk yıllarında Terme Belediyesi'nin eski uzun halk otobüsleriyle, sonraları ise kendi özel aracıyla, yıllarca. Çekilecek şey değildi ama yıllarca o yolların kahrını çekti dayım. Aracıyla neredeyse hiç tek gidip gelmedi. Kah yoldan aldığı bir öğrenciyi götürdü okuluna kadar, kah Tıp Fakültesi Hastanesi'ne veya Samsun'a gitmesi gereken bir yakını veya komşusunu götürdü, getirdi beraberinde. Yılları yollarda geçtiği halde ciddi tek bir trafik kazası dahi olmayan dayım, dut dökmek için çıktığı dut ağacından düştü ve üç gün hastanede süren yaşam mücadelesinden sonra çoklu organ yetmezliğinden vefat etti. Tarımı, ziraatı, hayvan beslemeyi çok seven dayım yine doğada iken vefat etti. Yani mutlu olduğu yerde...
Dini bütün bir insandı dayım. Dindar kimliği uzun yıllar profesörlük unvanını almasına engel olsa da o asla ikiyüzlü davranmadı, kimselere yalakalık peşinde olmadı. Dindarların kamuda linçe maruz kaldığı 28 Şubatın o soğuk günlerinde, öğrencisi olan bir arkadaşımın sözlerini hiç unutamam. Demişti ki: "Dayın kimseyi umursamıyor. Paçalarını sıvayıp terliklerini giyiyor ayağına ve havlusunu omzuna atıp abdestini almaya gidiyor." Bu tavrı onun yılarca profesör olamamasına mal olsa da o bu duruşundan asla taviz vermedi. Dindar kimliğini hem korudu.
Vefat ettiğinde Ondokuzmayıs Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü Genel Fizik Anabilim Dalı Başkanı'ydı dayım. Ben dahi Anabilim Dalı Başkanı olduğunu vefat ettiğinde öğrendim. Kendinden bahsetmeyi sevmezdi, kendini övmekten hiç hazzetmezdi dayım. Çok mütevazı ve canayakındı. Küçükle küçük olur ve küçükken anlattığımız şeyleri dahi uzun uzun dinlerdi. Herkes gibi yaşadığı bu hayattan sıradan bir insan gibi geçti dayım. Nur içinde yatsın. Allah rahmet eylesin.

Çarşamba Talle Ve Yer Isimlaa (Çarşamba Tarla Ve Yer Isimleri)

Sosyal medya aracılığıyla bir süredir takip ettiğim biri var. Adı Selahattin Aydın. Sosyal medyada Çarsamba şivesi ile yapmış olduğu canlandırma ve parodileriyle tanıdık onu. Daha sonra çekimleri Çarşamba'da yapılan ve başrollerinde Sadi Celil Cengiz'in oynadığı 'Olaylar Olaylar' adlı filmde gördük onu.
Sosyal medyada Çarşambalılardan çok ciddi bir takipçi kitlesi olan Selahattin Aydın, geçenlerde enteresan bir fikir attı ortaya ve takipçilerinden köylerinde bildikleri tarla ve yer isimlerini yazmalarını istedi. 2800'ün üzerinde yorumun yapıldığı paylaşım takipçileri tarafından yoğun ilgi gördü. Çok komik isimlerin de yer aldığı tarla ve yer isimlerinden bazıları şöyle:
Pıtırak Guyusu (Pıtırak otu kuyusu)
Bit Tallesi (Bit Tarlası)
Kelemlik (Beyaz Lahana Tarlası)
Bahçalık (Bahçelik)
Kirezlik (Kirazlık)
İbramın hoolu (İbrahim'in Avlusu)
Gızıl Aaçlık (Kızıl Ağaçlık)
Çay
Müftü Puvarı (Müftü Su Kuyusu)
Ganer Sırtı (Kanal Sırtı)
At Tepesi
Habbe Garının Yeri (Habibe Kadının Yeri)
Telli Horu (Telli Hayvan Otlak Alanı)
Gadı Yellaa (Kadı Yerleri)
Şıflar (Şeyhler)
Dede Garaaç (Dede Karaağaç)
Goca Talle (Büyük Tarla)
Diimen Yanı (Değirmen Yanı)
Göl Horu (Göl Hayvan Otlak Alanı)
Tepe Talle (Tepe Tarla)
Horug.tü (Hayvan Otlak Alanı Dibi)
Gayadibi (Kaya Dibi)
Şefketten Alınan Yer (Şevketten Alınan Yer)
Hambar Yeri
Alacalık
Sakar Talle
Altın Küp
Haccegilin Yella (Haticelerin Yerleri)
Gavur Tallesi (Gavur Tarlası)
Muradın Gazduu Yer (Murat'ın Kazdığı Yer)
Harman Yanı
Uvazlık (Üvezlik)
Töngellan Holu (Töngellerin Avlusu)
Datlu Puvar (Tatlı Su Kuyusu)
Hark Gıyısı (Ark Kıyısı)
Aligilin Puvar (Alilerin Su Kuyusu)
Beyaa Talle (Bu Taraftaki Tarla)
İsiin Çooşun Yeri (Hüseyin Çavuşun Yeri)
Hayursuz Talle (Hayırsız Tarla)
Googalık (Su Kuyusundan Su Çekmek İçin Kullanılan Bakraçın Ucuna Bağlandığı Büyük Ağaç Dalı)
Gıruk Fıraktu (Kırık Bahçe Çiti)
Kel Memedin Yeri (Kel Mehmet'in Yeri)
Gaan Altı (Karın Altı)
Tallecük (Tarlacık)
 Kör Osmanın Döllanin Yeri (Kör Osman'ın Çocuklarının Yeri)
Gorganlılan Yellaa (Korganlıların Yerleri)

Cemaat Ve Tarikatlar

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında kamuoyunda tartışılan konulardan bir tanesi de cemaat ve tarikatların konumu oldu. Bazı kişiler nerdeyse cemaat ve tarikatsız İslam düşünülemez noktasında konuşmalar yapıp, yazılar yazarken bazıları ise cemaat ve tarikatlara özellikle darbe girişimi sonrası daha bir ihtiyatla yaklaşıyor. Tabi ki bu tartışmanın en önemli sebebi din kisvesine bürünmüş, din adına, Allah adına insanları aldatan, insanları sömüren FETÖ.
Neredeyse sahabe dönemine kadar giden İslam'daki klikleşmeler günümüzde de varlıklarını sürdürmekte. Akılcılar ve gelenekçiler diye niteleyebileceğimiz iki ana akım olan Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis ekollernin yansımalarını günümüzde hala görmekteyiz. Bu iki ana klikten günümüze kadar birçok yorum türedi. Bu grupların bazıları sadece tarihin sayfalarında kendilerine yer bulabiliyorken bazıları ise günümüzde de halen varlıklarını değişmiş ve dönüşmüş  dahi olsalar devam ettirebilmekte. Bu klikler içinde oluşup başkalaşmış veya bu kliklerin haricinde oluşmuş ve şu an İslam dışı kabul edilebilecek bazı akımlardan dahi söz edilebilmektedir ki Bahailik ve Kadıyanilik gibi bazı akımlar bunlara örneklik teşkil edebilir.
Peki, yıllar içerisinde günümüze gelene kadar tarikat ve cemaatlerin mensubu bulundukları dinin akidesi ve devletlerine karşı tutumları nasıl oldu? Esasında bu soruya cevap verebilmek çok zor. Fakat İslam akidesine muarız bazı anlayış ve ritüelleri olan birçok yapının o zamanın siyasi idareleri tarafından takip altında tutuldukları ve hatta bazılarının müesseselerinin kapatılarak faaliyetlerine son verildiği bilinen bir gerçektir. Yine devlet işlerine müdahele etmeye çalışan veya devlet kadrolarındaki müntesiplerine gizli görevler vererek onları siyasi otoriteye karşı faaliyetlere yönlendirmeye çalışan tarikat ve cemaatlerin faaliyetlerinin durdurulduğu ve bu yapılara öncülük edenlerin de en ağır şekilde cezalandırıldıkları da yine tarihi bir vakıadır.
Peki, ya günümüzdeki durum nasıl? Cumhuriyetin ilk yıllarında tekke ve zaviyeler kapatılarak tarikat şeyh ve mürşitleri yaptıkları tüm faaliyetlerden el çektirilmiş ve bu kişilerin kullandıkları bazı ünvanları kullanmaları yasaklanmıştır. Hem toplumsal itibarları zedelenen hem de işsiz güçsüz kalan bu kişilerin geçim noktasında dahi sıkıntı çektikleri de meselenin diğer bir yönü. Fakat devlet tarafından yasaklanan bu yapıların birçoğunun faaliyetlerini merdiven altı devam ettirmeye çalıtıkları da bilinmektedir. İnsanlar doğuştan getirdikleri din duygusunu tatmin edebilmek için yine mekan arayışında oldular. Devlet eliyle vatandaşa ve vatandaşın kendi eliyle devletin okuluna gönderdiği çocuklarına sağlıklı bir din eğitimi verilmediği gibi bir de bu dönemde vatandaşın dindarlığını küçümseyen ve vatandaşın inançlarıyla alay edenler türedi. Artık devletin denetiminden çıkmış ve merdiven altı olmuş tarikat ve cemaatlerin önderi olduğunu iddia eden bazı kişiler insanların dini duygularından istifade ederek insanları sömürmüş, insanları istismar etmişler ve devlet sağlıklı bir din eğitimi vererek vatandaşının din eğitimi alma ihtiyacını karşılamadığı veya karşılayamadığı için zımnen bazı sahtekarların türemesine sebebiyet vermiştir.
Peki, şimdi ne yapılmalı? Cemaat ve tarikatların gerekli olup oladığını tartışacak degiliz fakat bakkal dükkanı açmak için dahi kaç yerden izinlerin alındığı bir memlekette cemaat ve tarikat yapılanmalarının eski ismi tekke ve zaviye olan ve moderniteye ayak uydurmuş şekliyle vakıf ve derneklerinin denetiminin artırılması ve belki dini amaçlarla kurulmuş vakıf ve derneklere farklı bir statü verilerek diğer dernekler gibi sadece şekil yönünden değil de insanlara va'z ettikleri dini anlayış yönünden de denetlenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Ayrıca memleketimizin din işlerinden sorumlu kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın da cemaat ve tarikat yapılarının izlenmesinde ve denetlenmesinde daha aktif görev alması sağlanabilmelidir. İslam akidesine uymayan bazı davranış ve ritüeller sergileyen yapıların faaliyetlerine son verilmesinin, din adına, Allah adına insanların aldatılmasının önüne geçeceği kanaatindeyiz.

Allah Rızası Anonim Şirketi

Anadolu'nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında tasavvufun ve tasavvufî ekollerin çok önemli katkıları olmuştur. Yazılı kaynağın sınırlı olduğu ve genelde kulaktan kulağa veya bir hocanın dizinin dibinde onun bildiklerini talebesine aktarmasıyla devam eden gelenek, tekkelerde yıllarca devam etti. Yazılı eserlerin çoğalmasıyla eğitim tekkelerden, medreselere sonrasında ise okullara evrildi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ise tekkelerin kapatılmasıylaTürkiye'de tabir yerindeyse merdiven altına inen tasavvufî eğitim başkalaştı ve hatta bazı kendinin tasavvufî yapı olduğunu iddia eden yapılarca İslam'ın temel akidelerine dahi muhalif bazı görüşleri savunabildi ve hatta yaşayabildi. Gelinen süreci Türkiye'nin en önemli Tasavvuf Tarihçilerinden biri olan Uludağ Üniversitesi İlahiyat FakültesiÖğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kara durumu "Türkiye'deki şeyhlerin yüzde doksanı şeyh değil" diyerek özetliyor.
Ülkemizin içinden geçtiği bu zor ve zorlu süreçte "yanlış din telakkisi" ve "Allah rızası" bazı kişileri ülkenin meşru hükümetini devirmeye dahi yöneltebiliyor ve bu ameliyenin dahi dinî kılıfını hazırlattırabiliyor. Fethullah Gülen'in önderliğindeki yapı hizmet hareketinden, cemaat veya cemiyetten terör faaliyetleri gerçekleştirebilecek bir örgüte dönüşebildi ve örgütün yapmış olduğu faaliyetler de hala mensuplarına "Allah Rızası" adı altında takdim edilmekte.
Peki, bu örgütü kötü kılan sadece darbe teşebbüslerinin olması mı? Ya İslam akidesine uymayan bazı görüş ve fikirleri? Akla şu da gelebilir tabi... Başka İslam akidesine muhalif fikirleri savunan ve toplumda giderek yayılım alanı bulan başka yapılar yok mu? Cavap: Yok değil, çok. Peki, bu yapıların yarın bir gün FETÖ'nün yaptığına benzer kalkışmalar içinde olmayacakları ne malum? Kendi tasavvufî önderlerini, şeyhlerini, hocalarını, hocaefendilerini diğer bütün hocaların üstünde gören ve hatta özellikle İlahiyat eğitimi almış hocaları hoca dahi kabul etmeyen, Diyanet İşleri Başkanlığı'na ve diyanet mensuplarına her zaman şüpheyle yaklaşan ve kendilerinin tasavvuf yolunda olduklarını söyleyenlerin liderlerinin çoğunun ortak iddiası, peygamberimizle sürekli irtibat halinde oldukları, mutat olarak peygamberimizle rüya yoluyla görüşmeleri, istişare etmeleri. Tabi, bu görüşmelerin kanıtlanabilir bir tarafı yok. Zaten tasavvuf yolunda ilerleyebilmenin yolu da "Gassalın önündeki meyyit gibi olmak" olduğundan önderini, şeyhini, hocanı, hocaefendini sorgulayamazsın, acaba diyemezsin.
İçinden geçmekte olduğumuz bu süreçte Türkiye'ye kazandıracak en önemli hamle "Allah Rızası Anonim Şirketleri"ni ortadan kaldırmak ve bu yapıların insanımızı sömürmesinin önüne geçmek olacaktır. İnsanımıza itikadî noktada büyük zararları olan bu yapıların insanları "Allah ile aldatma"larına izin verilmemelidir. "Bu zamana kadar yapmış oldukları güzel faaliyetler var" düşüncesiyle hep iyi niyetlerle yaklaşılan bir yapının insanlar ve devlet üzerinde yaptığı bu büyük tahribat düşünüldüğünde buna benzer tek adamcı ve ağzından çıkan her sözün neredeyse ayet kabilinden karşılandığı kişilerin önderliğindeki grupların daha dikkatle takip edilmesi gerekliliği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu grupların devlet içerisine sızmalarını önleme noktasında daha dikkatli davranılmalıdır. İnsanın fıtrî bir ihtiyacı olan din duygusu tatmin de devlet eliyle devlet okullarında İslam'ın özüne ve hakikatine uygun şekilde verilebilmelidir. Yoksa daha önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi yeni paralel yapılar kapıdadır.

29 Temmuz 2016 Cuma

Yeni Paralel Yapılar İhtimali

Memleketimiz geçirmekte olduğu sancılı günleri hala tam olarak atlatabilmiş değil. Milletin iradesini yok sayanlara karşı millet iradesine sahip çıktı ve sahip çıkmaya da devam ediyor. Sokaklar, meydanlar sabahlara kadar darbe girişimini engelleyen halkla dolu. İnsanlar gündüz işiyle gücüyle ilgilenirken geceleri meydanlarda sabahlıyor. Tez zamanda memleketimizin içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumdan kurtulacağını ümit ediyoruz.

Milletimizin en önemli hasletlerinden biri şüphesiz dinine ve kültürüne her zaman sahip çıkması, onu korumasıdır. Milletimizin bu hassasiyeti maalesef çeşitli şekillerde kötü niyetli odaklar tarafından da kullanılmaktadır. Esasında millet olarak yaşamış olduğumuz şu sıkıntılı sürecin en önemli sebeplerinden biri milletimizin dinî hassasiyetlerinin kötü maksatlara alet edilmesidir. İslam tarihine bakıldığında dini kendi istek ve emellerine alet ederek insanları sömüren kişi veya toplulukların daha önceden de olduğunu görülecektir. Fakat günümüzde yaşadığımız bu darbe kalkışması ve sonrası tarihte eşine rastlanmayan cinsten bir kalkışmadır. Bu kalkışmayı tasarlayanlar sadece askerî alana değil diğer tüm bürokratik alanlara da sinsice sızmış ve bu alanlara da adamlarını yerleştirmişler. İnsanların karşısında ağlayıp sızlayarak, insanların dinî hassasiyetlerini sömürerek safî niyetleri kullanan bu vicdansızlar, resmen "Allah Rızası Anonim Şirketi" kurmuşlardır. Milletin evlatlarını millete karşı milletin parasal gücünü kullanarak yetiştirmişler ve bu mankurtlaşan beyinleri yine milletin parasıyla alınmış milletin ordusunun silah ve mühimmatıyla yine milletin üzerine salmışlardır. Dünya tarihinde eşine çok az rastlanacak cinsten bu darbe girişiminde Allah bizleri, memleketimizi ve gözleri bizim üzerimizde olan, bizden gelecek her türlü desteği hasretle bekleyen mazlum coğrafyalardaki Müslüman halkı korudu. Rabbimize ne kadar hamd etsek azdır.

Daha önceden defalarca kez darbe yaşamış olan bir devletin vatandaşları olan bizlerin ve devletimizin bu konuda daha hassas davranması gerekliliği bu yaşananlarla beraber bir kez daha ortaya çıkmıştır. Devletin hangi kademesinde olursa olsun bazı grup veya kliklerin kadrolaşmasına izin verilmemeli ve yeni paralel yapılara kesinlikle müsaade edilmemelidir. Milletin dinî hassasiyetlerini kullanarak millete karşı hareket edebilme potansiyeli olan güç odaklarına karşı kesinlikle önlemler alınabilmeli ve milletin dinî duygularını sömürerek millete karşı hareket etmeye çalışabilecek her türlü güç odağı ortadan kaldırılmalı veya faaliyetlerine sınırlama getirilmelidir. Muhakkak kaliteli bir din eğitimi devlet eliyle verilmelidir. Din eğitimi eğer devlet eliyle verilmezse insanların fıtrî bir ihtiyacı olan din duygusunu farklı yerlerde tatmine çalışacak ve merdiven altı din eğitimi temayüz edecektir. O nedenle muhakkak devlet eliyle kaliteli bir din eğitimi yine devletin kurumlarında verilmelidir.

Eğer bu şekilde davranılmazsa yeni paralel yapılar kapıdadır. 

15 Temmuz 2016 Cuma

RTÜK Ne İş Yapar?


            Hızla gelişen ve değişen dünyada birçok elektronik alet hayatımıza çok hızlı bir giriş yaptı. Radyolardı ilk göz ağrıları insanları, sonrasında televizyon geldi, bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar derken teknolojik üs haline geldi her ev, her birey.
            Gelişiyle en çok heyecan uyandıranlardandı televizyon. Herkesin alamadığı ve alanların da evlerinin konu komşuyla dolup taştığı tek kanalın olduğu zamanlarda masumca hayaller de kurdurdu belki insanlara televizyon. Ama ya şimdi? Şimdi yüzlerce kanal var televizyonlarda. Karasal yayında her ne kadar kanal sayısı az olsa da uydu yayınları, dijital platformlar ve kablolu yayınlarla belki binleri buluyor kanallar. Her birinin kendine has bir izleyici kitlesi var muhakkak ki, ayakta kalabiliyorlar.
            Tek kanalın olduğu dönemde şüphesiz denetimi de daha kolaydı televizyonun. Ama ya şimdi? Bu kadar yayın organının denetimi tabi ki kolay değil. Televizyonlar izlenme oranlarını artırma ve daha çok para kazanma adına her türlü yayını yapabiliyorlar. Toplum için eğitici ve öğretici programların yanında toplumun en temel dinamiklerini dahi dinamitleyici yayınlar da az değil. Aile kurumunu hedef alan, toplumun dinî ve kültürel değerlerini hiçe sayan, özgürlük adı altında her türlü olumsuzluğun reklamının da yapıldığı televizyon, aynı zamanda çıplaklık kültürünü de topluma aşılıyor. Diğer bir yönüyle de televizyonlar, ticaretin ve dolandırıcılığın da yeni mekanları. Birbirinden farklı birçok ürünün pazarlandığı ekranlarda aynı zamanda değişik yöntemlerle insanlar da dolandırabiliyorlar. Bunun yanında televizyonlar, propaganda aracı olarak da kullanılıyor. Özel olarak kurulmuş veya kurdurulmuş bazı kanallar sadece kendi partisinin, kendi ideolojisinin, kendi yandaşının, kendi inancının veya kendi hizbinin ve hatta sempatizanı oldukları terör örgütlerinin dahi reklamını yapma peşindeler. Aleni bir şekilde PKK reklamı yapan veya misyonerlik faaliyetleri yürüten kanal dahi bulmak mümkün TÜRKSAT uydusu kanallarında. Bazen akla şu soru gelmiyor değil. Bir izleyen olarak bunları ben anlayabiliyorum da acaba RTÜK anlayamıyor mu?
            Televizyonlarda dinî anlamda kendi reklamını yapanlar da yok değil tabi ki. Kendinin peygamber olduğunu zanneden kişilerin reklamını sürekli yapan kanallar mı ararsın, kendinin mehdi olduğunu söylemeyen ama bütün işaretlerin kendinde yoğunlaştığı iddia edenlerin sürekli reklamının yapıldığı kanallar mı? Değişik tarihlerde ve değişik yerlerde yapmış olduğu sohbet veya vaazları tekrar tekrar yayınlatanlar mı yoksa her ettiği duanın kabul olduğuna çevresindekileri inandıran ve arayan kişilere yarım yamalak Arapçasıyla salavat dahi getirmekten aciz güya dua edenler mi? Tabi ki bunu yanında din simsarları, dinî argümanları kullanarak satış yapmaya çalışanlar da var. Güya dinî kıyafetler içerisinde sırf pazarlama yapabilmek için çörek otu yağının neredeyse jet yakıtı mesabesinde değerli gibi pazarlandığı kanallardan tutun da her derde deva şifreli dualar ve tılsımların pazarlandığı kanallar mı?
            Geçenlerde bir kanalda şunu dahi gördüm. Sakallı, sarıklı, cüppeli bir şahıs bir masada oturuyor. Önünde bir Kur'an-ı Kerim, kalem ve kağıt var sadece. Ekranın altında yazan telefon numaralarından insanlar programı arıyor ve yapacağı her hangi bir işin hayır mı yoksa şer mi olduğunu ekrandaki kişiye soruyor. Kendini hoca diye vasıflandıran ilgili kişide arayan kişinin annesinin adını soruyor. Anne adı söylendikten sonra kişi Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir yeri açıyor ve falanca sure diyerek surenin ismini söylüyor. O sırada beş on saniyelik kısa bir müzik sesi giriyor ve kişi ekranda o sırada kalem ve kağıtla bazı hesaplamalar yapıyor gibi görünüyor. Daha sonra arayan kişiye yapacağı işin hayırlı veya hayırsız olduğunu söyleyerek yap veya yapma diyor. Gaybı sadece Allah'ın bilebileceği defalarca kez Kur'an-ı Kerim'de yer alıyorken bunu yapan nasıl hoca, buna inanan nasıl Müslüman? İskambil kağıtlarıyla fal açar gibi adam Kur'an'dan resmen fal bakıyor. Ve falın her türlüsü de dinimizce haram olduğu beyan edildiği halde.
            RTÜK bir denetleme mekanizması olarak bu tür yayınları denetlemelidir. Bunun yanında Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı'na bağlı bir kuruluş olan TÜRKSAT bu tür yayınlara izin vermemelidir. Biz vatandaşlar olarak da muhakkak rahatsızlık duyduğumuz yayınlar hakkında RTÜK şikayet hattı olan 4441178 nolu telefonu arayarak rahatsızlığımızı dile getirmeliyiz. Eğer rahatsızlığımızı ilgili mercilere yapacağımız başvurularla dile getirmiyorsak o halde televizyon yayınlarından yakınma hakkını da kendimizde görmemeliyiz.

            Vesselam...

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Osmanlı'nın Son Döneminde Çarşamba'da Eğitim


            Osmanlı'nın son döneminde devlet görevlileri tarafından kaleme alınan salnameler, anlattıkları bölge ve dönemle ilgili çok önemli bilgiler vermektedir. Salnamelerde, devlet kurumlarından, yöneticilerden vb. konulardan bahsedilmekte hatta bazı istatistikî bilgiler de verilmektedir. O dönemde Orta ve Doğu Karadeniz’in neredeyse tamamını içine alan Trabzon vilayeti için de H. 1286 - 1322 (M. 1869 - 1905) arasında 22 adet salname yazılmıştır. 1869 yılında yazılan Trabzon Vilayet Salnamesinde, vilayetteki halkın nüfusu, dini yapısı, hane sayısı, cami, kilise vb. dini kurumların ve din görevlilerinin sayısı, bulunan eğitim kurumları ve kütüphaneler gibi pek çok bilgiye yer verilmektedir.
            Bilindiği üzere Osmanlı'nın son dönemlerinde iki çeşit eğitim kurumu vardır. İlki geleneksel usulde eğitimlerine devam eden mahalle mektebi (sıbyan mektebi) ve medreselerle, Osmanlı'nın son dönemlerinde özellikle de Sultan II. Abdülhamid Han zamanında sayıları hızla artan Avrupa'daki okullar örnek alınarak kurulmuş olan iptida (ilkokul), rüştiye (ortaokul) ve idadi (lise) adı verilen okullardır. Geleneksel tarzda eğitim veren kurumlardaki eğitim, devlet tarafından tam olarak planlanmış ve denetlenebilen bir eğitim değilken, yeni açılan okullardaki eğitimin daha planlı ve denetimi daha da kolay olmuştur.
            Çarşamba (Arım) kazası idari yönden, Trabzon vilayetinin Canik sancağına (liva) bağlıydı. Osmanlı'nın son dönemindeki Çarşamba, şu anki Çarşamba ilçesinin tamamını, Ayvacık ilçesinin büyük bölümünü, Salıpazarı, Asarcık ve Tekkeköy ilçelerinin bazı köylerini de içine alan Canik sancak merkezinden sonra (şu anki İlkadım, Canik ve Atakum ilçeleri) en büyük kaza idi. Aynı zamanda Çarşamba'nın barındırdığı eğitim kurumları ve kütüphanelerle komşu kazalardan çok daha zengin olduğu görülmektedir.
            Tutulan kayıtlara göre Çarşamba'da 1869 yılında 8 ilmiye medresesinde 11 müderrisin 205 öğrenciye eğitim verdiği belirtilmekte olup, 1872 yılında 4 medrese, 1880 yılında 12 medrese, 1888 yılında 7 medrese, 1895 yılında 5 medrese, 1901 yılında 6 medresede 6 müderris ve 717 öğrencinin olduğu, 1902 yılında 13 medresede 13 müderris ve 558 öğrencinin var olduğu, 1904 yılında ise 13 medresede 13 müderrisin 585 öğrenciye eğitim verildiği belirtilmektedir. 1904 tarihinde Çarşamba'da bulunan medreselerin durumu şöyleydi.
Medresenin Adı
Medresenin Yeri
Müderrisi
Öğrenci Sayısı
Banisi (Kuranı, Yaptıranı)
Hazinedarzade Süleyman Paşa Medresesi
Çay Mah.
Ahmet Efendi
85
Hazinedarzade Süleyman Paşa
Naimiye Medresesi
Çay Mah.
Hacı İsmail Efendi
107
Hacı Mehmet Naim Efendi
Arnabud Ali Bey Medresesi
Orta Mah.
Ahmet Efendi
58
Sofuzade Hacı Hasan Efendi
Mahmut Tayyar Paşa Medresesi
Orta Mah.
Durmuş Efendi
46
Mahmut Tayyar Paşa
Hamidiye Medresesi
Orta Mah.
Derviş Efendi
55
Hasan Kadıoğlu Hacı Abdullah Efendi
Akpınar Medresesi
Sarıcalı Mah.
Mehmet Efendi
15
Muhiddin Efendi
Yusuf Zeyneddin Medresesi
Pembe Mah.
Mahmut Efendi
66
İaneten
Tatarlı Medresesi
Tatarlı Köyü
Bekir Efendi
17
İaneten
Sarıyurd Medresesi
Sarıyurd Köyü
Halil Efendi
32
-------
Hisarcık Medresesi
Hisarcık Köyü
Fehmi Efendi
52
İaneten
Eğri Kiraz Medresesi
Karakaya Köyü
İbrahim Efendi
17
İaneten
Şeyh Habil Medresesi
Şey Habil Köyü
Musa Efendi
16
İaneten
Abacalu (İpçili) Medresesi
Abacalu (İpçili) Köyü
Zihni Efendi
19
İaneten
Tablo 1: 1904 tarihinde Çarşamba'da bulunan medreselerin durumu
            Yukarıda vermiş olduğumuz tablodan da anlaşılmaktadır ki Çarşamba'da 1904 tarihinde 13 tane medrese bulunmakta ve bu medreselerde toplam 585 öğrenci eğitim görmektedir. Aynı yıl Trabzon vilayetinin tamamında 60, Canik sancağında ise toplamda 23 medrese varken bunlardan 13 tanesinin Çarşamba'da bulunuyor oluşu dikkate şayandır. Medreselerden 6 tanesinin kaza merkezinde diğerlerinin ise değişik köylerde kurulu olması da yine dikkat çekicidir. Özellikle köylerde kurulu olanların banisinin de köylüler olduğu anlaşılmaktadır. Bu medreselerin yanında Hazinedarzade Süleyman Paşa'nın Hassabahçe Mahallesinde 45 hücreli bir yapıyı medrese olarak vakfettiği anlaşılmaktadır. Fakat bu medresenin kurulup kurulmadığı ile ilgili malumatımız yoktur. Bir de Çarşamba kazasında bulunan kütüphanelere göz atalım.
Kütüphanenin Adı
Bulunduğu Mahalle
Banisi (Kuranı, Yaptıranı)
Kitap Sayısı
Kuruluş Tarihi
Hazinedarzade Süleyman Paşa Kütüphanesi
Çay Mah.
Hazinedarzade Süleyman Paşa
150
1227 (1812)
Naimiye Kütüphanesi
Çay Mah.
Hacı Mehmet Naim Efendi
130
1303 (1885)
Arnabud Ali Bey Kütüphanesi
Orta Mah.
Sofuzade Hacı Hasan Efendi
335
1275 (1858)
Mahmut Tayyar Paşa Kütüphanesi
Orta Mah.
Mahmut Tayyar Paşa
720
1227 (1812)
Tablo 2: 1904 tarihinde Çarşamba'da bulunan kütüphanelerin durumu
            Yine 1904 yılında tutulan istatistiklerden Çarşamba'da bulunan kütüphane ve kütüphanelerdeki kitap adedinin de fazla oluşu dikkat çekmektedir. Trabzon vilayeti genelinde bulunan 12 kütüphane bulunmakta ve bu kütüphanelerden de 6 tanesi Canik sancağında bulunurken Çarşamba kazasında 4 tane kütüphane bulunuyor oluşu da dikkate şayandır. Bir diğer ilgi çeken konu da kütüphanelerin ve medreselerin tamamının devlet eliyle değil de şahıslar eliyle kurulu oluşudur. Bunun yanında dikkat çeken bir diğer konu da medreselerin büyük bir bölümünün, kütüphanelerin ise tamamının Çarşamba'nın doğu yakasında olduğudur. Kütüphanelerin ve medreselerin aynı adı taşıması ve banilerinin aynı oluşu bu kütüphanelerin medreselere ait kütüphaneler olduğunu göstermektedir. Hazinedarzade Süleyman Paşa Medresesi ve Kütüphanesi günümüzde halen Süleyman Paşa Camii olarak bilinen caminin bünyesinde veya civarında, Naimiye Medresesi ve Kütüphanesinin de halen günümüzde Naimiye Camii olarak bilinen caminin bünyesinde veya civarında olmalıdır. Arnabud Ali Bey Medresesi ve Kütüphanesinin banisinin Sofuzade Hacı Hasan Efendi olarak belirtilmesi aklımıza Çarşamba'da müftülük de yapmış olan ve "Mecmâ'ûl Âdâb" adlı bir esere de imza atmış olan Sofuzade Seyyid Hasan Hulusi Efendi'yi getirmektedir. Bu medrese ve kütüphanenin yeri de yakın zamana kadar ayakta olan Soğuoğlu Caddesindeki Sofuoğlu Camii olabilir. (İki yıl evvel camii yıkılmış yerine Abdullah Tanrıverdi Camii inşa edilmiştir.) Camii yıkılmadan önce caminin kuzey duvarında bulunan küçük odacıklar, bu odacıklarda daha önceden eğitim verildiği izlenimini vermektedir. Aynı odacıkları yakın zamana kadar Çarşamba'daki Akpınar Camii'nde de görmek mümkündü. Bu odacıklarda yirmi sene öncesine kadar hafızlık yapan öğrenciler veya İmam - Hatip Lisesi'nde okuyan öğrenciler yatılı olarak kalıyor, iaşeleri de halk tarafından karşılanıyordu. 
            Çarşamba'da yine klasik usulle eğitim veren mahalle mektebi veya sıbyan mektebi diye anılan ilk derece mektebi diyebileceğimiz mektepler de vardı. Çarşamba'da 1869 yılında 169 sıbyan mektebinde 2607 öğrencenin var olduğu, 1800 yılında 147, 1888 yılında 280, 1902 yılında 198 adet sıbyan mektebi bulunduğu belirtilmektedir.
            Çarşamba'da geleneksel metotlarla eğitim veren medrese ve sıbyan mekteplerinin yanı sıra, 1850'lerden itibaren tüm Osmanlı coğrafyasına yayılmış özellikle de Sultan II. Abdülhamit Han zamanında geniş yayılım imkanı bulmuş Avrupa modeli iptida (ilkokul) ve rüştiyelerin (ortaokul) de açıldığını görmekteyiz. Çarşamba'da ilk iptidanın ne zaman açıldığı bilinmemekle beraber 1888 yılında 4 iptida, 1895 yılında 4 iptida, 1898 yılında 1 iptidada iki muallimin olduğu bilinmekte fakat öğrenci sayıları bilinmemektedir. Ortaokul derecesinde eğitim veren ilk rüştiye Çarşamba'da 1871 yılında açılmıştır. Kayıtlardan bu rüştiyede 1872 yılında 45 öğrencinin olduğu anlaşılmaktadır. 1873'de 3 muallim ve 45 öğrenci bulunan rüştiyede, 1880 ve 1895'deki kayıtlarda da 3 muallim bulunmakta, 1898'de 4 muallim 60 öğrenci, 1899'da 3 muallim 68 öğrenci, 1900'de 4 muallim 95 öğrenci, 1903 yılında ise 3 muallim 91 öğrenci bulunmaktadır. Sonraki yıllarda Çarşamba'da İnas Rüştiyesi (Kız Rüştiyesi) de kurulmuştur. İnas Rüştiyesinde 1912 yılında 2 muallime ve 48 öğrenci bulunuyordu. Bu okulun 1913 yılında kız iptidasına dönüştürüldüğü düşünülmektedir. Osmanlı döneminde Çarşamba'da lise düzeyinde eğitim veren idadi açılmadığı anlaşılmaktadır.
            Bu kurumların yanında Çarşamba'da gayr-ı müslim tebaaya hizmet veren eğitim kurumları da vardı. 1893 tarihli bir nüfus sayımına göre Çarşamba'da 47597 Müslüman, 3114 Rum ve 9775 Ermeni yaşamaktaydı. Bu gayr-ı müslim nüfusa yönelik olarak Çarşamba'da 33 kilisede 36 din görevlisi hizmet vermekteydi. 1869 yılında 7 Rum sıbyan mektebinde 245 öğrenci, 18 Ermeni sıbyan mektebinde de 404 öğrenci olmak üzere toplamda 25 sıbyan mektebinde 649 öğrenciye eğitim verilmekteydi. 1872 yılında 3 Rum mektebinin olduğu, yine 1880 yılında da 3 sıbyan mektebinin olduğu belirtilmektedir. 
Yararlanılan Kaynaklar:
-          Abdullah Bay – Hazinedarzadelerin Vakıf Faaliyetleri, Uluslararası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 2008, Sayı:5 Sayfa: 113.
-          Ünal Taşkın – 1317 Maarif Salnamesine Göre Trabzon Vilayetinde Eğitim Kurumları, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2009, Sayı:7, Sayfa: 244.
-          İbrahim Topal – Salnamelere Göre Trabzon Vilayetinde Dini ve Sosyal Yapı, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), 2012.
-          Hayrettin Arıcı – XIX. Yüzyılda Trabzon Vilayetinde Eğitim (Vilayet Salnamelerine Göre)(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), 2006.