18 Haziran 2016 Cumartesi

Elijah Muhammed, Malcolm X Ve Muhammed Ali


Geçtiğimiz günlerde dünyaca ünlü boksör Muhammed Ali vefat etti. Defalarca kez Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonu olmuş olan ve tüm dünyanın “Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım.” sözleriyle hafızalarına kazınan, özellikle dünyada ezilmekte olan Müslümanların her birinin vurduğu her yumruğu zalimlere karşı vuramadığı kendi yumruğu gibi hissettiği bir adamdı Muhammed Ali.
Ailesinin verdiği Cassius Marcellus Clay ismini Müslüman olduktan sonra Muhammed Ali diye değiştirmiş ve kendisine ölene kadar da bu şekilde hitap edilmesini istemişti. Kendisine müsabaka öncesi Cassius Clay diye hitap eden rakibi Ernie Terrell’i 1967 Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonluğu unvan maçında yenerken bir taraftan yumruklarını sallıyor bir taraftan da “Benim adım ne, Söyle benim adım ne?” diye haykırıyordu Muhammed Ali rakibine. Ve daha sonra kimse ona eski ismiyle hitap edemedi. Muhammed Ali Vietnam savaşına gitmeyi reddedip bu sebeple cezalandırılınca, inandığı değerler uğruna nelerden vazgeçebileceğini herkese de daha iyi gösteriyordu.
Peki, nasıl Müslüman olmuştu Muhammed Ali? İnandığı İslam neydi? Malcolm X’le bağlantısı neydi? Elijah Muhammed kimdi ve Muhammed Ali için ne ifade ediyordu? Şimdi de bu sorulara cevaplar arayalım.
Önce Elijah Muhammed’in kim olduğundan bahsedelim. Elijah Muhammed ile ilgili yaptığım araştırmalarda maalesef Türkçe fazla bir bilgiye erişemedim. Hakkında yapılmış bir kitap çalışması veya makaleye rastlayamadım. Konu hakkında Diyanet İslam Ansiklopedisinde Hamid Algar tarafından kaleme alınmış kısa bir metin haricinde pek doyurucu bir bilgi yok. Anılan yazıda bahsedildiğine göre Elijah Muhammed, Wallace D. Fard tarafından kurulmuş olan “The Nation of İslam (İslam Milleti)” isimli grubun şüpheli şekilde ortadan kaybolan kurucusu Wallace D. Fard’dan sonra yerine geçen kişidir. Grubun adı her ne kadar “İslam Milleti” olsa da ve mensupları Müslüman olarak kendilerini tanıtsalar da teşkilatın başında olan Elijah Muhammed peygamberlik iddiasında olan bir kişidir. Grubun taraftarlarınca çıkarılan “Muhammed Speaks” adlı bir mecmuada Elijah Muhammed’in resminin altında “Last Messenger of Allah (Allah’ın son elçisi)” ibaresinin yer alması ve halen dünyanın en büyük online satış mağazalarından olan amazon.com adlı sitede 648 dolar gibi yüksek bir rakamla satışa sunulmuş olan ve Elijah Muhammed imzalı 13 sayfalık “I Am The Last Mesenger of Allah (Ben Allah’ın Son Elçisiyim.)” isimli kitapçık da gösteriyor ki, Elijah Muhammed peygamberlik iddiasındadır. Yani Elijah Muhammed’in öncülüğünde kurulu bu hareket sapkın bir harekettir. Ayrıca Amerika’da siyahlar ve beyazlar arasındaki çatışmalara varan hareketliliklerin yaşandığı bir dönemde yaygınlaşan hareket, siyahlar arasında yayılmış ve Elijah Muhammed İslam’ın siyahlara özgü bir din olduğu hatta tanrının dahi siyah olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca Elijah Muhammed’in beyazların şeytan olduğu ve siyahların üstün oldukları gibi ırkçı fikirleri de vardır.
Elijah Muhammed ve  “The Nation of İslam (İslam Milleti)” hareketinin ivme kazanmasında ve mensuplarının artmasında en etkili olan isimlerden biri de Malcolm X’ti. Asıl ismi Malcolm Little olan ve sonraları soy ismi olarak matematikte bilinmeyeni ifade eden X’i soy ismini olarak kullanan ve daha sonrada Malik Şahbaz adıyla da anılacak olan Malcolm X, Elijah Muhammed ve hareketiyle hapishanedeyken tanıştı. Hapishaneden çıkınca Elijah Muhammed’le yüz yüze de görüşen ve ona tabi olduğunu ifade eden Malcolm X, sonraki yıllarda hareketin en karizmatik şahsiyetlerinden biri haline geldi. Kennedy suikastı sonrası yaptığı açıklama ile Elijah Muhammed ile arası açılan ve sonraları Elijah Muhammed ve sekreteri arasında gayr-ı meşru bir ilişkinin olduğunun ortaya çıkışıyla da tamamen kopan Elijah Muhammed ve Malcolm X ilişkileri, Malcolm X’in hareketten ayrılışını beraberinde getirdi. Daha sonraları hac ibadeti için Mekke’ye giden ve bu yolculukta değişik Müslüman ülkeleri de ziyaret eden Malcolm X, bu ziyaret sırasında asıl İslam’ı öğrendi. Bu kadar fazla beyaz Müslüman olduğunu bilmediğini ve ilk defa namaz kılmayı dahi Mısır’da bir alimden öğrendiğini söyleyen Malcolm X, Sünnî İslam’ı benimsediğini deklare etti. Malcolm X’in hac dönüşü yaptığı açıklamalar Amerikalı Müslümanlar arasında bomba etkisi yarattı. Malcolm X “Muslim Mosque (İslam Camisi)” isimli bir grup kurdu ve anlattıklarının etkisiyle Elijah Muhammed taraftarı olan birçok kişi de Malcolm X’in yeni oluşumuna katıldı. Malcolm X hareketi kurduktan bir yıl sonra bir vaazı sonrası suikaste kurban gitti. Suikastin arkasında Elijah Muhammed’in olduğu iddia edilse de bu ispat edilemedi.
Elijah Muhammed’in taraftar toplamasında en etkili olan kişilerden biri de şüphesiz Muhammed Ali’ydi. Muhammed Ali siyahların Amerika’da halen ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü bir dönemde doğdu. Genç yaşında “Dünya Ağır Siklet Boks Şampiyonu” olmuş ve ülkesine döndüğünde kendine artık eskisi gibi ayrımcı bir tavırla davranılmayacağını ve siyah olduğu için aşağılanmayacağını düşünürken aşağılayıcı tavırların devam etmesi sonucu siyah haklarının savunuculuğunu da yapan Elijah Muhammed’in hareketi ile tanışmış ve Elijah Muhammed’e tabi olmuştur. Bu dönemde Malcolm X ile tanışıp samimi bir dostluk da geliştiren Muhammed Ali, Malcolm X’in hareketten ayrılışına karşı çıkmış ve Elijah Muhammed’in sekreteriyle olan gayr-ı meşru ilişkisine de inanmamıştır. Sonraları Elijah Muhammed’in hareketinin büyük bir bölümü Malcolm X’in çizdiği çizgiye doğru gelmiş ve Muhammed Ali de gerçek İslam’ın Elijah Muhammed’in deklare ettiği İslam olmadığını anlamıştır.  
Her ne kadar Elijah Muhammed isimli sahte peygambere tabi olmuş olsalar da sonradan gerçek İslam’la tanışan bu uğurda bir suikast sonucu şehit edilen Malcolm X (Hacı Malik Şahbaz) ve ismi Hollywood’da bulunan “Hollywood Walk of Fame (Hollywood Şöhretler Yolu)”na ismi yazılması teklif edildiğinde “Ben peygamberimin adını insanların basıp geçeceği yere yazdırmam.” diyerek adının caddenin kaldırım taşına yazılmasını reddederek, ismini caddenin duvarına yazdıran Muhammed Ali’ye selam olsun. Her ikisinin de mekânları cennet olsun.

3 Haziran 2016 Cuma

Dördüncü Çarşamba Kitap Fuarının Ardından Ve Bir Eleştiri



Ali Fuad Başgil Kültür Etkinlikleri çerçevesinde Çarşamba Belediyesi tarafından düzenlenen Dördüncü Çarşamba Kitap Fuarı sona erdi. Çarşamba ve çevresi için şüphesiz çok önemli bir kültür etkinliği olan fuar, özellikle öğrenciler tarafından yoğun şekilde ziyaret edildi. Fuar esnasında gerek fuar alanında bulunan Tevfik İleri Söyleşi Salonu’nda gerekse Cemil Şensoy Kültür Merkezi’nde düzenlenen söyleşi ve konferanslar da izleyiciler tarafından ilgiyle takip edildi. Her ne kadar yakın zamanda TÜYAP’ın Tekkeköy’de düzenlediği kitap fuarının gölgesinde kalabileceği söylense dahi Çarşamba’da düzenlenen ve şu an bölgenin en uzun soluklu fuarı olan Çarşamba Kitap Fuarı hareketliydi.
Birçok yazarın gerek imza programları gerekse söyleşileriyle iştirak ettiği fuar, bu yıl genelde genç yazarları ağırladı. Gölgesinin dahi memleketimizde olmasından onur duyacağımız Rasim Özdenören, Sadık Yalsızuçanlar, Salih Suruç, İsmail Kılıçarslan gibi usta şair ve yazarların da katılımcıları arasında olduğu fuar, düzenlendiği günler boyunca Çarşamba’da bir kültür rüzgarı estirdi diyebiliriz.
Memleketimizin insanı olan ve memleketimizden yetişmiş olan yazar ve şairlerin imza programlarına ve söyleşilerine olan ilgisizlik ise bizleri üzdü. Bazen üç, beş kişiye bazen de on, onbeş kişiye konuşma yapan veya imza programı düzenleyip kimsenin selam dahi vermediği yazar ve şairleri görmek de üzdü bizleri. Oysa kendi memleketinde dahi ilgi gösterilmeyen her biri özgün birer eser vücuda getirmiş bu insanların tek çabaları kendilerini ifade etmeye çalışmak. Ayrıca fuar alanında bakır süsleme sanatçısının eserlerini sergilediği alan, ahşap mimari örneklerinin sunulduğu sergi ve resim sergisi de fuarın güzelliklerindendi.
Bu yılki fuarın konusunun gençlikle ilgili oluşu genç yazarların fuardaki sayısından da anlaşılabiliyordu. Bazı yazarların söyleşi ve imza günlerinde uzun kuyrukların oluşması da yine dikkatleri çekenler arasında. Osman Sungur Yeken, Harun Serkan Aktaş, Kaan Murat Yanık, Hikmet Anıl Öztekin gibi genç yazarlara özellikle de gençler tarafından yoğun alaka gösterildi, söyleşilerinde yoğun kalabalıkların olduğu ve imza programlarında da uzun kuyrukların olduğu gözlendi.
Benim bu fuarda en çok dikkatimi çeken kişilerden biri de Gözlük adlı bir eseri olan ve bu eserinden başka basılmış bir eseri olmadığını öğrendiğim -ve cehaletime verin- adını ilk defa duyduğum Koray Yersüren. İnternet üzerinden yayında olan wattpad.com adlı bir internet sayfasındaki paylaşımlarıyla dikkati çekmiş Koray Yersüren ve Koray Yersüren’in bu site üzerinde yazmış olduğu bölümler kitap olarak basılmış. Bu yazıyı yazarken ilgili sitede bu kitabın 5.450.000 kişi tarafından okunduğu, incelendiği veya görüldüğü bilgisi yer almaktaydı. 500 sayfanın üzerinde hacimli bir baskıyla piyasada olan ve 20 TL civarında bir ücretle satılan kitap kısa sürede beşinci baskısını yapmış. (kitapyurdu.com adlı internet üzerinden kitap satışı yapan sitede yazı kaleme alınırken eser en çok satanlar listesinde 23. sırada)
Önceki parağrafta yazdıklarımdan Koray Yersüren’in çok başarılı bir grafiği olduğu anlaşılmakta. Doğrudur, çok satan bir kitap kaleme almış ve insanlar tarafından da ilgi görmüş yazdıkları. Fuarda da imza programında uzun kuyrukların oluştuğu Koray Yersüren’in okurlarının büyük bir bölümünün gençler, özellikle de genç kızlar olduğu görülüyor. Kitabını imzalatmak ve belki de Koray Yersüren’le konuşmak veya fotoğraf çektirmek için dakikalarca sıra bekleyen bu gençleri görünce merak etmedim değil kitabı.
Peki neler var bu kitapta? Neyi anlatıyor Koray Yersüren bu eserinde? wattpat.com adlı internet sitesinden incelediğim kitabın bölüm başlıklarından bazılarını dahi buraya yazmaktan hicap duyduğum eser, Türkiye’de en çok satanlar arasında ve tekrar söylüyorum, anlaşılıyor ki okuyucuların çoğu da gençler. Eserin neredeyse tamamında gençler arasında geçen hoş olmayan olay ve hikayeler argo ve küfürlü bir anlatımla aktarılmış. Eserin edebî yönden tahlili bana düşmez ama hiç bir edebiyat eleştirmeninin de okuyup da üzerine bir şeyler yazmaya değer bulacağı bir eser olarak göreceğini zannetmediğim bu eser, tamamen seküler hayatın ve nefsinin esiri olmuş gençlerin hayatından kesitleri sunmuş. Yer yer dinî değerlerin de hafife alındığı eserde bulunan bir bölümün adı -affınıza sığınarak- “Oruç tutan teyzenin ayağına işeyen ateist”.
Her ne kadar bu tür kişi ve kitapların hem fuarlarda yer alışı hem de gençler tarafından ilgi görmesi canımızı sıksa da gençlere hitap eden bir mesleğe sahip olarak ve bir baba olarak bu tür kitaplardan ve internet portallarından bîhaber olmak da bizim eksikliğimiz herhalde. Gençlerin zihinlerini nelerin meşgul ettiğini bilmek, onların dünyalarına daha fazla girebilmek gerekiyor şüphesiz. Onların neleri önemsediğinin, neleri öncelediğinin farkında olmak.

Dördüncü Çarşamba Kitap Fuarı


Çarşamba’nın bu zamana kadar görmüş olduğu en önemli kültür etkinliklerinden biri olan kitap fuarlarının dördüncüsü Novada Çarşamba AVM’de (Vefa AVM) açıldı. Ali Fuad Başgil Kültür Etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen programlardan en önemlisi olma özelliğine sahip kitap fuarını dört yıldır üst üste devam etmesine destek veren başta Çarşamba Belediye Başkanı Hüseyin Dündar olmak üzere herkese bir Çarşambalı olarak içten teşekkürlerimi sunuyorum.
“Yedi Güzel Adam”dan biri, bir güzel adam Rasim Özdenören’in onur konuğu olduğu ve açılışında bizzat bulunduğu fuarın açılış kurdelesini kesenler arasında Memur-Sen ve Eğitim Bir-Sen Onursal Genel Başkanı ve Ak Parti Ankara Milletvekili Ahmet Gündoğdu, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Akan, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ali Fuad Başgil Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Tiftik ve birçok davetli yer aldı.
“Gençlik ve Değerlerimiz” sloganıyla 14 Mayıs’ta kapılarını açan fuarın ilk söyleşisini de “Bir Gönül ve Aşk Öyküsü: Yaman Dede” adlı sunumuyla Sadık Yalsızuçanlar yaptı. Sonradan Müslüman olan ve bunu yıllarca tüm çevresinden saklayan, Müslüman olduğunu ilan ettikten sonra da ailesi de dahil tüm sevdikleri tarafından dışlanan bir “Aşk Adamı”nın hikayesini dinledi katılımcılar Sadık Yalsızuçanlar’dan. Fuarın onur konuğu olan bir güzel adam Rasim Özdenören’in Mustafa Aydoğan ile beraber yaptığı “Yedi Güzel Adam” adlı söyleşiyle dinleyiciler Alaattin Özdenören’den, Erdem Beyazıt’a, Mehmet Akif İnan’dan, Cahit Zarifoğlu’na, Necip Fazıl Kısakürek’ten Nuri Pakdil’e birçok şair ve yazarla ilgili değişik anekdot ve hatıraya muttali oldular.
Gençliği önceleyen bu yılki fuarın belki de en dikkat çekici konuklarından olan “Şeytan Şok ve Aşık da mı Olmayalım?” adlı kitapları bulunan Osman Sungur Yeken ve “İçiyorsak Sebebi Var ve Allah Diyen Pense” adlı kitapları bulunan Harun Serkan Aktaş’ın sunumları da özellikle gençler tarafından ilgiyle takip edildi. Sosyal medya üzerinden meşhur olan ve gençler tarafından ilgiyle takip edilen “Sözler Köşkü” adı altında faaliyet gösteren bir grubun mensupları olan genç yazarların kitaplarına olan teveccüh de ilgi çekiciydi.
Av. Sefa Temiz ve Hasan Topuz tarafından sunumu yapılan “1834 Tarihli Çarşamba Nüfus Defteri”, Çarşamba Yıldıray Çınar Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi (Eski adı Yıldıray Çınar Anadolu Ticaret Meslek Lisesi) Tarih Öğretmeni Murat Şahin’in “Anadolu’nun Yitik Halkı Yezidiler” adlı sunum ve Erkan Şancı tarafından sunumu yapılan “Dünyayı Titiz Kadınlar Kirletiyor” adlı sunumlar da dikkate şayan sunumlardan.
Fuarın önemli simalarından biri de şüphesiz İsmail Kılıçarslan. Halen “Yeni Şafak” gazetesinde köşe yazarlığı yapan ve “Başka Meseller & Zeberced Oğlu Zülküfün Yaşadıkları, Gelecek ve Diğer Meseller, Benim Meselem, Amerika Sen Busun, Ablam Uzak Ülkede” gibi birçok kitabın yazarı şair ve televizyoncu olan İsmail Kılıçarslan’ın imza günü ve söyleşisi de yine ilgiyle takip edilebilecekler arasında.
Fuarda sunum yapacak olan önemli sunumlardan biri de son yıllarda özellikle Samsun ve çevresiyle ilgili yapmış olduğu yerel tarih araştırmaları ve kitaplarıyla tanıdığımız, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Cevdet Yılmaz’ın yapacağı “Beylik Merkezi Ordu Köyü” isimli sunum. Tacettinoğulları Beyliğinin beylik merkezi olan Ordu Köyüyle ilgili bir kitap da kaleme almış olan Prof. Dr. Cevdet Yılmaz’ın sunumu Çarşamba’nın tarihine de ışık tutacak tarzda görünüyor.
Kazım Güleçyüz, Salih Suruç, Bahadır Yenişehirlioğlu, Kaan Murat Yanık, Hikmet Anıl Öztekin, Fatih Duman, Nihat Gökmen, Cemalettin Kavaklıgil, Doğan Kan, Kazım Memiç, İbrahim Coşar, Neşet Karaçaltı, Gamze Aydeniz, Emre Güneş, Esra Barın, Celalettin Tutkun, Filiz Varol, Ahmet Seven, Akın Üner, Mehmet Yılmaz, Dursun Özkan, Cem Gülbent, Kaan Ali Kolcuoğlu, İdris Üsame Yördem, Zuhal Kurt, Oktay Zerrin, Gülseren Akdaş, M. Halistin Kukul, Ali Kayıkçı, İsmet Top, Cemil Biçer, Erkan İşeri, İrfan Ertav, Koray Avcı Çakman, Melih Özyıldırım, Adem Fatih Kılıç, Fadi Kılıçzade, Elif Kaymazlı, İsa Kahraman, Nermin Eker, Nuri Güler, Zekeriya Çavuşoğlu, Ümit Bıyıkoğlu, Murat Tunalı, Talip Ekrem Kaleli, Yusuf Gürer, Kemal Albayrak, Faik Dündar, Mehmet Alan, Alaeddin Dursun, Nadi Macit, Olcay Yüksel, Hakan Mengüç, Yunus Alkan, Asude Mert, Gökmen Çebitürk, Ersin Erge, Kenan Koç, Sıddık Akbayır, Gülten Subaşı Kaya, Ramazan Yavuzaslan, Haluk Yolsal, Salih Temiz, Ferit Delen, Yılmaz İmanlık, Bilal Sami Gökdemir, Durmuş Tunacık, Hakan Özcan, Akif Bayrak, Tuğçe Tarakçı, Hanife Uzun, Murat Aysan, Aydın Hız ve Koray Yersüren fuarın konuğu olacak diğer şair ve yazarlar.
22 Mayıs Pazar gününe kadar devam edecek “Dördüncü Çarşamba Kitap Fuarı”nın hem memleketimize hem de ülkemize hayırlı olması temennilerimle…

5 Mayıs 2016 Perşembe

İsra ve Mirac


            Peygamberlerin peygamberliklerinin ispatlarından biri de Allah tarafından kendilerine bahşedilmiş olan mucizelerdir. Mucize herkes tarafından gerçekleştirilemeyecek ve normal koşullar altında gerçekleşmesi mümkün olmayan bazı olayların Allah’ın izni ile peygamberler eliyle gerçekleşebilmesidir. Kur’an-ı Kerim’den anladığımıza göre birçok peygambere Allah mucize bahşetmiştir. Hz. Musa’nın denizi ortadan ikiye ayırması, Hz. Süleyman’ın hayvanların dilinden anlaması, Hz. İsa’nın beşikteyken konuşması gibi hadiseler peygamberlere Allah tarafından bahşedilmiş olan mucizelerdendir.
            Diğer peygamberlere bazı mucizeler bahşedildiği gibi peygamberimize de bazı mucizeler bahşedilmiştir ki, o mucizelerden muhakkak ki en büyüğü Kur’an-ı Kerim’dir. Peygamberimize bahşedilen mucizelerden biri de İsra ve Mirac mucizesidir. “Gece yürüyüşü” manasına gelen “İsra”, peygamberimizin Recep ayının 27. gecesi bulunduğu şehir olan Mekke’den Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya götürülmesidir. “Yükselme” anlamına gelen “Mirac” ise peygamberimizin Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’dan Allah’ın katına yükseltilmesidir. İsra suresinin ilk ayetinde Allah; “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” buyurmaktadır. Ayetten de açık bir şekilde anlaşıldığı üzere, peygamberimiz bir gece Mekke’den Kudüs’e Allah’ın izniyle götürülmüştür. İsra hadisesi Kur'an’-ı Kerim’de açıkça belirtildiği halde mirac hadisesi ise Kur’an-ı Kerim’de yer almamaktadır. Fakat peygamberimizden rivayet edilen birçok hadis-i şerifte mirac hadisesinden ve yaşananlardan bahsedilmektedir. Rivayetlerde bu gecede peygamberimize verilen üç önemli şeyden bahsedilmektedir. Bunlar;
·         Beş vakit namazın farz kılınışı
·         Bakara sûresinin son iki ayetinin vahyedilmesi (Halk arasında “amenerrasulü” diye bilinen ayetler)
·         Peygamberimizin ümmeti olup Allah’a şirk koşmayanların büyük günahlarının affedileceği. (Müslim, İman, 279)
İslam kelamında tartışma konusu olmuş olan bir konu da miracın nasıl gerçekleştiğidir. Bazı âlimler miracın ruhen gerçekleştiğini iddia ederken bazı âlimler ise miracın bedenen gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Ekser kahiriyetin görüşü ise miracın bedenen gerçekleştiği yönündedir. Son dönemde bazı düşünürlerin miracı kabul etmeyen görüşlerine ise kesinlikle katılmamaktayız. Çünkü tevatür derecesinde nesillerden nesillere aktarılmış bir hadisenin reddi hiç de mantıklı gelmemektedir.
Peki, “İsra” ve “Mirac” neden gerçekleşti? Bunun bir gerekçesi var mıydı veya buna benzer bir hadiseyi daha önceden yaşayan kimse var mıdır? İsra ve mirac hadisesi hicretten on altı ay kadar önce peygamberimizin eşi ve en büyük destekçisi olan Hz. Hatice ile peygamberimizi küçüklüğünden itibaren kollayan, onu büyüten amcası Ebu Talib’in vefat ettiği yıl olan ve hüzün yılı diye adlandırılan yıl gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu yıllar Müslümanlara müşrikler tarafından boykotun gerçekleştirildiği ve Müslümanların müşriklerin yoğun tecavüzlerine ve tecritlerine maruz kaldıkları yıllardır. Peygamberimizin çok bunaldığı ve kendini belki de yalnız hissettiği bir dönemde isra ve mirac hadisesinin gerçekleşmesi genel olarak peygamberimizin Allah tarafından teselli edilmesi ve yalnız bırakılmadığının ona hissettirilmesi olarak yorumlanmıştır. Tabi ki, bu hadisenin neden gerçekleştiğini en iyi bilecek olan Allah’tır. Miraca benzer bir hadiseyi daha önceden herhangi bir peygamberin veya kişinin yaşayıp yaşamadığı hakkında net bir bilgi sahibi değiliz. Allah ile konuşan peygamberlerin olduğu bilinse de (Hz. İbrahim, Hz. Musa gibi) mirac gibi bir olayı yaşamış Allah’ın katına yükselmiş bir peygamberin olduğu bilgisine sahip değiliz.
Mirac Kandili gecesine özel bir ibadet şekli olmadığı gibi böyle bir gecenin peygamberimiz tarafından kutlandığına dair de elimizde hiçbir bilgi yoktur. Âlimlerin genel ittifakı diğer kandillerde olduğu gibi Mirac Kandili’nin de sonraki dönemlerde kutlanmaya başlandığı ve özellikle de Osmanlılar döneminde cami minarelerine bu gecelerde kandiller asıldığından toplumda kandil geceleri diye anıldığı yönündedir. Osmanlı döneminde mirac gecesinde okunan “miraciyeler” de artık günümüzde unutulmaya yüz tutmuş görülmektedir. Genel itibarıyla Kur’an-ı Kerim ve mevlid okunarak, ilahi ve tesbihatlarla kutlanan günümüzdeki kandil gecelerinde yapılmış olan bu uygulamalar peygamberimizden sonra türetilmiş olsa da bidat-ı hasene (güzel bidat) olarak değerlendirilmektedi

Mezhep Bir Din Değildir


            Mezhep (مذهب) kelimesi Arapça bir kelime olup "gitmek" manasına gelen ذهب (zehebe) kökünden türemiştir ve "gidilen yol, ekol" manalarına gelmektedir. Mezhepler, itikadî ve fıkhî mezhepler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İlk mezhebin ortaya çıkışıyla ilgili net bir tarih vermek güç olsa da Müslümanlar arasındaki ilk ekolleşmeyi sahabe dönemine kadar dayandırmak mümkündür. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis diye adlandırılan bu ekolleşme daha sonra ortaya çıkacak olan birçok itikadî ve fıkhî mezhebin doğuşuna da kaynaklık etmiştir. Özellikle itikadî mezheplerin ortaya çıkmasında ve şekillenmesinde dinî ve kelamî yorumların yanı sıra siyasî faaliyetlerinde çok etkin olduğunu söyleyebiliriz. Hülefa-i Raşidin'den olan İslam'ın dördüncü halifesi Hz. Ali dönemindeki karışıklıklar toplum içerisindeki klikleşmeleri artırmış ve toplumda patlak veren ve bir manada iç savaş olarak da adlandırılabilecek olan Sıffin Savaşı sonrası toplum Hz. Ali taraftarları, Muaviye taraftarları ve biz ne o taraftan ne de bu taraftanız diyerek iki grubu da "Hakem Olayı"ndan dolayı tekfir eden üçüncü bir grup olan Hariciler olmak üzere üç ana gruba ayrılmıştı. Hz. Ali sonrası başlatılan Emevî saltanatı döneminde kavmiyetçilik artmış ve bu da diğer Müslüman grupların tepkisine sebep olmuştur.
            Görüldüğü üzere Müslümanlar arasındaki ilk gruplaşmalar hatta keskin ayrılışlar sahabe dönemine kadar gitmektedir. Bu ayrılıklar daha sonraki dönemlerde daha da sistematize edilmiş ve böylece mezhepler de ortaya çıkmaya başlamıştır diyebiliriz. Yani Peygamberimiz hayatta iken herhangi bir ayrı gruplaşma yaşanmamıştır daha doğrusu Peygamberimiz buna müsaade etmemiştir. Peygamberimiz döneminde de bir grup Mescid-i Dırar adı altında bir mescid inşa etmiş ve orada toplanmaya başlamışlardı. Peygamberimiz toplumda fitneye sebebiyet verebileceği için bu mescidi yıktırmıştır. Yani ilk mescidi kendisi yaptığı gibi yine ilk mescidi yıkan da Hz. Peygamberin kendisi olmuştur.
            İslam coğrafyasında şu an sünnî ve şiî olmak üzere iki ana kanat bulunmaktadır. Fakat her iki ana kanadın da onlarca alt kanadı var diyebiliriz. Hem kelamî hem de fıkhî açıdan günümüze kadar ulaşabilen bazı mezhep ve görüşler olduğu gibi şu an mensubu kalmamış veya fikrî manada sadece küçük gruplar veya şahıslar tarafından itibar edilen veya mensubu kalmamış fakat kitaplarda varlıklarını sürdüren onlarca mezhep bulunmakta. İster istemez insanın aklına şu soruda gelmiyor değil. Nasıl birbirinden farklı bu kadar mezhep var, bu kadar mezhep nasıl ortaya çıktı? Belki de bu soruya en güzel cevabı Hz. Ali'ye isnat edilen bir söz vermekte: "İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı."
            Peki, günümüzdeki durum ne? Malum Ortadoğu, cadı kazanına dönmüş vaziyette. Irak'ı Amerika'nın işgali ve Arap dünyasında estirilen yalancı bahardan sonra mezhepçilik algısı belki de tarihinde hiç olmadığı kadar yüksek oranda tehlikeli hale gelmekte. Tarihimizde Müslüman ülkeler arasında bir mezhep savaşına rastlanmamaktadır. Mezhep savaşı olarak nitelenen savaşların asıl sebeplerinin hep siyasî olduğunu görürüz. Günümüzde mezhepler arası farklılıklar ön plana çıkartılıp kaşınmaya çalışılırken aslında bize yine en güzel cevabı tarih vermekte. Sünnî ekol içerisinde yer alan fıkhî mezheplerin en büyüğü ve en geniş alana yayılmışı olan Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife, (Numan b. Sabit) Şiî inancı içerisindeki on iki imam inancının altıncı imamı olan ve şu an İran'ın % 90'a yakın bir bölümü tarafından fıkhî mezhep olarak kabul edilen Caferî mezhebinin kurucusu Cafer-i Sadık'ın talebelerindendir. İlk dönem bilginlerinin yorum farlılıkları sonraki nesiller tarafından daha da derinleştirilmiş ve hatta fanatize edilmiş gözükmektedir. Fikrimiz şiî, sünnî aynılaşması değildir, ki bize yanlış dahi gelse ve eleştirsek de farklı anlayışlara saygı duyabilmeliyiz fakat bu ayrılıklarla oluşan uzaklaşmalar bize en azından Müslümanların kardeş olduğunu unutturmamalıdır.
            Şunu da unutmamak gerekir ki, mezhep bir din değildir. Ne Şiîlik ne de Sünnîlik bir din değildir. Ve bizim şiarımız kendini Müslüman olarak tanımlayan ve ifade eden herkesi zahiren Müslüman olarak görmek ve Müslüman olarak bilmektir. Zira kalplerde olanı Allah dışında kimse bilememektedir. Ehl-i Kitap'la dahi asgarî müştereklerde bir araya gelebilmeyi salık veren bir kitabın ve dinin inananları olarak aramızdaki ayrışmaları artırıcı hareketlerin tamamı İslam'a ve Müslümanlara hizmet etmeyecektir. O nedenle günümüzde Müslümanlar olarak, aynı kıbleye yönelen ve secde eden insanlar bir olmalı, beraber olmalı ve birlik olmalıyız. İslam coğrafyasına neşter atmaya çalışanlara verilebilecek en güzel cevap muhakkak ki birbirine kenetlenmiş ve vahdet ruhunu soluklayabilmiş bir Müslüman topluluğudur. Rabbimizin aramızda tesis ettiği birlik, beraberlik ve vahdet şuuruyla şuurlanabilmek temennilerimle... Rabbim kardeşliğimizi daim etsin...  

18 Nisan 2016 Pazartesi

Kutlu Doğum Haftası


Kutlu Doğum Haftası ilk defa 1989 yılında Türkiye Diyanet Vakfı’nın Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’ın teklifiyle başlattığı bir uygulamadır. Peygamber efendimizin miladî takvime göre doğum günü olan 20 Nisan’ı içinde barındıran haftada kutlanan Kutlu Doğum Haftası, daha sonraki yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da desteklenmiş ve böylece kutlama programları da bir resmiyet kazanmıştır. Daha sonraki yıllarda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarına alternatif kutlama olduğu gerekçesiyle 20 Nisan’la sonlanan kutlamalar günümüze kadar devam etmiştir. Yıllar içerisinde kutlamaların bidat olduğu veya hicrî takvime göre kutlanan mevlid kandili varken miladî takvime göre de bir kutlamaya gerek olup olmadığı yıllarca tartışıldı ve bu konuda birbirinden farklı bazı görüşler ortaya kondu. Özellikle Ak Parti iktidarlarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kutlamaları sahiplenmesi ve okullarda kutlamaların yapılmasına izin verilmesiyle beraber bu tartışmaların da son yıllarda iyice azaldığı görülmekte.
Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle bir konu belirliyor ve bu belirlenen konu etrafında hafta boyunca yapılan etkinlik ve faaliyetlerde o konu üzerine yoğunlaşılarak halkımızın belirlenen konuda bilgilenmesi, en azından bu konu üzerinde bir farkındalık oluşmasına gayret ediliyor. Bu yıl Kutlu Doğum Haftasında “Hz. Peygamber, Tevhid ve Vahdet – Gelin Birlik Olalım” teması belirlendi. Günümüzde hem millet olarak hem de ümmet olarak çok ihtiyaç duyduğumuz bu erdemlere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu yıl dikkat çekmesini çok olumlu bulmaktayız.
Bilindiği gibi peygamber efendimiz ve tüm peygamberler insanları tek olan Allah’a inanmaya davet etmişlerdir. Tevhid anlayışı insanın sadece Allah’a kulluğa memur ederek özgürleştirirken, vahdet de ümmetin bir arada olması ve küfre karşı özgürleşmesi anlamına gelmektedir. Allah’ın ve peygamberimizin beyanlarında bütün inananların kardeş olduğu ifade edilmişken ve hatta Ehl-i Kitap’la dahi ortak noktalarda bir araya gelinmesi emredilmişken, ümmetin şu an içinde bulunduğu durum içler acısıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın doğru ve olumlu bir tespitle Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle dahi olsa böyle bir gündem oluşturmaya çalışması takdire şayandır.  

10 Nisan 2016 Pazar

Üç Aylar ve Regaib Kandili


              Rabbimiz, zamanlar içerisinde mukaddes zamanlar yaratmıştır. Bu kutlu zamanlardan birine daha kavuşmuş olmanın neşvesi içerisindeyiz. İbadet ayı olan Ramazan'ın müjdecisi olan aylardandır Recep ayı. Dini işlerimizin planlandığı Hicrî Takvimin aylarından olan Recep ayı, ardından gelecek olan Şaban ayı ve onun ardından gelecek olan Ramazan ayları halkımız tarafından yoğun teveccühle karşılanmış ve bu aylarda halkımız ibadetlerine daha bir titizlik göstermişlerdir. Halkımız arasında "Üç Aylar" diye meşhur bu ayların faziletinin milletimiz yüzyıllardır farkında olmuş ve bu ayların faziletinden istifadeye çaba harcamıştır.
            Halkımız arasında "Üç Aylar"dan ilki olan Recep ayının ilk Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan gece "Regaib Kandili" olarak kutlanmıştır. Aslında bu kandil "Üç Aylar"ın manevi ikliminin başladığının insanlara ilanı mahiyetinde bir kandildir. Kur'an-ı Kerim tilavetleri, kaside, ilahi ve naatlarla karşılanan "Üç Aylar"ın faziletinden herkes istifade edebilsin, bu kutlu iklimin başladığının herkes farkında olsun diye bir dikkat çekmedir aynı zamanda "Regaib Kandili". Rağbet edilen, önemsenen gibi manalara gelen "Regaib" kelimesi esasında başlangıcını duyurduğu "Üç Aylar"ın rağbet edilen ve rağbet edilmesi gereken bir manevi iklim olduğunun da bir ilanı.  
            Kur'an-ı Kerim'de "Kadir Gecesi" haricinde bir geceye dikkat çekilmemesi ve "Regaib Kandili" şeklinde bir kutlamanın peygamberimiz tarafından yapılmamasına rağmen, yine de bu gecede peygamberimizin ibadetlerini artırdığına dair rivayetler vardır. Günümüzde ülkemizde yapılan kandil kutlamaları şeklinde bir kutlamanın peygamberimiz tarafından yapıldığına dair bir bilgi yoktur. Günümüzde birçok Müslüman ülkede de bu şekilde bir kandil kutlamasının olmamasına ve ulemanın ekserisinin kandil kutlamalarının sonraki dönemlerde ortaya çıktığını bildirmesine rağmen "Regaib Kandili"ni halkımız fazlasıyla benimsemiştir.
            "Regaib Kandili"ne has bir ibadet olmamakla beraber, bu gecede ibadetle meşgul olunması, Kur'an-ı Kerim okunması, dua edilmesi, kandil gününün oruçlu olarak geçirilmesi hoş görülmüş ve toplumumuzda da bu tür uygulamalar sürdürülegelmiştir.
            Bu gecelerde edilen duaların daha makbul olduğu ile ilgili yaygın bir kanaat olmasına rağmen duanın ne zaman kabul olacağı veya kabul olup olmayacağı sadece Allah tarafından bilinebilir. O nedenle de duada ve ibadette devamlılık ve ısrar esastır. Sadece kandil gecelerinde veya sadece bazı günlerde ibadet edip, dua edip diğer zamanlarda ibadeti aksatmak da mü'minin şiarı olamaz. O nedenle bu tür geceler aynı zamanda ibadet alışkanlığı ve iştiyakının artmasına da vesile olabilmeli. Nitekim peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde ibadetlerin az dahi olsa devamlı olanının daha makbul olduğunu bildirmiştir. (Müslim 782/216)

27 Aralık 2015 Pazar

Yılın Sonu, Noel veya Hz. İsa Ne Zaman Doğdu?


            Yılın sonu yaklaşıyor... Yine caddelerde, sokaklarda, televizyon ekranlarında, sosyal medyada ve benzeri yer ve mekanlarda, yılın sonu için yapılacak etkinlikleri değil de yılbaşı kutlamaları adı altında yapılacak bazı etkinlikleri veya mağaza vitrinlerinde değişik süslemeleri göreceğiz gibi. Bazılarımız "la havle" çekerek geçip gidecek, Müslüman mahallesindeki bu salyangoz satışına... Bazılarımız ise şimdiden başladı yeni yıl eğlencesi hazırlıklarına...
            Malumdur, daha ilkokuldan itibaren hepimize öğretilmiştir. 1 Ocak kullanmış olduğumuz miladî takvimin başlangıcıdır. Esasında ülkemizde 1925'e kadar bu takvim kullanılmazdı. 1925 tarihine kadar kullanılan iki takvim birden vardı aslında. Genelde dinî meselelerin düzenlendiği Hicrî takvim ki, Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye olan hicretini milat kabul eden ve ayın hareketlerine göre düzenlenmiş bir takvim ile yine Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye hicretini milat kabul eden fakat dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü esas alan Rumî Takvim. 26 Aralık 1925 tarihinde “Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun” kabul edilerek güneşin batışının günün sonu oluşu kaldırılarak günün bitimi Avrupa'da olduğu gibi gece yarısı 24.00'de endekslenmiştir. (O nedenle hala yaşlılarımız Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan geceye Cuma gecesi derler.) Ayrıca aynı gün yapılan düzenlemeyle miladî takvime (Gregoryan Takvimi) geçilmiştir. Böylelikle 1926 yılı itibarıyla 1 Ocak yılbaşı olarak kabul görmeye başlamıştır. Yıllar içerisinde bu takvim halk arasında da kanıksanmış ve 1 Ocak tarihinin yılın başlangıcı olduğu kabulü toplumun da kabulü haline gelmiştir.
            İlkokuldan itibaren bize öğretilen diğer bir bilgi de miladî takvimin başlangıcının Hz. İsa'nın doğumu olduğudur. Bu bilgi maalesef yanlış bir bilgidir. Bilindiği gibi tüm Hıristiyan dünya, kendi inançlarına göre "Tanrı'nın Oğlu" olan ve kendisi de haliyle Tanrı olan İsa'nın doğumunu kutlar. Esasında Hıristiyanlar içerisinde de "Tanrı İsa"'nın doğum tarihi konusunda bir birliktelik yoktur. Bazı Hıristiyan gruplar "Tanrı İsa"'nın doğumunu 25 Aralık olarak kabul ederken, özellikle Doğu Kiliselerine mensup bazı Hıristiyan gruplar ise "Tanrı İsa"'nın doğumunu 6 Ocak olarak kabul ederler. Hıristiyanlar arasında "Doğuş Bayramı veya Milat Yortusu" gibi bazı isimlendirmelerle de kutlanan, daha meşhur olan şekliyle "Noel" kutlamaları o nedenle Hıristiyan dünyada biraz uzun sürmektedir. Bu farkın sebebi esasında "Jülyen Takvimi" ve "Gregoryan Takvimi" arasında bulunan 11 günlük sapmadır. Yani, esasında 1 Ocak hiçbir Hıristiyan gruba göre Hz. İsa'nın doğum günü değildir. 1 Ocak Hıristiyan gruplar arasındaki anlaşmazlığı biraz olsun gidermek için iki takvim arasındaki farkın ortasını bulma çabası gibi görünmektedir.
            Gelelim şimdi bizim inancımıza... Hz. İsa'nın doğumuyla ilgili Kur'an-ı Kerim bir tarih vermekte midir? Tabi ki, Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa'nın ne zaman doğduğuyla ilgili net bir tarih bulmak mümkün değildir. Fakat Hz. İsa'nın ne zaman doğduğuna dair Meryem Suresi'nden bazı çıkarımlar yapmak hiçte zor görünmüyor. Meryem Suresi'nde 22. ayetten itibaren Allah-u Teala şöyle buyuruyor.
22. Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.
23. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. "Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!"
24. Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir."
25. "Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün."
26. "Ye, iç. Gözün aydın olsun!"
            25. ayette açık şekilde görüldüğü gibi yeni doğum yapmış olan Hz. Meryem'den hurma ağacının dalını silkelemesi isteniyor ve böylece de üzerine doğru dökülen taze hurmaları yemesi emrediliyor. Hz. İsa'nın doğum zamanını saptama adına burada sorulması gereken soru şu: "Hurma ağacı ne zaman meyve verir?" Hurma ağacının sıcak iklimi sevdiği ve sıcak aylarda meyve verdiği herkesin malumudur. Hz. İsa'nın doğmuş olduğu Filistin bölgesi de iklim koşulları itibarıyla Akdeniz ikliminin hakim olduğu bir yerdir. Kış ayları Akdeniz ikliminde her ne kadar ılıman geçse dahi hurmanın meyve vermesini sağlayacak kadar sıcaklık yeterli değildir. O halde Hz. İsa'nın doğumu kış ayı olmamalıdır. Yani Hz. İsa'nın kış mevsiminin ortasında yani 1 Ocak tarihinde doğduğu genel kabulü ayete göre hayli şüphelidir.
            Gelelim şimdi de Hıristiyanlar arasındaki Noel kutlamalarına... Hıristiyanlar arasında Noel kutlamalarında artık hindi kesme, ren geyiklerinin çektiği kızağıyla gelip Antalya'lı! Noel Baba (Aziz Nikola) tarafından getirilmesi beklenen hediyeler ve çam ağacı süsleme gibi bazı uygulamalar dinî bir ritüele dönüşmüş durumda. Çam ağacı süslemeyle ilgili adetin Hıristiyanlık öncesi Paganist (Putperest) inançlara ait olduğu ise artık sır değil. Ayrıca bu kutlamalar sırasında yapılan harcamalar, israf ve insanların eğlence adı altında sergiledikleri bazı olumsuz davranışlar, bu kutlamaların Hıristiyan dünyasında da bir daha gözden geçirilmesi gerektiği hakikatini ortaya koymakta.
            Peki, ülkemizdeki durum ne? Ülkemizde de yılbaşı eğlencesi adı altında Hıristiyanların Noel kutlamalarında yaptıkları ritüellerin büyük bir çoğunluğu kendini Müslüman olarak vasıflandıran halkımızın bir kısmı tarafından da uygulanmakta. Birçok mağaza ve alışveriş merkezinde yılbaşı için özel süslemeleri görmek mümkün olduğu gibi aynı zamanda kırmızı elbiseler içinde takma sakalıyla "hoh hoh hooo" diye naralar atarak ortalıkta dolaşanları maalesef artık ülkemizde de görmek mümkün. Ayrıca Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlık öncesi Paganist (Putperest) inançlarında ölümsüzlüğün sembolü olarak gördükleri çam ağacı figürünü değişik süslerle cazip hale getirme telaşı hepimizin malumu artık. Yine özellikle yılbaşı gecesinde hindi yemeyi maharet bilme de diğer bir taklitçilik örneği.
            "Peki, ne olur bu gecede Hıristiyanlar gibi eğlenceler tertip etsek, hindi kesip yesek, Noel Baba kıyafetleri içerisinde dolaşıp, çam ağaçları süslesek? Dinden mi çıkarız yani?" diyenlere de Peygamberimiz yüzyıllar evvelinden cevap veriyor aslında: "Kim bir topluluğa benzerse, o onlardandır. (Ebu Davut, 4031)"
            Vesselam...


4 Aralık 2015 Cuma

Birilerine Açık Mektup


            Nasıl bu hale geldik?
            Şu an televizyonlarda, haber sitelerinde, sosyal medyada iki önemli konu tartışılıyor. Aslında ikisi de birbiriyle çok ilintili meseleler.
            1. MİT tırları soruşturması
            2. Rus savaş uçağının düşürülmesi 
            Üzülerek görüyorum ki bu iki milli meselede dahi birlik olamıyoruz. MİT tırlarında ne vardı? Silah mı vardı, insanî yardım mı? Bu tırların içindekiler kimlere götürülüyordu? Arkadaş, tırların içinde varsayalım ki silah vardı ve bu silahlar MİT mensuplarınca Suriye'de birilerine götürülüyordu. MİT'in içinden bu bilginin dışarıya sızıyor oluşu bir zafiyet değil midir, MİT adına? Diğer yandan tırların Bayır Bucak Türkmenlerine insanî yardım götürdüğü ilan edildi. Varsayalım ki gıda, ilaç değil de onlara silah taşıyordu bu tırlar. Bu nasıl olur da bu memlekette birilerini rahatsız edebilir? Bu vatana ihanet değil de nedir, Allah aşkına? Oradakiler kimler? Hem Türk, hem de Müslümanlar. Bizimle aynı dili konuşan aynı inanca sahip insanlar. Muhtemel ki ülke sınırları çizilirken, Hatay ilimizin bir ilçesi olabilecek kadar Türkiye'den bir yer. Bir de tırların içeriğinin silah olduğu ve silahların DAEŞ'e gittiği iddiası var tabi. Ya kardeşim, DAEŞ açıklama yapıyor. Türkiye kafir, yöneticileri kafir diye, ki anlayışlarınca dinden dönenin yani mürtedin katli vaciptir. Paris'te olan saldırı sonrası bile Türkiye'nin DAEŞ'e yardımı olduğunu dillendirenler oldu. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır böyle? Amaç Türkiye teröre destek veren bir ülkedir imajını tüm dünyaya vermek tabi.
            Diğer mesele Rus savaş uçağının düşürülmesi meselesi. Yahu kardeşim, Türkiye basınında bu olay sebebiyle "Aman Putin Abi, bu olay sebebiyle Turkiye'ye hasım bağlama bunu AKP yaptı, zaten biz de çok çekiyoruz bunlardan.." gazelleri okuyanlar var. Bazı devlet ricaline olan kin ve nefretleri öyle bir hale getirmiş ki birilerini, Rusya uçağımı düşürdünüz deyip Türkiye'de bazı yerleri bombalasa sevinecekler herhalde. Türkiye'de Rus Muhipleri Cemiyeti kurulsa aza olmak için neredeyse sıraya girecek ekran ekran dolaşanlar var.
            Şöyle bir durup sağımıza solumuza bakıp, yahu biz nasıl bu hale geldik demenin vakti ne zaman gelecek? Bize okutulan İnkılap Tarihi derslerinde TBMM hükümeti yanlısı olmayıp saltanat yanlısı olanların dahi, ki saltanat yani Osmanlı yanlısı olmakla itham edilenlerin hepsi de Osmanlı okullarında yetişmiş devlet ricaliydi. O dönemin şartlarına bakmadan o dönemde vatan aşığı olanların dahi hain damgası yediği yerde şimdi milli bu meselelerde dahi sırf bazı devlet ricaline duyulan kin ve nefret dolayısıyla konumlanılan bu noktalar hiç kimseyi rahatsız etmeyecek mi? Birileri de çıkıp, "Yahu arkadaş acaba yanlış mı yapıyoruz?" ne zaman diyecek? Veya demeyecek mi?

17 Eylül 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Sünnetinde Alternatif Çözüm Yolları





Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV) peygamberlik görevini şüphesiz ki bihakkın yerine getirmiştir. Peygamberlik görevini yerine getirirken de başvurduğu yollardan birinin, meselelere alternatif çözüm yolları getirmek olduğunu görüyoruz. O’nun kendi heva ve hevesinden konuşmayacağı, kendi heva ve hevesine göre hareket etmeyeceği Kur’anî bir beyan olduğuna göre[1] demek ki dinî konulardaki bu alternatif çözüm yolları Allah’ın izni doğrultusunda vücuda gelmiştir. Peygamberimizin dini anlatmada ve yaşamada bir eğitim metodu olarak kullandığı alternatif çözüm yolları sunma, muhakkak ki Kur’anî bir karakter taşır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala’nın bazı hükümler noktasında bu metodu uyguladığını görüyoruz. Mesela, namaz kılmak için bir zorunluluk olan abdest suyunun bulunamaması veya suya ulaşılamaması halinde teyemmüm alternatif olarak sunulmuştur ki;[2] İslam Hukukunda genel olarak bu alternatifliliğe ruhsat adı verilmektedir.
Peygamber Efendimizin birçok konuda ümmete alternatifler sunduğu bilinmektedir. Bu çözümlerin fazlalığı ve birçok alana nüfuz ediyor oluşu, Peygamber Efendimizin ‘Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz’[3] kutlu beyanıyla tam bir uyum içindedir. Tabi ki, hiçbir zaman alternatifin olmadığı ve olamayacağı konular da vardır ki; imanî ve ahlakî konular bu konuların başında gelmektedir.
Peygamber efendimizin sunduğu alternatif çözüm yollarından örnekler sunacak olursak;
Namazda Kıyama Gücü Yetmeme
Namazı sağlık sorunları sebebiyle ayakta kılmaya gücü yetmeyen İmran b. Huseyn namazı nasıl kılması gerektiğini peygamberimize sormuştur. Peygamber efendimiz de ‘Ayakta kıl, gücün yetmezse oturarak kıl, buna da gücün yetmezse yan tarafına yaslanarak kıl’ buyurmuşlardır. Bu hadise Nesai’de ek olarak ‘Buna da gücün yetmezse sırt üstü yatarak kıl. Allah hiçbir kimseye gücünün yereceğinden fazlasını yüklemez’[4]buyrulmaktadır. Hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere namazı ayakta kılmaya muktedir olamayan kişiye Peygamber efendimiz alternatif olarak, oturarak kılmasını emretmektedir. Buna da gücünün yetmemesi durumunda yan yaslanarak, daha da güçsüz ise sırt üstü yatarak namazını kılmasını emretmektedir. Bu da gösteriyor ki Peygamber efendimiz tarafından dinin direği olarak isimlendirilen namaz ibadetinde dahi alternatif çözüm yolları vardır.
Oruç Keffaretine Alternatif
Bilindiği üzere farz olan ramazan orucunu bile bile bozmanın hükmü iki ay yani altmış gün aralıksız oruç yani keffaret orucu tutmaktır. Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre bir adam Hz. Peygambere gelerek;
‘Helak oldum, Ya Rasulallah!’ dedi. Peygamber Efendimiz de:
‘Seni helak eden nedir?’ diye sordu. Adam:
‘Ramazanda (oruçlu iken) eşimle münasebette bulundum.’ dedi. Peygamber Efendimiz de:
‘Azad edilecek bir kölen var mı?’ diye sordu. Adam da:
‘Hayır.’ dedi. Peygamber Efendimiz:
‘Aralıksız iki ay oruç tutabilir misin?’ diye sordu. Adam:
  • ‘Hayır.’ dedi. Peygamberimize içinde hurma olan bir sepet getirilmişti. Peygamberimiz, adama:
  • ‘Al şunları sadaka olarak dağıt.’ dedi. Adam:
  • ‘Bizden daha fakir olanlara mı Ya Rasulallah? Vallahi şu iki taşlık arasında (Medine’de) bu hurmalara bizden daha muhtaç olan yoktur’ deyince; Peygamber efendimiz gülümseyerek:
  • ‘Bu hurmaları götür ailene yedir.’ buyurdu.[5]
Görüldüğü gibi, Peygamber efendimiz orucunu bilerek bozan adama önce köle azadını, ardından keffaret orucunu, daha sonra da tasadduku alternatif çözümler olarak sunmaktadır. Sadakaya muhtaç halde yaşadığını anlayınca da o hurmaları ailesiyle beraber yemesini emrediyor. Buradan çok fakir durumdaysan ve alternatiflerden hiçbirini yapmaya muktedir değilsen o zaman orucunu dilediğin gibi bozabilirsin hükmü çıkarılmamalıdır. Bu meseleden anlaşılması gereken Peygamber efendimizin alternatif çözüm yolları sunarak dinin yaşanmasını kolaylaştırmasıdır.
Muaz b. Cebel’in Yemen’e Vali Olarak Gönderilmesi
Peygamber efendimiz Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken sordu:
  • ‘Ey Muaz! İnsanlar arasında nasıl hüküm vereceksin?’ Muaz:
  • ‘Allah’ın kitabında olduğu gibi hüküm vereceğim.’ dedi. Peygamberimiz:
  • ‘Allah’ın kitabında bir hüküm yoksa ne yapacaksın?’ diye sordu. Muaz:
  • ‘O halde Rasulullah’ın sünnetiyle hüküm vereceğim.’ dedi. Peygamberimiz de:
  • ‘Hüküm, Rasulullah’ın sünnetinde de yoksa ne yapacaksın?’ diye sordu. Muaz:
  • ‘O zaman kendi içtihadımla vardığım sonuca göre hüküm vereceğim.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz:
  • ‘Allah’a hamdolsun ki, Rasulünün elçisini böyle bir yola muvaffak kıldı.’ buyurmuştur.[6]
Görüldüğü üzere Muaz b. Cebel, Peygamber Efendimizin orada ne ile hükmedeceği sorularına önce Kur’an, orada bulamazsa sünnet, orada da bulamazsa kendi rey ve içtihadına göre hüküm vereceğini belirtmiş ve bu sıralama Peygamber Efendimizce de makbul görülmüştür. Muaz b. Cebel’in verdiği cevaplardaki bu alternatifli sıralama hüküm çıkarmada da, başta İmam-ı Azam Ebu Hanife olmak üzere birçok fıkıh bilginince izlenen sıralama olmuştur.
Çeşitli Konularda Sunulan Alternatifler
Peygamber efendimizin alternatif çözüm yolları sunduğu konuları çoğaltmak mümkündür. Fakat biz konuyu daha da fazla uzatmadan burada yorumsuz olarak alternatiflerin sunulduğu bazı hadisleri vermekle yetineceğiz.
Ebu Hureyre’den nakille; bir adam Hz. Peygambere gelerek;
  • ‘Ey Allah’ın Rasulü! Kendine iyi davranmama en layık kişi kimdir?’ diye sordu. Peygamberimiz de:
  • ‘Annendir.’ buyurdu. Adam:
  • ‘Sonra kimdir?’ dedi. Peygamberimiz:
  • ‘Annendir.’ buyurdu. Adam:
  • Yine ‘Sonra kimdir?’ dedi. Peygamberimiz:
  • Yine ‘Annendir.’ buyurdu. Adam:
  • Yine ‘Sonra kimdir?’ dedi. Peygamberimiz:
  • ‘Babandır.’ buyurdu.[7]
 ‘Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin ya da sussun.’[8]
‘Sizden biri hiddetlendiğinde (öfkelendiğinde) ayakta ise otursun; oturduğunda hiddeti geçmiyorsa bir yere yaslansın veya yatsın.’[9]
Sahabeden bazıları peygamberimize gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Yeni Müslüman olmuş kimselerden bazıları bize et getiriyorlar. Fakat biz onların hayvan keserken besmele çekip çekmediklerini bilmiyoruz. Getirdikleri eti yiyebilir miyiz?’ diye sordular. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: ‘Besmele çekin ve yiyin.’ buyurdular.[10]
Sonuç Yerine
Her şeyiyle bizim için en güzel örnek (üsve-i hasene) olduğu Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen (Ahzab, 21) Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV) dini anlama, yaşama ve anlatmada da elbette ki bizim için en iyi ve en mükemmel örnektir. Öğretmenin öğrencisiyle, ebeveynin çocuklarıyla münasebetlerinde, esnafın müşterisiyle, komşunun komşuyla ilişkilerinde ve bütün beşerî ve sosyal münasebetler de peygamberimiz bizim için en iyi örnektir. O’nun dinî, beşerî veya diğer alanlarda getirmiş olduğu alternatif çözümler de bizim için bir örnek olmalıdır. Tabi ki dinin ahkâmı tamamlanmış ve kâmil derecededir. O konularda alternatifler sunmak sadece Allah ve rasulüne özeldir. Fakat sosyal ve beşerî münasebetler noktasında alternatif sunabilme kapıları ardına kadar açıktır. O nedenle bizim için her şeyiyle en güzel örnek olan peygamberimizin alternatif üretebilme yönünü de örnek alabilmeliyiz. Peygamberimizin bu yönünün örnek alınabilmesi hoşgörü ve tolerans adına elzemdir.
[1] Necm, 3.
[2] Maide, 6.
[3] Buhari, İlm, 12; Müslim, Cihad, 6.
[4] Buhârî, Taksir, 19; Tirmizî, Mevâkît, 157; Ebû Dâvud, Salât, 175.
[5] Buhari, Savm, 31.
[6] Ebu Davud, Akdıye, 11; Tirmizi, Ahkam, 3.
[7] Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr ve Sıla, 1.
[8] Buhari, Edeb, 31; Müslim, İman, 78.
[9] Ebu Davud, Edeb, 3.
[10] Buhari, Tevhid, 13.

3 Eylül 2015 Perşembe

Can Çekişen Bir Müessese: Hafızlık


Hafızlık zor ve meşakkatli bir çalışmanın kutlu meyvesi. Yıllar süren bir emek sonucunda ulaşılabiliyor ancak hafızlığa. Hafızlar için ‘Ayaklı Kur’an’ tabiri dahi kullanılıyor.

Hz. Peygamber (sav) döneminden bu güne var olan hafızlık müessesesi ülkemizde maalesef 28 Şubat post modern darbesiyle ağır bir yara aldı. Günümüzde yeni yetişen hafız maalesef çok az. 28 Şubat süreciyle beraber gelen sekiz yıllık kesintisiz eğitim sistemiyle hafızlık müessesesine de büyük bir darbe vurulmuş oldu. Daha öncelerde ilkokulu bitiren öğrenci iki veya üç yıl hafızlık eğitiminden sonra imam – hatiplere kaydolabiliyordu. 28 Şubat öncesi imam – hatip liselerinde her sınıfta erkekli kızlı dörder beşer hafız olurken, maalesef şimdilerde 1698 mevcudu bulunan Çarşamba Anadolu İmam – Hatip Lisesi’ndeki hafız sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Ve bunların hepsi de erkek. Maalesef hiç bayan hafız da yok okulda.

Hafızlık müessesesinin yaşatılması için çeşitli yollar arandı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimi bitiren öğrenciler meslekî açık öğretim liselerine kaydettirilip bir taraftan imam – hatip diploması almasına diğer yandan da hafızlık icazetini almasına gayret edildi. Maalesef imam – hatip diploması alan bu öğrenciler meslek derslerinin bir kısmını hocalardan yüz yüze alırken meslek derslerinin bazılarını ve sosyal, matematik ve fen derslerinin tamamını kendi çalışma ve gayretleriyle başarmaya çalıştılar. Fakat öğrenci için daha da zor ve meşakkatli olan bu süreç de hafızların sayısının azalmasına ve kalitelerinin de düşmesine neden oldu. İlkokulu bitirdikten sonra daha kuvvetli olan ve değişik dünyalıklarla kirlenmemiş taze dimağlara yaptırılan hafızlıklar gibi olmadı, sekiz yıllık kesintisiz eğitim mezunu olanlara yaptırılan hafızlıklar.

Günümüzde 4+4+4 eğitim sisteminin gelmesiyle beraber az bir nefes alma ortamı oluşturulmaya çalışıldı hafızlık sistemine. Ama bu uygulamanın da yetersiz olduğu kanaatindeyiz. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlık için öğrenciye bir yıl müddet veriyor ilgili yönetmelik. Fakat herkes bilir ki; hafızlık eğitiminin bir yılda verilmesi neredeyse imkânsızdır. Bir öğrencinin bir yılda hafız olabilmesi için çok istekli olması ve muhteşem bir zekâya sahip olması gerekir. Hafızlıkla alakalı olan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 31. maddesi şöyle:

‘Sağlık durumu nedeniyle okula devam etmesinin uygun olmadığına ilişkin sağlık kurulu raporu alanlar ile imam-hatip ortaokuluna kayıt yaptıran veya devam eden ve hafızlık eğitimine başladığını belgelendirenlerden o eğitim ve öğretim yılı için devam zorunluluğu aranmaz. Sağlık raporu alanlar raporları süresince, hafızlık eğitimi alanlar bu eğitimleri süresince eğitim ve öğretim yılı başından itibaren en fazla bir eğitim ve öğretim yılı okula devam etmeyebilirler. Bu sürenin bitiminde okula devamları sağlanır. Bu öğrenciler okula döndüklerinde devam edemedikleri eğitim ve öğretim yılına ait derslerden okul müdürünün sorumluluğu ve koordinesinde alan öğretmenlerinden oluşturulacak komisyonca sınava alınırlar. Başarılı olanlar bir üst sınıfa devam ettirilirler.’

İlgili yönetmeliğin maddesinden de anlaşıldığı üzere hafızlığa bir yıl süre veriliyor ve daha sonra öğrenciye kaybı olan bir yılında telafi edebilecek bir sistem oluşturulmaya çalışılıyor. Bu madde yayınlandığından biri bu maddeden istifade ederek kaç kişi hafız olmuştur bilemiyorum ama uygulanabilirliği pek bulunmayan bir madde kanaatimizce. Tekraren söylüyorum, bir öğrencinin bir yılda hafız olması neredeyse imkânsız.

Peki, ne yapılabilir? Bu konunun bakanlık tarafından üzerinde dikkatle çalışılması gerekiyor. Ama âcizane teklifimiz, hafızlık eğitimi ve imam – hatip eğitimini beraber veren ve yatılı olan imam – hatip ortaokulları veya liselerinin açılmasıdır.
Vesselam….

Gıybet, İnsan Eti Yemek


Evet. Aynen böyle tabir ediliyor Kur’an-ı Kerim’de gıybet. Hem de kardeşinin etini yemek. Ve akabinde de “…bundan tiksindiniz…” denilmekte. Konuyla ilgili Allah-u Teâlâ Hucurat Suresinin 12. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”

Zannın büyük bir bölümünden kaçınılması uyarısıyla başlayan ayet başkalarının kusur ve mahremlerini araştırmama uyarısıyla devam ediyor ve gıybet yasağını hemen ardından zikrediyor. Esasında su-i zan ve mahremiyetin araştırılması gıybeti tetikliyor. Ayet gıybetle alakalı öyle bir betimlemede bulunuyor ki, insana neredeyse bir şok yaşatacak nitelikte bir betimleme… Ve ardından gelen tiksinme…

Bu kadar kesin bir şekilde yasaklanan ve ölmüş kardeşinin etini yemek gibi tiksindirici bir benzetmeye matuf bu davranış nasıl oluyor da insanlarca bu kadar kolay yapılabiliyor. Domuz eti yemek de haram. İnsanlar bu haramdan kaçındıkları kadar veya zina yasağından kaçındıkları kadar veya içki yasağından kaçındıkları kadar gıybetten kaçınıyorlar mı acaba? Bir Müslüman olarak içki içilen ortamlardan uzak duruyoruz, zina edilen ortamlardan uzak duruyoruz ama acaba gıybet edilen ortamlardan uzak duruyor muyuz? Bir yerde birilerinin gıybeti yapıldığında birileri çekiştirildiğinde bir rahatsızlık duyuyor muyuz? Yoksa o sözler bizimde mi hoşumuza gidiyor?

Ve her zaman şöyle bir savunma gelir gıybet eden kişi uyarıldığında. “Ben yalan söylemiyorum ya, olmuş şeyleri söylüyorum. Aynısını onun yüzüne de söylerim veya söyledim.” Ama bakalım bu konuda peygamber efendimiz ne diyor?

Peygamber efendimiz ashabına sordu:

Gıybet nedir biliyor musunuz?

Allah ve resulü daha iyi bilir dediler.

Din kardeşini, hoşuna gitmeyen bir şeyle anmandır. (Arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemendir.)

Söylediğin gerçekten onda varsa gıybet etmiş olursun, söylediğin onda yoksa iftira etmiş olursun. (Müslim, Birr, 70)”