2 Eylül 2015 Çarşamba

Ramazan Geldi Müjdeler Olsun


Tamamının ibadetle geçirildiği ve bedenin yemekten, içmekten ve cinsellikten uzak tutularak ruhun doyurulduğu kutsal iklime giriyoruz, müjdeler olsun…
Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de adı anılan tek ay olan Ramazan ayına giriyoruz, müjdeler olsun…

Ruhun Azığı Oruç
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in inmeye başladığı ve bin aydan daha değerli, daha faziletli olan “Kadir Gecesi”nin de içinde bulunduğu kutsal iklime giriyoruz, müjdeler olsun…
Fıkhî açıdan bakıldığında imsak vaktinden iftar vaktine kadar yemekten, içmekten ve cinsellikten kendini alıkoyma olarak tanımlanabilecek oruç, bedenî bir ibadettir. Kişinin otokontrol sistemini geliştiren, nefsinin istek ve arzularını nasıl frenleyebileceğini öğreten oruç, bu yönüyle manevî bir terbiye metodudur da denebilir. Biz orucu tuttukça oruç da bizi tutuyor aslında… Biz orucu tuttukça, oruç da bizi günahtan, haramdan, fuhşiyattan, zulümden, adaletsizlikten alıkoyuyor. Manevi bir terbiye olan oruç bizleri de terbiye ediyor.
Oruç, maddeyi önceleyen dünyanın, pompalanan seküler hayata karşı direnmeye çalışan Müslüman’ın tedavi reçetesidir aynı zamanda. Muhtaç durumda olan, dezavantajlı durumda olan insanların halinden anlama mevsimidir aslında biraz da oruç. Oruç madde lehine, mana aleyhine bozulan dünya dengelerini yeniden yoluna koyma mevsimi birazda… Açın halinden anlama, darda olanın, zorda olanın derdini soluklama ayı aslında… Eğer orucu sadece yemekten, içmekten ve bedenî arzuları frenlemekten ibaret sanırsak, bu orucu insan dışındaki diğer varlıklara da tutturmak mümkündür. İnsanı farlı kılan ruhunu doyuran oruçtur.
Kur’an Ayı Ramazan
Ramazan içinde “Kadir Gecesi”ni barındıran bir ay… Bin aydan daha hayırlı, daha faziletli ve değerli olan bu gecede Kur’an-ı Kerim indirilmeye başlandı. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (SAV) vahye ilk muhatap olduğu gece olan bu gecenin peygamber efendimiz ramazan ayının son on gününde aranmasını söylemiş. Böyle önemli bir gecenin vaktinin tam bildirilmemesi atalarımız tarafından çok güzel ifade edilmiş. “Her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil.”
İndirildiği ayı on bir ayın sultanı, indirildiği geceyi bin aydan daha faziletli, indirildiği peygamberi alemlere rahmet, indirildiği şehri şehirlerin anası kılan Kur’an-ı Kerim’in, ruhlarımıza bir kez daha inmesi gereken aydır Ramazan. Kur’an-ı Kerim’in sadece lafzının değil manasının da okunması, anlaşılması ve yaşanması gereken bir aydır Ramazan.
Bu ayın ümmetin birliğine, beraberliğine vesile olması temennilerimle… Hoş geldin ya Şehr-i Ramazan…

Geleneksel Ramazan Kredisi



Bu yıl da Ramazan-ı Şerif’e kavuşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bizleri bu günlere ulaştıran mevlaya hamd-ü senalar olsun. Bizleri Ramazan’a, bu kutlu iklime ulaştıran Rabbimizden, sevincimizin katlanarak artacağı bayrama da ulaştırmasını niyaz ederiz.
Günümüzde tüm dünyada ve maalesef Müslüman coğrafyada da vahşi bir kapitalizm uygulanmakta. Tasarrufu önceleyen ama aynı zamanda cimriliği haram kılan, cömertliği özendiren ama savurganlığı da yasaklayan bir dinin mensubuyuz. Ama yine de Müslümanlar olarak bu kapitalist çarklara mahkum edilmiş gibiyiz. Malumdur ki, kapitalist sistem her türlü maddî, manevî, kültürel, geleneksel adet ve usulü sadece “Ben bundan nasıl para kazanabilirim?”, “Nasıl bunu bir şekilde paraya dönüştürebilirim?” diye fikir yürüttüren bir sistem. Öyle bir sistem ki bu sistem, her şeyi maddeye endeksli ve bu sistem tekeden dahi yağ çıkarmanın derdinde tabir yerindeyse…

Yiyecek, içecek firmaları bir nebze anlaşılabilir hadi, ya bankalar… Her Ramazan olduğu gibi bu Ramazan’da da ekranlarda bolca “Geleneksel 
Ramazan Kredisi” reklamlarını görür olduk. Bilmem ne bankası konut için, araba için veya başka bir ihtiyaç için Ramazan’a özel şu kadar faizli kredi veriyormuş. Aslında bu reklamları yapanların ne kadar Ramazan’la işi vardır onu da bilemiyoruz. Yani Ramazan onların gözünde halkı sömürmeye alet edilebilecek bir unsur sadece belki. Malum, bankaların çoğu da zaten uluslararası sermayenin. Bakın görürsünüz, her yıl olduğu gibi bu yıl da bayram yaklaşınca “Geleneksel Bayram Kredisi” reklamlarını da göreceğiz yine ekranlarda, bundan önceki yıllarda olduğu gibi.Ve kapitalist sistemin olmazsa olmazlarından biri pazarlama usulleri. Tabi pazarlama için de reklam… Her Ramazan olduğu gibi bu Ramazan’da da ekranlarda bolca Ramazan içerikli reklamlar boy göstermekte. Bazısı ilgili, bazısı ilgisiz, firmalar bir şekilde ürünlerini Ramazan’la ilişkilendirilip, daha fazla satmanın, pazarlamanın derdinde. İçecek firmaları, yiyecek firmaları ve daha birçok firma hep Ramazan ayı üzerinden satış yapmanın derdinde…
Faizin her türlüsünü haram kılan bir dine mensup insanların, toplumun neredeyse tamamını oluşturduğu bir toplulukta, bu kadar fazla faizli kredi alınıyor oluşu meselenin bir yönü ama faizi haram kılan bir dinin objelerinin, (Ramazan, bayram vb.) haram kılınan şeye alet edilmesine toplumun tepkisiz kalışı da meselenin diğer bir yönü. Kur’an-ı Kerim’de kaç farklı ayette (Bakara Suresi, 275-279; Ali İmran Suresi, 130; Nisa Suresi, 161; Rum Suresi, 39) ve Peygamber Efendimizin Hadis-i Şeriflerinde alenî şekilde haram kılınmış olan bir fiilin reklamının bu kadar pervasızca yapılabilmesi ve buna Müslümanların kutsallarının da alet ediliyor oluşu hakikaten düşündürücü. Gerçi ümmetin bu kadar sıkıntıda olduğu bir dönemde hiçbir şey yokmuş gibi yaşayan ve ümmetin sıkıntılarını gündemine dahi almayan günümüz Müslümanının, bu mesele karşısında da duyarsız oluşu fazlaca da yadırganmamalı belki de.
Ramazan-ı Şerif’in ümmetin birliğine, dirliğine ve şuurlanmasına vesile olması temennilerimle… Ramazan-ı Şerif sizi mübarek kılsın.

Üridü Ebî (Babamı İstiyorum)



            ÜridüEbî…
            ÜridüEbî…
            ÜridüEbî…
            Ne zaman Filistin’le ilgili bir olumsuzluk olsa, oradaki insanlara terör devleti İsrail zulmetse kulaklarımda bu nida yankılanıyor.
ÜridüEbî…
            ÜridüEbî…
            ÜridüEbî…
            Küçük bir kız çocuğu.
            Filistinli…
Adı nedir, sanı nedir bilmem. Ama koca bir yüreği olduğuna eminim.
Bundan yıllar önceydi. Belki de on yıldan fazla zaman oldu bu küçük kız çocuğunun feryatlarını duyduğumdan bu yana. Filistin’de ne değişti? Hiçbir şey… Hala İsrail zulmetmeye devam ediyor. Hala çocuklar da “Babamı istiyorum” diye feryada… Bu zulüm daha ne kadar sürecek bilinmez ama terörist devlet İsrail’in durmaya niyeti yok gibi…
Bu feryat, bu çığlık baba olunca beni daha derinden yaralamaya başladı. Babası İsrail zindanlarına atılmış ve babasını hiç görmemiş bir kız çocuğunun feryadıydı bu… Diyordu ki o küçük kız çocuğu:
Ey her sabah çocuğunu öpen babalar!
Haarrunaleyküm. (Utanın)
Haarrunaleyküm. (Utanın)
Haarrunaleyküm. (Utanın)
ÜridüEbî (Babamı İstiyorum)
ÜridüEbî (Babamı İstiyorum)
ÜridüEbî (Babamı İstiyorum)
“Ey her sabah çocuğunu öpen babalar!...” Babasını bir kez bile görememiş, zindanlarda olan babası hiç gösterilmemiş, hayatta olup olmadığını dahi bilmediği ve babasına belki de bir kez bile baba diyememiş bir kız çocuğunun ağzından dökülen bu sözler insanı eziyor. Hiçbir şey yapamamak ise insanı daha beter bir hale koyuyor.
İsrail yıllardır bunu hep yapıyor. İnsanların gözlerinin yaşına bakmadan yaşlı, genç, çocuk demeden insanları öldürüyor. Ramazan ayını yaşadığımız şu günlerde dahi kana susamışlar gibi İsrail insanların başına ölüm kusmaya devam ediyor.
Ve çocukların yüzlercesi, binlercesi annesiz, babasız kalıyor. Veya kundaktaki bir bebeğin bulunduğu eve düşen bir bomba, hayata yeni gözlerini açmış bir günahsızı, bir masumu alıp götürüyor öte âleme. Gözyaşları dinmiyor hiç. Analar ağlıyor, çocuklar ağlıyor. Kalbi olan, biraz da olsa merhameti olan her kişinin hüzünleneceği bir manzara… Dua etmekten başka bir şey de gelmiyor elden. İşte bu kahrediyor insanı. Zulmü görmek ama sonlandıramamak. İşte bu yüzden Türkiye büyük ve güçlü bir ülke olmalı. İşte bu yüzden Türkiye Osmanlı’nın yadigârı bu coğrafyaya yeniden önder olmalı. İşte bu yüzden Türkiye tarihin kendine biçtiği abilik rolünü, Müslüman coğrafyanın hamiliği rolünü tekrar anımsamalı.
Gözlerimizin içine bakıyor Ortadoğu.
Gözlerimizin içinebakıyor Balkanlar.
Gözlerimizin içine bakıyor Kafkaslar.
Gözlerimizin içine bakıyor Türkistan.
Gözlerimizin içine bakıyor Ümmet Coğrafyası…
Arakan’dakinin de, Patani’dekinin de, Doğu Türkistan’dakinin de, Filistin’deki, Irak’taki, Suriye’dekinin de gözü kulağı Türkiye’de. Türkiye için dua eden ve Türkiye’den gelecek bir yardımı gözleyen bu insanlar, Müslüman. Tüm inanaları kardeş ilan eden Kur’an’a inanıyor bu insanlar da. Yani kardeş olduğumuza. Din kardeşi olduğumuza…
servetzeyrek@gmail.com





Medeniyetler Çatışmasından Medeniyetler İçi Çatışmaya Doğru…


            Dünya kurulduğundan beri dünyada farklı farklı medeniyetler yaşamış. Kimi kısa süreli, kimi de uzun süreli olmuş bu medeniyetlerin. Kimilerini şu an anan yok, kimileri ise hiç hatırlanmıyor bile… Bu medeniyetlerden günümüzde varlığını sürdürenleri İslam Medeniyeti, Batı Medeniyeti, Çin Medeniyeti, Hint Medeniyeti, Japon Medeniyeti diye isimlendirebiliriz. Bu medeniyetler içerisinde en son teşekkül etmiş olan olarak Batı Medeniyeti düşünülebilir fakat en son teşekkül etmiş olmasına rağmen Batı Medeniyeti diğer tüm medeniyetleri etkilemiş ve hatta bazılarını neredeyse hegemonyası altına almıştır. Günümüzde Batı Medeniyetine ait birçok kültür öğesini diğer medeniyetlerin içerisinde görmek mümkündür.
            Medeniyetler Çatşması
            Bundan yirmi yıl kadar önce Huntington adlı bir araştırmacı ‘Medeniyetler Çatışması’ diye bir tez atmıştı ortaya. O zamanlar birden fazla milletin bir arada yaşadığı ve genelde ideoloji birlikteliklerinin ayakta tuttuğu devletlerin yıkılacaklarını iddia etmişti. Yugoslavya, Çekoslavakya, SSCB gibi bazı ülkelerin bölünme ve dağılmalarını da bu tezin gerçekleşmiş hali olduğunu savunanlar oldu. Ama onun öngördüğü esas büyük çatışma İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyeti arasında olacak, İslam Medeniyetini ve İslam’ı bitirecek büyük çatışmaydı. Bu çatışma henüz olmadı mı yoksa halen devam mı etmekte karar verebilmiş değilim.
            Medeniyetler İttifakı
            Bir de yakın zamanlarda Türkiye ve İspanya’nın öncülüğünde kurulan ‘Medeniyetler İttifakı’ adlı bir proje vardı. Ülkeler, milletler, medeniyetler ve kültürler arasında barış ve birlikteliği esas gören bu ittifakın günümüzde dünyaya baktığımızda maalesef pek de başarılı olabildiğini söyleyemeyiz.
            Ve günümüzdeki son taktik: Medeniyetler İçi Çatışma
            Şu an bu taktiğin uygulandığı ilk medeniyet de maalesef İslam Medeniyeti. Eskiden beri Batı Medeniyetinin İslam Medeniyetinden olan rahatsızlığını bilmeyen yok. Bir şekilde İslam Medeniyetini ve İslam’ı ortadan kaldırmak için çok değişik metotlar denendiği bilinmekte ki; belki de haçlı seferleri bu metotların bilinen ilk örneklerinden… Ta, yüzyıllar evvelinden İslam topraklarının inanç coğrafyasını çıkaran batılılar nerede hangi mezhebin veya dinî grubun mensuplarının sayısının ne kadar olduğunu tespit ettiler. Müsteşrikler eliyle bilimsel çalışma kisvesi altında yapılan bu çalışmalar, İslam Medeniyetinin yumuşak karınlarını bulma arayışlarıydı. Şiî ve Sünnî dünya arasındaki sürtüşmeyi tabir yerindeyse sağır sultan biliyor. Günümüzde Batı yeniden bu yarayı kaşıyor. Suriye’de, Irak’ta Şiî ve Sünnî gruplar arasında çatışma çıkması için elinden geleni yapıyor. Mısır’da seçilmiş iktidar bir darbeyle alaşağı edildi. Ve hala karmaşa bitmiş değil. Maalesef bazı Müslüman devletler hala batının gönüllü uşaklığını yapmaya devam ediyor. Orta Asya Türk İslam Devletleriyse Rusya’nın güdümünden hala tam anlamıyla çıkabilmiş değiller. Ve son kale Türkiye… Hilafet nedeniyle yüzyıllarca İslam ümmetine önderlik etmiş, günümüzde hala İslam coğrafyasında abilik rolü olan Türkiye… Daha önceden Türkiye üzerine de birçok oyun oynandı aslında. Zıtlar seçilip birbirine hasım ilan edilmeye çalışıldı. Alevi-Sünnî, Türk-Kürt, Laik-Anti laik… Ve şimdi çok daha farklı bir şey deneniyor. Aynı inançtaki ve kültürdekiler bir şekilde birbirine düşürülüyor. Ellerini ovuşturup, viskilerini yudumlayarak Türkiye’yi izleyenler bu durumdan çok memnunlar. Bizler ne haldeyiz peki? Birbirimizi yesek doyamaz haldeyiz. Herhalde bu durumda ‘Suçlu Kim?’ diye sormak yerine, ‘Hangisi Suçlu Değil?’ diye sormak daha mantıklı…

Kurban



            Kurban yaklaşmak, yakınlaşmak demektir. Kulun yaptığı ibadetiyle Rabbine yaklaşması, yakınlaşmasının adıdır kurban.
            Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Hac Suresinin 37. Ayetinde ‘Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır.’ buyurulmaktadır. Yani kesilen kurbandan her türlü karlı çıkan kurbanı kesen kuldur. Zira Allah’ın kesilen kurbana ihtiyacı da yoktur. Kesilen kurbandan Allah’a ulaşacak şey kulun takvasıdır, yani kulluk bilincidir; yaptığı eylemin şuurunda olduğunun bilincidir.
            Kurban ibadeti ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den bu yana var olan bir ibadet. İlk kurban Hz. Âdem’in oğulları Habil ile Kabil’in kurbanlarıydı. Fakat bu kurbanlar bizim bildiğimiz manada hayvan boğazlama şeklinde bir kurban değil, bitkilerden sunulan bir kurban şeklindeydi. Bildiğimiz manadaki hayvan boğazlama şeklindeki kurban Hz. İbrahim’den başlatılıyor. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi emriyle başlayan süreç Kur’an-ı Kerim’de Saffat Suresi’nde anlatılmaktadır.
            Kurban sadece hayvan boğazlamak değildir. Hz. İbrahim’den en sevdiğinin kurban olarak istendiğini bildiriyor bizlere Kur’an-ı Kerim. En sevdiğini yani İsmail’ini. Ve bu emir babası Hz. İbrahim tarafından oğlu Hz. İsmail’e bildirilince, ‘neyle emrolunduysan onu yap.’ cevabıyla karşılaşıyor Hz. İbrahim. Yani ben Allah yoluna boynumdan da canımdan da geçmeye razıyım diyor Hz. İsmail o küçücük yaşında. Ve yatıyor bıçağın altına… ‘Nasılsa benim babam peygamber, ya bıçak kesmez ya gökten bir koç iner, nasılsa yırtarım.’ düşüncesiyle değil, gerçekten Allah yoluna kurban olmak için yatıyor bıçağın altına…
            Bu hadisede üç rol var aslında… Bu üç role bürünmek belki de kurbanı bize gerçekten anlatacak olan. Kurban edecek baba Hz. İbrahim… Kurban edilecek evlat Hz. İsmail… Kurbanlığın annesi Hz. Hacer…
            Hz. İbrahim olalım önce… Bir baba düşünün ki yıllarca evlat hasretiyle yanmış kavrulmuş. Yıllarca Rabbine dua dua yalvarmış bir erkek evladı olsun diye… Allah dualarını kabul etmiş ve olmuş bir erkek evladı da… Çocuk büyüyüp, gezip dolaşacak yaşa geldiğinde, imtihanın bir cilvesi olarak o en sevdiğini Allah için kurban etmesi istenmiş ondan. Bir baba için kolay mıdır evladını bıçağın altına yatırmak? Ama o baba her şeye rağmen, ‘Allah’ın emridir.’ diyerek vuruyor en sevdiğinin boynuna bıçağı. En sevdiğini feda etmeyi göze alabiliyor, Allah istedi diye…
            Hz. İsmail olalım sonra… Kolay mıdır, bile bile bıçağın altına yatmak? Allah emridir diye kurban olabilmek? Ama Allah emretmişse eğer her şeyden vazgeçilebiliyor, hatta serden bile… Önkabulsüz ve sorgulamadan yatıyor bıçağın altına İsmail.
            Ya, Hz. Hacer olmak… Yanmamış mıdır acaba ciğeri, babası evladını alıp götürürken boğazlamak için? Gözyaşı dökmemiş midir? Ama eğer emir Haktan geliyorsa, her şeye de katlanmalı değil mi? Ve öyle de yaptı Hz. Hacer. Katlandı, isyan etmedi. Nedenini sormadı, sorgulamadı. Çünkü emri veren canların gerçek sahibiydi. Emri verendi zaten İsmail’i de onlara veren.
            Belki burada atladığımız bir varlık daha var. Ya şeytan… Ya şeytan ne yapıyordu, bunlar olup biterken? Bir Hz. İbrahim’e, bir Hz. Hacer’e, bir Hz. İsmail’e gidiyor ve onları bu işten caydırmaya, Allah’a isyana çağırıyordu. Allah’ın katından da kovulmuş olan şeytan, Allah’ın emri karşısında boyunlarını kıldan ince sayan bu kahramanlar tarafından tekrar kovuluyor ve hatta taşlanıyordu.
Hz. İbrahim en sevdiğinden, İsmail’inden, anne Hacer biricik evladından, İsmail canından vazgeçebilirken Allah için acaba biz nelerimizden vazgeçebiliyoruz? Bunu sorgulamak lazım belki bu bayramda…
Bayramın tüm İslam âlemine huzur, barış getirmesi ve Müslümanlar arasında kurbiyete vesile olması dileklerimle, kurban bayramınızı kutlarım…
Önemli Hatırlatma:
Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her namazın farzı kılındıktan sonra teşrik tekbirleri getirmek vaciptir. Terki halinde kazası gerekmektedir. Teşrik tekbirleri şu şekilde söylenmektedir. Allahü Ekber Allâhü Ekber Lâ ilâhe İllâllahüVallâhü Ekber, Allâhü Ekber ve Lillâhi`l-Hamd

Kardeşlik Hukuku


‘Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, “Andolsun seni mutlaka öldüreceğim” demişti. Öteki, “Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder” demişti. “Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” “Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır.” Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.’ (Maide Suresi, 27-30)
‘Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz hâlde, Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık bir yanılgı içindedir.” “Yûsuf’u öldürün veya onu bir yere atın ki babanız sadece size yönelsin. Ondan sonra (tövbe edip) salih kimseler olursunuz.” Onlardan bir sözcü, “Yûsuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine bırakın ki geçen kervanlardan biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın” dedi.Babalarına şöyle dediler: “Ey babamız! Yûsuf hakkında bize neden güvenmiyorsun? Hâlbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz.” “Yarın onu bizimle beraber gönder de gezip oynasın. Şüphesiz biz onu koruruz.”Babaları, “Doğrusu onu götürmeniz beni üzer, siz ondan habersiz iken onu kurt yer, diye korkuyorum.” Onlar da, “Andolsun biz kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse (o takdirde) biz gerçekten hüsrana uğramış oluruz” dediler. Yûsuf’u götürüp kuyunun dibine bırakmaya karar verdikleri zaman biz de ona, “Andolsun, (senin Yûsuf olduğunun) farkında değillerken onların bu işlerini sen kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik. (Yûsuf’u kuyuya bırakıp) akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler. “Ey babamız! Biz yarışa girmiştik. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. (Bir de ne görelim) onu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın” dediler.’ (Yusuf Suresi, 8-17)
Bu günlerde ülkemiz çok zorlu bir süreçten geçiyor. Aynı kıbleye yönelen, aynı secdeye baş koyan insanlar sanki birbirlerine hasım kesildiler. Ne olduğunu anlamak gerçekten çok güç. Bireysel olarak, Allah’a dua etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Ne oldu da böyle oldu, nasıl oldu da bu hale geldik anlayabilmek hakikaten zor. Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâla ‘Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.’ (Hucurat Suresi, 10) buyuruyor. Tüm inananları kardeşlik paydasında toplayan dinimizin bu kutsî mesajına göre hareket etmemiz gerekmez mi? Birbirini daha dinlemeden, hüküm verenler bunu nasıl yapıyorlar anlamak mümkün değil. Kerbela’da Hz. Hüseyin’i ve Ehl-i Beyt’i şehit edenler de kendilerini Müslüman olarak adlandırıyorlardı. Yani ayetin kardeşlik paydasında topladığı zümrenin içinden sayıyorlardı kendilerini. Yukarıda verdiğimiz ayetlerde de Hz. Âdem’in iki oğlundan biri diğerini öldürüyor; diğer ayetler de ise Hz. Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atılarak ölüme terkediliyordu. Bu eylemleri yapanlar gerçek kardeşlerdi bir de üstelik. Tabi ki, Müslümanlık ortak çatısı altında değilse din kardeşliği, öz kardeşliğin bile önüne geçer ama Hz. Yusuf’a o kötülüğü yapan kardeşlerin veya Hz. Adem çocuklarından katil olanın Müslüman olmadıklarına dair bir ibare de yoktur. Hem din kardeşi hem gerçek kardeşine yapılmış kötülüklerdi bunlar.
Kardeşlerin birbirlerine karşı bu tavırlarını olumsuz olarak vasfeden Kur’an-ı Kerim, tüm inananları kardeş kabul ediyor. Bize ne oluyor ki, kardeş kavgasından neredeyse zevk alır olduk. Yıllarca bu memlekette kardeş kardeşi kırdı; yetmedi mi? Türk - Kürt, Alevî – Sünnî, Laik – Anti Laik vs. bölünmüşlüklerle yıllarca nifak tohumları ekildiği yetmedi mi? Şimdi de daha farklı bir senaryo mu deneniyor?
Peki, toplumda ihtilaflar olamaz mı? Farklı düşünceler olamaz mı? Olur, tabi ki ve hatta olmalı. Ama bu kardeşlik hukuku çerçevesinde olmalı. Dinimiz tüm aşırılıklardan bizi men ederken aşırı uçlarda dolanmak sadece düşman sevindirir. Yazımı bir internet sitesinde okuduğum ve çok hoşuma giden bir sözle bitirmek istiyorum. ‘Bizim sorunumuz; ihtilafın varlığı değil, ihtilaf ahlâkının yokluğudur.’

Gözyaşı



Hicrî takvimin ilk ayı olan Muharrem ayı içerisindeyiz. Bu ay tarihte yaşanmış birçok önemli olayı içinde barındıran bir ay. Peygamber efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti,Kerbela’da Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt efradının şehadeti bir çırpıda aklımıza gelenler…
            Kerbela, insanlık tarihinin en büyük vahşet örneklerinden birinin gerçekleştiği bir yer. Peygamber torunlarına yapılan eziyet ve kötü muameleler, şiîsi, sünnîsiyle tüm İslam âleminin ortak acısı olmuş. Şiîler bu acıyı biraz daha abartıp,Kerbela hadisesinin vuku bulduğu günlerde kendilerine eziyete varan davranışlar dahi sergilemişler. Hz. Hüseyin’in acısına ortak olmak gibi bir düşünce üzerine oturan bu eylemler, İslam’ın insanın kendine zarar vermemesi gerektiği ilkesinin de sınırlarını zorlayan ihlaller taşır aslında. Yıllardır gelenekleşmiş bu eylemlerde insanlar metalden yapılmış ve zincir gibi yapılarla sırtlarını dövmekte ve hatta bu davranışlarını, sırtları kan revan içerisinde kalıncaya kadar devam ettirirler.Geçtiğimiz günlerde de Kerbela törenlerinden buna benzer manzaralar televizyonlara yansıdı. Bu görüntüler asla İslam’ı temsil etmiyor ama bu insanların da Müslüman oldukları bir realite. 
            Bilindiği gibi İslam dünyası, maalesef İslam kelimesinin manasında taşıdığı huzur ve esenlik ortamından çok uzak bir noktada. Hemen yanı başımızda, Suriye’de sürmekte olan bir iç savaş var. Suriye’de insanlar ölmeye devam ediyor, kardeş kardeşi vurmaya devam ediyor. Bundan ondört asır evvel şehit olmuş Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt için gözyaşı dökmekle kalmayıp, kendilerine eziyete varan bazı davranışlarla acı paylaştıklarını söyleyenler, maalesef o dakikalarda belki de Suriye’de son nefesini vermekte olan bir masumu görmezden gelebiliyorlar. Hatta o masumun ölümüne sebep olan zalimleri desteklemekle kalmayıp, onların bu zulümlerine ortak bile olabiliyorlar. Esas hazin tablo bu belki de… İslam toplumunun içinde bulunduğu bu durum… Ümmetin düştüğü bu durum…
            Ölen o masunların günahı ne peki? Yoksa mezhepsel tercihleri mi? Mesela o ölenler şiî olmuş olsaydı, Türkiye’deki Caferiler, İran veya dünyanın değişik yerlerinde yaşayan ve Suriye’deki zalimlere destek veren şiiler bu desteklerini devam ettirecekler miydi?
            Masum bir cana kıymayı tüm insanlığı öldürmeye bedel gören İslam, acaba ölen masumları öldüren ellerin ardındaki gerçek failler için nasıl bir hüküm verir? O azmettiricilerin vebali de var o gözyaşlarında. Ve Allah her şeyi görüyor, her şeyi biliyor…

Diyanet’ten Üç Güzel Uygulama


            Daha düne kadar çocuk anlamaz, o ne bilir denirdi, küçük yaştaki çocuklar için. Şimdi ise yapılan araştırmalar gösteriyor ki, insanın karakter oluşumu anne karnında başlıyor. İki yaşına kadar karakterinin büyük bölümü oluşuyor ve neredeyse 6 – 7 yaşlarında çocukların karakterleri şekillenmiş oluyor. O nedenle okul öncesi eğitim çok önemli. Türkiye’de de bu gerçek biraz geçte olsa fark edildiğinden, özellikle son yıllarda okul öncesi eğitimle ilgili Millî Eğitim Bakanlığı’nın ciddi çalışmaları var. Artık neredeyse köylerde dahi ana sınıfları açılıyor ve oralara da öğretmenler gönderiliyor.
            Okul öncesi çağdaki çocukların dinî eğitimleri de önemli muhakkak. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığının da bu konu üzerine ciddi çalışmaları biliniyor. Bu yıl çeşitli yerlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından okul öncesi çocuklara eğitim vermek için Osmanlı Devleti’ndeki ‘SıbyanMektepleri’ne benzer sınıflar açılmaya başlandı. Bunu çok güzel bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Çünkü çocukların kişiliklerinin ve karakterlerinin oluştuğu bu dönemlerini din eğitimi alabilerek geçirmeleri çok güzel. O nedenle gerçekten Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’i kutlamak gerek.
            Esasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın başlattığı bu uygulama çok önemli bir boşluğu da doldurdu. Nihayetinde insanlar çocuklarının emin ellerde olduğunun ve doğru bilgilerle donatıldıklarının rahatlığını yaşayabilecekler artık. Her kademedeki din eğitiminin devlet eliyle sağlıklı bir şekilde verilmesi gerekiyor. Eğer insanların bu ihtiyacı doğru eller tarafından doyurulmazsa, insanlar bu ihtiyaçlarını farklı şekillerde doyurmaya çalışıyorlar ki; bu da bazen kuzuyu kurda teslim etmek oluyor. O nedenle bilinçli ve usta eller yoluyla kaliteli bir din eğitimi tüm yaştaki bireylere devlet eliyle sağlanabilmelidir.
****
            Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son yıllarda üzerinde durduğu ve çalışmalar yaptığı diğer bir konu da ‘Aile ve İrşad Büroları’. Birçok yerde teşekkülü yeni yeni sağlanabilen bu bürolar sayesinde ailelere dinî danışmanlık hizmeti sağlanmaya çalışılıyor. Aile içi şiddetin önlenmesi, kadına karşı şiddetin önlenmesi, aile içi çarpık ilişkiler gibi konularda toplumu bilinçli kılmayı hedefleyen bu bürolar sayesinde insanlar doğru kişilerden doğru bilgilere ulaşabiliyorlar. Müftülükler eliyle oluşturulan bu bürolara, artık neredeyse Türkiye genelindeki tüm il ve ilçe müftülüklerinde rastlamak mümkün.
****
            Her ne kadar ilk uygulanmaya başlandığında bir kısım medya tarafından tiye alınan ve alay konusu yapılan bir güzel uygulama da ‘Alo Fetva’ uygulaması. Yıllardır ülkemizde devam eden bu uygulamayla müftülüklerin açık oldukları mesai saatleri içerisinde telefonlar yoluyla merak edilen sorular meselelerin ehli olan kişilere sorulabiliyor. ‘Alo Fetva’ hattında sorulan sorulara her gün değişik bir kişi cevap veriyor. Genelde bu hattın diğer ucunda cevap veren kişiler vaizler veya vaizeler. En az İlahiyat Fakültesi mezunu olan vaiz veya vaizelerden dinî konularla ilgili doğru cevapları almak mümkün.
            Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üç güzel uygulamasını konu aldığımız yazımızı, bu güzel uygulamaların artarak devam etmesi niyazıyla bitiriyoruz…

Dershaneler ve Sınav Sistemimiz


Günlerdir gündemdeki bir konu dershaneler. ‘Kapatılacak mı, kapatılmayacak mı, ne olacak?’ diye tartışılıp duruluyor. Büyük muamma gerçekten… Veliler telaşlı, hiç kimse ne olacağını bilmiyor. Herkes birbirine ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını soruyor. Kimse ne olacağını veya nasıl olacağını tam olarak bilemiyor. Kimileri dershaneler üzerinden bazı dinî oluşumlar hakkında olumsuz şeyler söylerken, kimileri de gardını almış pusuda bekler gibi bekliyor. Kimileri de ortalığı karıştırıp fitne çıkarabilir miyim telaşıyla ellerini ovuşturuyor. Kimileri de kıs kıs gülerek kenardan seyretmekte… 
Peki, nedir bu dershaneler? Nasıl ortaya çıktılar? Birileri zorla mı oluşturdu bu kurumları?Tarihlerini 1960’lı yıllara kadar götürenler var. Aslında bir ihtiyacı ortadan kaldırmak için kurulmuş kurumlar, dershaneler. Çeşitli derslerden tek tek özel ders almak veya tek tek hoca aramak yerine işin biraz daha derli toplu, bir arada yapıldığı kurumlar aslında. Ve dediğimiz gibi şartların doğurduğu kurumlar…
Günümüzde artık şöyle bir algı oluşmuş. ‘Dershaneye gitmeyen öğrenci başarılı olamaz.’ Peki, gerçekten böyle mi? Dershaneye gitmeyen öğrenci başaramaz mı? Sınavlara hazırlık döneminde dershaneye gitmiş ve sınavlarında başarılı olmasında dershanenin büyük etkisi olduğunu düşünen biri olarak, dikkatli çalışan her öğrencinin sınavlarda başarılı olabileceğine inananlardanım. Sistemli ve planlı bir şekilde çalışan her öğrenci başarılı olabilir kanaatimce.
Peki, neden tercih ediliyor dershaneler? Okula ek mi, yardımcı mı; yoksa okulunda mı önüne geçiyor bazen? Maalesef içinde bulunduğumuz sınav sistemi öğrencileri yarış atlarına çeviriyor. Çocuk, çocukluğunu dahi yaşayamadan daha ilkokulda kendini testlerin, soruların içinde buluyor. Ortaokuldan liseye geçişlerde, liseden üniversiteye geçişlerde ve hatta üniversiteden mesleğe geçişlerde hep dershane, hep dershane… Ve bazen dershane okulunda önüne geçiyor. Birçok son sınıf öğrencisini ikinci dönem okulda bulmak neredeyse imkânsız. Üniversite son sınıf öğrencilerinden dershanelere gitmeyen çok az, özellikle de öğretmen adaylarından. Aslında herkes dershanelerden bir yönüyle şikâyetçi ama herkes de bir şekilde çocuğum geri kalmasın, iyi yerlere gelsin vb. düşüncelerle çocuklarını dershanelere göndermeye mecbur hissediyor kendini. Çünkü şartlar bunu gerektiriyor. Sınav sistemleri size başka seçenek bırakmıyor. Öyle kıran kırana ve zalimane bir yarış ki bu, çocuklarımızı boşluğa boş boş bakan moronlara dönüştürüyor neredeyse.
Peki, ne yapalım? Çözüm kapatmak mı veya dönüştürmek mi? Özel bir teşekküle böyle bir müdahalede nasıl bulunulacak hala anlayabilmiş değilim. Kapatmak çözüm mü bilemiyorum ama bir şeyler de yapılması gerektiğini düşünenlerdenim. Mesela dershanelerin fizikî ortamlarına mutlaka bazı standartlar getirilmeli. Apartman dairelerinden bozma sınıflarda, hatta mutfaktan bozma sınıflarda eğitimin ne kadar verilebilir olduğu da sorgulanmalı. Mesela bir bahçesi olmalı dershanelerin de okullarınki gibi. Öğrenciler bir nefes alabilmeli ders aralarında, soluklanabilmeli…
Belki de kapatmak yerine dershaneyi neredeyse bir zorunluluk gibi hissettiren sınav sistemlerinde değişiklikler yapılmalı. Nasıl bir çözüm bulunur bilemiyorum ama sadece çoktan seçmeli sınavlarla eğitim olmuyor. Bu testlerin öğrencilerin yazılı veya sözlü olarak kendilerini ifade etmede olumsuz etkilerinin olduğu da aşikâr. Artık ortaöğretim kurumlarında bile klasik tarzdaki sınavların yapılması esas.
Ama öğrenciyi bir şekilde seçmek de şart. Peki, çoktan seçmeli testlerle değilse, nasıl? ‘Açık uçlu sorularla olabilir mi acaba?’ araştırılıyor bildiğim kadarıyla ÖSYM tarafından. Bu ne kadar objektif bir değerlendirme olur; o da muamma… Bir öneri de benden… Çocuklara IQ testi yapılması tartışılamaz mı acaba? IQ’su yüksek olanlar yüksek bölümlere veya fen veya sosyal bilimler liselerine gitseler… Böylelikle ne dershaneye gerek kalır ne de çalışmaya. Çünkü çalışarak artırılası bir şey değil IQ. Bir fikir benimkisi, belki de sesli düşünme… Tartışmaya açık…

Çarşambamızın Önemli Değerlerinden: Şaban Kuzgun


                ‘Çarşambalı meşhurlar kimlerdir?’ diye sorulunca aklımıza ilk gelen cevap genelde Ali Fuad BAŞGİL oluyor. Bu isim de son yıllarda yapılan bazı çalışmalarla ön plana çıktı. Daha öncesinde Ali FuadBAŞGİL’i de pek duyan, bilen yoktu maalesef. Bu yazımızda sizlere Çarşambamızın yetiştirdiği fakat Çarşambamızda adı pek bilinmeyen bir isimi tanıtmak istedim, dilim döndüğünce. Prof. Dr. Şaban KUZGUN…
                İlahiyat eğitimimde Dinler Tarihi dersime giren hocamın ve yüksek lisans eğitimimde danışmanlığımı yapan ve derslerinden istifade ettiğim hocamın da yetişmesinde büyük emekleri olmuş Şaban KUZGUN hocanın… Yani hocalarımın hocasıdır, Şaban KUZGUN. Peki, kimdir Şaban KUZGUN?
                1950 yılında Çarşamba’da doğmuş, Akçatarla köyünden. İlkokulu Kızılot İlkokulu’nda, orta öğrenimini ise dışardan görmüş. Bu yıllarda hafızlığını ikmal etmiş ve medrese usulü Arapça okumuş. Çeşitli yerlerde din görevlisi olarak vazife yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş. Bir taraftan imamlık, bir taraftan öğrencilik yaparak mezun olduğu fakülteden sonraiki yıl öğretmenlik yapmış. Sonrasında Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde 1980 yılında büyük âlim Prof. Dr. Hikmet TANYU’nun yanında Dinler Tarihi bölümünde asistan olarak başlamış akademik hayatına. ‘Hazarların Yahudileşmesi ve Karaî İnancı Üzerine Bir Araştırma’ konulu teziyle doktora unvanını almış. 1982 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalına yardımcı doçent olarak atanmış. 1985 yılında ‘İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik’ adlı doçentlik teziyle doçent unvanını, 1993 yılında da aynı üniversitede profesör doktor unvanını almış. 1994 yılında yeni kurulan Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesinekurucu dekan olarak atanmış. Bu görevini 1999 yılında yapılan genel seçimlerde milletvekili adayı olmak için istifa edene dek sürdürmüş. Seçim sonrası eski görev yeri olan Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalına geri dönmüş. İyi derecede İngilizce, Arapça ve orta derecede İbranice bilen, evli ve üç çocuk babası olan Şaban KUZGUN, 14/05/2000 tarihinde Kayseri yakınlarında geçirdiği bir trafik kazası sonucunda vefat edene kadar aynı üniversite ve fakültede Dinler Tarihi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak vazifesine devam etmiş.
                Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından 2000 yılında basılan Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 5. Sayısı ‘Prof. Dr. Şaban Kuzgun Armağanı’ başlığıyla hoca için basılmış. Ayrıca Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından 2001 yılında basılan Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 11. Sayısı ‘Prof. Dr. Şaban Kuzgun’unAnısına’ başlığıyla hocaya armağan edilmiştir. Hocanın kaleme aldığı kitaplar ve akademik makalelerinden bazılarının isimleri şöyle:
Kitapları:
1-      Hazar ve Karay Türkleri,
2-      İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik
3-      Dinler Tarihi Dersleri
4-      Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri
5-      Kayseri ve Çevresinde Ziyaret ve Ziyaret Yerleri
Makaleleri:
1-      Misyonerlik ve Hristiyan Misyonerliğinin Doğuşu
2-      Kur’an-ı Kerim’e Göre Hristiyanlık ve Hristiyanlar, Asrımızda Hristiyan – Müslüman Münasebetleri
3-      Biruni’ye Göre Dinler ve İslam Dini Kitabında Günay Tümer’in İzlediği Metod
4-      Hıristiyan Misyonerlerin Türk-İslam Ülkelerindeki Faliyetleri
5-      Mukayeseli Dinler Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Problemler ve Düşünülen Çözümleri
6-      Şehristani’nin Hayatı, Kişiliği, Eserleri ve el-Milel ve’n-Nihal Adlı Eserinin Dinler Tarihiyle Alakalı Bölümlerinin Tercümesi
7-      Misyonerlik ve Hıristiyan Misyonerliğinin Doğuşu
8-      Atalarımız Şamanist Değildi
9-      Hizbullah’ın Bekraundu
1-   Hazarlar ve Karaylar
Ülkemizde çeşitli kurumlarda öğretim üyelikleri ve yöneticilik yapmış olan ve birçok öğrenci yetiştirmek suretiyle milletine hizmeti kendine şiar edinmiş olan hocamız vefatından önce ‘Türkiye’nin Etnik Yapısı’ üzerine bir çalışma yürütüyordu.
Buradan Çarşamba Belediyemize de bir çağrımız olsun. Neden bir sokağa veya mahalleye hocamızın ismi verilmesin. Diğer bir çağrı da Millî Eğitim Müdürlüğü’ne… Yıllarını eğitim faaliyetlerine vakfetmiş ve birçok öğrenci yetiştirerek milletine hizmet etmiş bir eğitimcinin adı bir okulumuza münasip düşer diye düşünüyorum. Merhum hocamıza Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekanı cennet olsun…



Çarşamba Eski Müftülerinden Sofuzade Seyyid Hasan Efendi ve ‘Mecmâ’ûl Âdâb’ Adlı Eseri


            Çarşamba’nın doğu yakasında bulunan bir cadde, Sofuoğlu Caddesi… Bir ucu Uzun Çarşı’da, diğer ucu ise Göğceli Mezarlığında… Uzun ve eski bir cadde. Belki de Çarşamba’nın kuruluşundan beri var olan bir cadde… Ve bu cadde üzerinde daha bir iki sene öncesine kadar var olan bir cami Sofuoğlu Camii… Caminin adının hep bu caddeden dolayı ‘Sofuoğlu’ olduğunu düşünmüşümdür. Peki, hem caddeye hem de camiye isim olan ‘Sofuoğlu’ kim? Esas adı SofuzadeSeyyid Hasan Hulusi Efendi… Esasında hayatı hakkında pek bilgi sahibi de değiliz. Çarşamba’nın Osmanlı dönemindeki müftülerinden… Osmanlı döneminde Orta Mahallede bulunan Ali Bey Medresesi’nin kurucusu olarak biliniyor aynı zamanda.
SofuzadeSeyyid Hasan Hulusi Efendi, günümüze kadar ulaşmış‘Mecmâ’ûlÂdâb’adlı bir eserinde yazarıdır aynı zamanda. ‘İbadetlerdeki Edepler’ ismiyle baskıları da bulunan eser, Osmanlı Devleti Maarif Nezareti’nin (günümüzdeki anlamıyla Millî Eğitim Bakanlığı) 3 Ekim 1889 tarih ve 305 sayılı ruhsatı ile basılmıştır. Eserin yazımında Hocaefendi, bilinen birçok eserden istifade ettiğini belirtmektedir. Genel itibarıyla günlük yaşamda her daim gerekli bilgilerin yer aldığı eserini yazarken Hocaefendi; İmam-ı Buhari’nin Sahih-i Buhari, Suyutî’nin Cami-üs Sağir, İsmail Hakkı Bursevî’ninRuh’ul Beyan, İmam-ı Gazali’nin İhya-u Ulûmi’d Din, İbrahim b.Muhammed el-Halebi'ninMülteka vb. eserlerden yararlandığını belirtmektedir.
Hocaefendi eserini özellikle Türkçe olarak yazdığını eserinin başında belirtmektedir. Kendisini ‘Bu fakir yani Çarşamba kazası müftüsü SofuzadeSeyyid Hasan Hulusi’ olarak vasıflandıran Hocaefendi, o dönemde Arapça ve Farsça birçok eserin yazılı bulunduğunu fakat Türkçe eserin piyasada pek bulunmadığını belirterek eserini özellikle Türkçe olarak kaleme aldığı belirtiyor. Eserinin takdim bölümünde SofuzadeSeyyid Hasan Hulusi Efendi, ‘‘Tümüne akıl erdiremesen bile, hepsini terk etme.’ kaidesine uyarak ve kusurları örtmekle muttasıf, maarif ve kemal erbabının bağışlayacaklarını ve eksikleri tamamlayacaklarını umarak, iş bu risaleyi tercüme ve kaleme almaya cesaret ettim ve adını da ‘Mecmâ’ûlÂdâb’ koydum.’ demektedir.
Seksen dokuz kısa bölümden oluşan eserin sonunda muhtelif konulardaki bazı sorulara da cevaplar verilmiş. ‘Her mükellefi ilgilendiren ve herkesin bilmesi ve bellemesi gereken şer’î hükümler’  takdimiyle eserine başlayan Hocaefendi, önce imanın ne olduğundan bahsetmiş. Daha sonraki bölümlerde ise genelde ilmihallerden alışkın olduğumuz sıralamayla temizlik, abdest, namaz, oruç, hac, zekât gibi konuları ardarda değişik veçheleriyle işlemiş. Bu konuların yanında dua, Kur’an okumanın fazileti, kabirleri ziyaret, anne baba hakkı, eşlerin birbirlerine karşı vazifeleri, komşu hakkı, sıla-i rahim, hasta ziyareti, ölüm, cenaze, defin, nikâh, akika, kurban, borçlar, ticaret gibi pek çok konu işlenmekte eserde. Bunların yanı sıra sığır etinin zararları, fazla tokluğun zararları, ayakta yemek yemenin zararları, yemek yerken konuşmak gibi enteresan konular işlenirken; arpa ekmeği, patlıcan, bal, pirinç, kabak, mercimek, bulamaç, üzüm, ayva, incir, kavun, sinameki, sarımsak gibi besinlerin tüketimiyle alakalı tavsiyelerde bulunulmuştur.
Latin harfleriyle ilk Türkçe baskısı 1958 yılında Salah Bilici Kitabevi tarafından yapılan eserin günümüzde değişik yayınevleri tarafından yapılan değişik baskıları bulunmaktadır. Eser internet üzerinden değişik sitelerden satın alınabileceği gibi kitapçılardan da temin edilebilir. 

Camiler ve Din Görevlileri Haftası – Ahilik Haftası


            Bu hafta Camiler ve Din Görevlileri Haftası… Tün din görevlilerimizin Camiler ve Din Görevlileri Haftalarını kutluyoruz.
            Diyanet İşleri Başkanlığı son zamanlarda Camiler ve Din Görevlileri Haftası veya Kutlu Doğum Haftası gibi haftaları kutlarken bir tema üzerinden kutlama geleneği başlattı. Bence çok güzel bir gelenek… İnşallah devamı da gelir…
            Bu yılki Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nın teması ‘Cami, Kadın ve Aile’… Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ bu temanın bu yıl kadınlar tarafından seçildiğini açıkladı. Gerçekten de gündeme getirilmesi gereken bir konu, çok isabetli olmuş. Caminin hayatın tam ortasında olması gerekli. Çocukların ve kadınların camilerde rahat bir şekilde ibadetlerini yapabilmeleri gerekli. Hatta kadınların camilere çocuklarıyla beraber gelebilmeleri sağlanabilmeli. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı kadın hizmetleri noktasında iyileşmeler gösteriyor. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’i tebrik etmek lazım. Fakat yine de kadınlarımız için camilerin mimarisi, iç dizaynı maalesef hala uygun değil.
            Bir haber sitesinde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’in bu konuyla ilgili bir haberi vardı. Haberde iki kadının Mehmet GÖRMEZ’eulaşan şikâyetlerinden bahsediliyor. Bir kadın Mehmet GÖRMEZ’ebir yolla ulaşıp şu mesajı gönderiyor. ‘Hocam falan şehirde, falan caminin önüne gittim, eşimle çocuklarımla gittim ama camide bir kadının namaz kılabileceği bir seccadelik yer bulamadım.’ Diğer bir kadında gönderdiği mesajda şunları yazıyor: ‘Hocam, Allah'ın kadın kullarına 90 bin caminin olduğu bir ülkede layık gördüğünüz yer burası mı?’ diyerek namaz kılmaları için kadınlara ayrılan yerin fotoğrafını çekip, gönderiyor. Habere göre Mehmet GÖRMEZ, fotoğrafı görünce yüzünün kızardığını söylüyor.

*********
            Ahilik Haftası
            Ahilik kelimesi Arapça kardeş kelimesinden gelmekte. Daha çok bir meslek grubu olarak bilinse de Ahilik aynı zamanda tasavvufî yönü de olan bir oluşumdur. Anadolu’nun İslamlaşmasında çok önemli etkilere sahip olan Ahilik Ocağı, Anadolu’da zanaatkârlar arasında bir meslek etiğinin oluşumunda da çok önemli etkilere sahiptir. Ahilikte olan şu kurallar her halde şu an uygulanabilse dünyada problemlerin çoğu çözülecek.  
Ahi olan kişinin üç şeyi hep açık, üç şeyi de hep kapalı ol­malıdır. Açık olması gerekenler:
1- Eli açık olacak: Yoksullara, düşkünlere yardım etmek için.
2- Kapısı açık olacak: Konuk olmak ya da ondan bir şey istemeye ge­lenler için.
3- Sofrası açık olacak: Yoksullara, düşkünlere, konuklara yemek ye­dirmek, açları doyurmak için.
Kapalı olacaklar da üçtür:
1- Gözü bağlı olacak: Kimsenin ayıbını görmemek, kimseye kötü gözle bakmamak için.
2- Beli bağlı olacak: Kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve onuruna kötülük etmemek için.
3- Dili bağlı olacak: Kimseye kötü söylememek, kimse hakkında iftira etmemek, münafıklık, koğuculuk yapmamak için.


Medresetü'z - Zehra ve İmam - Hatip Okulları


            23 Mart 1960... Son devrin en önemli alimlerinden Bediüzzaman Said-i Nursî'nin vefat tarihi. Yani 23 Mart Bediüzzaman'ın ölüm yıl dönümüydü. Bir zamandır yazmayı tasarladığım bir konu vefatının sene-i devriyesine nasip oldu.
            Ömrünün büyük bir bölümünü hapishanelerde ve sürgünlerde geçirmiş, inandığı değerler uğruna çok büyük fedakarıklara katlanabilmiş bir alim Bediüzzaman... Dinî ilimlerdeki başarısı ve zekası sebebiyle, zamanının en harikası, en mükemmeli anlamına gelen "Bediüzzaman" ünvanı verilmiş kendisine ve öyle de anılmış. Yazdığı ve yazdırdığı tüm eserleri "Risale-i Nur Külliyatı" adı ile anılıyor. En büyük isteklerinden olan, bu eserlerin Diyanet İşleri Başkanlığı'nca basımı, son yıllarda gerçekleşmekte...
            Ömrü hapishane ve sürgünlerde geçen Bediüzzaman'ın en büyük hayallerinden biri de Van'da "Medresetü'z - Zehra" adını verdiği okulunu inşaa edebilmekti. Ömrünün sonuna kadar bu ideal için çalışmış, çabalamış, uğraş vermiş Bediüzzaman... Din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulacağı bir okul olarak tasarladığı okulu için Bediüzzaman, hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde resmî bazı girişimlerde de bulunmuş. 1907'de II. Abdülhamid'e ulaşmak istemiş fakat daha padişaha meramını arzedemeden kendini tımarhanede bulmuş. II. Meşrutiyet döneminde, Sultan Reşat'tan Medresetü'z - Zehra için 20000 altın ödenek alabilmiş. Temelleri dahi atılan okul, I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ve Doğu Anadolu'nun savaş meydanı haline gelmesiyle yarım kalmış. Bediüzzaman'da talebeleriyle beraber savaşa katılmış ve savaş sırasında Ruslar'a esir düşmüş. Cumhuriyet döneminde de Medresetü'z - Zehra'yı kurmak için girişimlerde bulunmuş yine... 1922'de meclisten 200 milletvekilinin 163'ünün onayıyla okulu için de söz almış. Fakat bu söz kağıt üzerinde kalmış ve hayata geçirilememiş.
            Afrika'da Mısır'da bulunan Ezher'in muadili olarak, Asya'da kurmayı planladığı Medresetü'z - Zehra için Bediüzzaman, "Ezher'in Kız Kardeşi" tabirini kullanmış ve Ezher nasıl ki Afrika'yı aydınlatacaksa, Medresetü'z - Zehra da Asya'yı öyle aydınlatacak diye düşünmüş. "Ezherin Kız Kardeşi" tabirini kullandığı Medresetü'z - Zehra'nın benzerleri veya şubeleri yoluyla çoğalmasını istemiş ve çoğalacağı yerler için de Bitlis, Diyarbakır, Tiflis gibi yerleri düşünmüş. Bediüzzaman, kuracağı medresesinde Arapça'yı vacip, Türkçe'yi lazım ve Kürtçe'yi de caiz olarak görmüş.
            Bediüzzaman'ın ilkokuldan yüksekokula kadar bir külliye şeklinde tasarladığı Medresetü'z - Zehra, fen ilimleri olan; Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Anatomi gibi ilimlerle, din ilimleri olan; Fıkıh, Tefsir, Hadis, Kelam gibi ilimlerin beraber okutulacağı bir medrese. Günümüzde tam olarak olmasa da tasarlanan bu kuruma en çok benzeyen kurumlar heralde İmam - Hatip Okulları...
            İmam - Hatip Okulları'nın kuruluşu sırasında çok büyük emekleri olan ve ilk kurulan İmam - Hatip Okulları'nın ders programlarını da kendisi oluşturan merhum Celaleddin ÖKTEN Hoca'nın, İmam - Hatip Okulları'nı oluştururken Medresetü'z - Zehra gibi bir hayalden haberi var mıdır bilemiyoruz ama fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber tedrisinin yapılması yönüyle Medresetü'z - Zehra ve İmam - Hatip Okulları birbirine benziyor gibi. İki kurumun fen ve din ilimlerinin beraber tedrisi noktasında birbirine benzemesi yanında Medresetü'z - Zehra, ilkokuldan yüksekokula bir külliye şeklinde düşünülürken, İmam - Hatip Okulları'nın sadece ortaokul ve lise ile sınırlı kalışı ve bunun yanında İmam - Hatip Okulları'nda okutulan sosyal bilimler ile felsefenin Medresetü'z - Zehra idealinde yer alıp almayacağının net olarak bilinmemesi yönleriyle de Medresetü'z - Zehra ve İmam - Hatip Okulları birbirinden ayrılmakta...

            Sonuç olarak, 1960 yılında Hakka yürümüş ve 1950'li yıllarda ilk İmam - Hatip Okulları'nın açılışına şahit olmuş Bediüzzaman'ın, İmam - Hatip Okulları hakkında olumlu intibalarının olduğu biliniyor. Dinî ilimler ve fen ilimlerinin beraber okutulması noktasında Medresetü'z - Zehra ideali ile İmam - Hatip Okulları birbirine benzemekte. Bunun yanı sıra tabi ki Medresetü'z - Zehra ve İmam - Hatip Okulları birbirinin aynı değiller. Hem dinî ilimlerin hem de fen ve sosyal bilimlerinin beraber okutulması sebebiyle Türkiye'ye has bir model olan ve İslam dünyasında bir benzeri daha bulunmayan İmam - Hatip Okulları, hem dinî ilimlerin hem de fen ilimlerinin beraber okutulması hasebiyle Bediüzzaman Said-i Nursî'nin "Medresetü'z - Zehra" diye isimlendirdiği ve hayalini kurduğu kurumla büyük benzerlikler gösteren bir kurumdur.

Allah Rızası İçin Adam Öldürmek


            Başlık biraz garip geldi değil mi? Farkındayım. Gerçekten de garip. Hem başlık hem de yapılan eylem.
            Üniversitede okurken bir hocamız aynen şöyle demişti, Haricîleri anlatırken. ‘Bir gün gelir birileri sizi Allah rızası için öldürebilir.’
            Üç yıldır Suriye’de süren bir iç savaş var. Bu kanlı savaş milyonlarca Müslümanı evinden, can evinden etti. Yine dünyanın değişik yerlerinde Müslümanların içinde bulunduğu hal gerçekten içler acısı. Irak yıllardır karmakarışık, her yerinde bombalar patlıyor. Mısır’da darbe oldu, insanlara hedef gözetilerek meydanlarda ateş açılıyor. Azerbaycan’da başörtüsü zulmü yaşanıyor. Arakan’da Müslümanların derileri yüzülüyor. Patani’de de Arakan’daki vahşeti aratmayacak manzaralar. Doğu Türkistan kan ağlıyor; Tacikistan’da 18 yaşından küçüklerin camilerde namaz kılmaları yasak. Ve dahası, dahası… Maalesef Müslümanlar tüm dünyada baskı ve zulüm altında…
            Müslümanlar bu haldeyken bir taraftan da dünyada el-Kaide bağlantılı haricî mantık yeniden hortlatılıyor. Bu gruplar namaz kılmayan bir kişiyi kolaylıkla tekfirle suçlayabiliyor. Ve hatta katlini vacip olarak dahi görebiliyor. İşte son günlerde youtube gibi bazı internet siteleri aracılığıyla tüm dünyaya tekbir sesleri altında vahşet görüntüleri servis ediliyor. Yolda kamyonları durdurup insanlara dinî sorular sorup bilemeyenleri kurşuna dizmek veya hayvan boğazlar gibi yere yatırıp boğazlarını kesmek hangi dine uygun bir davranış olabilir? Hayvanları dahi boğazlamada bir edebi ve saygıyı ortaya koyan bir inanç böyle bir şeye nasıl müsaade edebilir? ‘Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’(Maide Suresi, 32) kutsî beyanıyla bir cana kıymanın tüm insanlığı ortadan kaldırmaya denk tutulduğu bir dinin mensubu olduğunu iddia eden bu kişiler nasıl olur da böyle bir eyleme imza atabilir bilemiyorum. Ve daha da vahimi bu insanlar bu eylemi inançlarının bir gereği olarak algılıyorlar ve belki de bunu Allah rızası için yapıyorlar.
            Ya intihar bombacısı olarak kendilerini de çevresindekileri de havaya uçuranlara ne demeli? İslam cana kıymayı kesinlikle yasaklamışken bir de… Ne zaman bir intihar saldırısı olduğunu duysam aklıma şu hadis gelir: ‘İnsanlar öyle günler görecekler ki; öldüren niye öldürdüğünü bilmeyecek, öldürülen niye öldürüldüğünü bilmeyecek…’ (Müslim, Fiten 56)
            Hafta sonuKenya’da olan hadiseyi de hatırlayalım. Alışveriş merkezini basan eli silahlı eş-Şebab mensubu kişiler onlarca kişiyi katletti. Ve bu insanlar da Müslüman oldukları iddiasındalar…
            Peki, neden bu haldeyiz? 11 Eylül sonrası tüm dünyada Müslümanları olağan şüpheli haline getiren bu anlayış İslam’ı ne kadar temsil ediyor? Sanki bu örgütler Müslümanları köşeye sıkıştırmak ve İslam’ı kötü tanıtmak için planlı oluşturulmuş izlenimi veriyor. Allah sonumuzu hayretsin… Tüm İslam âleminin tazelenmeye ve şapkasını önüne alıp şöyle bir düşünmeye ihtiyacı var diye düşünüyorum.

Adem Abi


            Türkiye onu Suriye’de kaçırılışıyla tanıdı. Bir müddet herkes kameraman arkadaşıyla beraber sınırdan geçerek program yapmak için Suriye’ye giden ve orada kaçırılan gazeteciden gelecek mutlu bir haberi can kulağıyla bekledi. Onu anlatan değişik sözler söylendi, birçok şey yazıldı o süreçte… “Uzaklara gidebilen insanlığın vicdanı” diye tanımladı kimileri onu. Kimileri ise sadece çılgın bir gazeteci olarak düşündü. O ise doğru bildiği yolda yürümekten çekinmedi; Felluce’de, Gazze’de, Lübnan’da, Mavi Marmara’da olduğu gibi yine masum ve tedirgin gözlerle hayatı anlamlandırmaya çalışan çocukların yanında olmak istedi. “Çocukların öldürüldüğü bir dünyada yaşamasam da olur.” diye yazmıştı sosyal paylaşım sitesindeki hesabına son not olarak. Bu yiğit adam Âdem ÖZKÖSE…
            Bizim ise “ÂdemAbi”miz… İmam – Hatip Lisesi yıllarımdan aklımda kalan, bizleri etkileyen en önemli kişilerden… Bir yıl aynı sınıfta okuduğum, aynı sıraları paylaştığım; hafız olması nedeniyle okula geç başladığından yaş itibarıyla da bizden büyük olan ve herkesin “abi” diye seslendiği, bizlere gerçekten abilik de yapan, kitleleri peşinden sürükleyebilen, liderlik ruhunu soluklayabilmiş biri… Ümmetin derdini kendine dert edinmiş ve her daim İslam için Müslümanlar için çabalayan, uğraşan didinen biri Âdem ÖZKÖSE…
           “28 Şubat”ın o hızlı ve sıkıntılı dönemlerinde haksızlığa karşı gür seda ile bağırabilenlerden… Başörtüsü eylemlerinde cop yiyen, o dönemde uygulanan tüm adaletsizliklere karşı başkaldırabilenlerden… İnandığı dava ve idealler uğruna mücadele edebilen, rahatından ümmet için, İslam için fedakârlık yapabilenlerden… O dönemde savaş ve gözyaşının olduğu Bosna için, Çeçenya için “ne yapabiliriz”in derdinde olanlardan. Aynı zamanda üniversite sınavına dahi nezarethanede, polis kontrolünde girebilecek kadar dava adamı, ayrıca inandığı idealler ve hedefler uğruna hayata demir parmaklıklar ardından bakmayı göze alabilecek kadar da ideallerinin adamı…
     Hiçbir zaman onun gibi olamadık. Belki delilik geldi bazen bize yaptıkları, bazen de gözükaralık… Ama o her daim doğru bildiğini korkmadan yaptı. Belki bu bilinç ve idealler genlerinde vardı. Dedesi Çarşamba’da birçok hayırlı işe imza atmış, birçok kişinin yetişmesine vesile olmuş, yüzlerce hafızın yetiştiği İhsaniye Kur’an Kursu’nun inşasında büyük emeği olan, Çarşamba’da dernek ve vakıfçılık faaliyetlerine öncülük etmiş meşhur Muzaffer Hoca… Babası ve amcası halen Çarşamba’nın en önde gelen hafızlarından ve din adamlarından. Böyle bir ailede, böyle bir ortamda büyüyen bir çocuğun bunları düşünebilmesi, ideallerinin büyük olması normal belki de…

            En büyük ideali tüm ümmeti bir araya getirmek olan Âdem ÖZKÖSE, yıllardır bir araya getirmeyi düşlediği ümmet coğrafyasını geziyor. Bayram münasebetiyle bir araya geldiğimizde 45 İslam ülkesini gezdiğini ve oralardaki izlenimlerini, Ortadoğu’ya dair düşüncelerini büyük bir heyecanla anlatıyordu. Tüm İslam âleminin gözlerimizin içine baktığından, Osmanlı’nın gezdiği coğrafyalardaki o yıkılması güç mirasından bahsediyordu. Tam bir “ümmetçi” diyebileceğim Âdem ÖZKÖSE, TRT Türk’te yayınlanacak “Yeni Rota” simli yeni programını da müjdesini veriyordu. Her daim hayalini kurduğu o coğrafyaları gezme bahtiyarlığını yaşayan dinamik, aksiyoner, dava adamı abimizi hürmetle selamlıyorum. Yolun açık olsun “Âdem Abi…”                                      

Vakit, Malı Arındırma Vakti


            Ramazan ayını idrak ettiğimiz şu günlerde genel itibarla yazılarımızı Ramazan ayı denince ilk akla gelen ibadet oruca ayırdık. Bu yazımızda genelde Müslümanların mali yılbaşı gibi gördükleri Ramazan ayına özellikle denk getirdikleri başka bir ibadetten daha bahsedeceğiz: Zekat.
            Zekat Kur’an-ı Kerim ve sünnet ile farziyeti sabit bir ibadettir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette zekatın verilmesi gerektiğinden bahseder. Örneğin; Bakara suresi, 43, 83, 277. ayetler; Nisa suresi, 162. ayet; Maide suresi, 12. ayet; Araf suresi, 156; Meryem suresi, 31. ayet gibi. Bu listeyi daha da devam ettirmek mümkün.
            Zekat ibadeti bilindiği gibi malî bir ibadettir. Dince zengin sayılan kişilerin mallarının veya paralarının belli bir kısmını fakirlere, güçsüzlere vermesi anlamına gelen zekat ibadeti, toplumsal yardımlaşma ve dayanışmayı ayakta tutan, fakiri, fukarayı, garibanı, muhtacı koruyup kollamayı emreden bir ibadettir. Zengin olan kişilerin verdiği zekatı, kişilerin “malım azalıyor.” olarak görmemeleri gerekmektedir. Matematiksel olarak malınız azalmış gibi görünse dahi zekat malın bereketini artırıcı bir ibadettir. Ayrıca zengin olan kişinin malının bir kısmında fakir olanın da hakkı vardır. Nitekim Allah-u Teala, Zariyat suresinin 19. ayetinde “ …ve mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardı.”, Mearic suresinin 22-25. ayetlerinde “Bunlar sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumun belli bir hakkı olduğunu unutmazlar.” buyurmaktadır. Ayet-i kerimelerden de açık şekilde anlaşıldığı gibi zekat verecek, zengin olan kişinin malında fakir olanın, mahrum olanın da bir hakkı var. Hiç kimse “Ben çalıştım da kazandım; o da çalışsaymış, onun da malı mülkü olsaymış, ne hakkıymış o?” diyemez. Konuyla ilgili Allah’ın hükmü bellidir ve kesindir. Zekat müessesesi, zenginin borcunu ödemesi, fakirin de hakkını alması şeklinde algılanmalıdır. Bu alışveriş sırasında kesinlikle gönülsüz davranma, başa kakma, küçümseme gibi davranışlar içinde olunmaması gerekmektedir.
            İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında tuttuğumuz oruçlar, yıl boyunca kıldığımız namazlar, genel itibarla kişiyi ilgilendiren ibadetlerdir denebilir. Yani namazını kılmayan kişinin veya orucunu tutmayan kişinin yanındakine direk bir olumsuz etkisi olmaz. Zekât ibadeti ise hem ferdî yönü olan hem de toplumsal yönü olan bir ibadettir. Zekat ibadeti kişiyi ferdî cimrilikten, eli sıkılıktan, bencillikten kurtardığı gibi toplumsal olarak da mali dengelenmeyi, dayanışmayı, yardımlaşmayı artıran bir ibadettir. Yani zekat bu yönüyle “toplumsal bir ibadettir.” 
            Fıkhî açıdan değerlendirildiğinde ise; zekat, Müslüman, hür, akıllı, bâliğ (buluğ çağına girmiş), nisab miktarı (tabii ihtiyaçlardan fazla artırıcı bir mala sahip olan ve bu sahiplik üzerinden 1 (bir) hicrî yıl geçmiş olan) mala sahip olan her kişiye farzdır. Nisap miktarı dinimizce 595 gram gümüş, 85 gram altın veya karşılığı para olarak kabul edilmiştir. Bu farzın dinin kurallarına uygun olarak yapılabilmesi için de ehline yani zekat almaya müstahak kişilere ve zekat niyetiyle verilmesi gerekir.
            Şimdi gelelim zekatın hangi mallardan ve ne kadar verileceğine;
            Altın, gümüş, nakit para ve menkul değerler ile ticaret mallarından 40’ta 1 oranında yani %2.5 oranında zekat verilir.
            Koyun ve keçiden 1-39 koyun arası verilmez. 40-120 arası 1 koyun, 121-200 arası 2 koyun, 200-399 arası 3 koyun, 400-500 arası 4 koyun şeklinde verilir.
            Sığır veya manda cinsi hayvanlardan; 1-29 arası zekat düşmez. 30-40 arası 2 yaşında bir 1 buzağı, 40-60 arası 3 yaşında bir dana verilir. 60 sığır olunca 1’er yaşını bitirmiş iki buzağı verilir. 60 adet sığırdan yukarısı içinde her 30 sığıra 1 buzağı veya her 40 sığıra bir dana verilir.
            Toprak ürünlerindense zekat; eğer tarla herhangi bir sulama yapmadan ürün veriyorsa 10’da 1 yani %10, sulama yapmayı gerektiriyorsa 20’de 1 yani %5 oranında zekat verilmelidir. Zekat verilmesi gereken bütün mallarda, malın üzerinden 1 yıl geçmesi şartı aranmaktaydı. Fakat toprak mahsullerinden verilen zekatta malın üzerinden 1 yıl geçme şartı aranmamaktadır. Yani mahsulünü elde eden kişinin elde ettiği mal üzerinden zekatını hemen o yıl vermesi gerekmektedir. Toprak mahsullerinden verilen zekat halk arasında “öşür” diye de bilinmektedir.
            Zekatın kimlere verileceği bahsine gelirsek; kısaca şöyle aktarmaya çalışalım. Fakirler ve miskinler, zekat memurları –ki günümüzde yoktur-, müellefe-i kulûb (kalbi İslam’a ısındırılacak olanlar), özgürlüğünü yitirmiş olanlar, borçlular, Allah yolunda çalışan, gayret eden, Allah’ın adını tüm insanlığa yaymaya çalışan kişi veya kurumlar ve yola çıkan fakat yolda kalmışlara zekat verilebilir.
            Peki zekat kimlere verilmez? Bir kişi usul(anası, babası, dedesi) ve furuuna (çocukları ve torunları) zekat veremez. Müslüman olmayanlara, zenginlere ve peygamber efendimizin yakınlarına zekat verilmez.    
            Zekat konusunu kısaca bir özetlemeye çalıştık. Yazımızı bitirirken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Televizyonlardan, gazetelerden takip ettiğimiz kadarıyla şu an Afrika’da çok büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. İnsanlar açlıktan ölüyorlar. Bizim “Yok acılı olmuş, yok tuzlu olmuş, yok yine mi bu yemek?” dediğimiz yemekler için neredeyse insanlar birbirini boğazlayacak oralarda. İdrak etmeye çalıştığımız şu mübarek günlerde açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu tuttuğumuz oruçlarla nisbeten daha iyi anlıyoruz. Bizim akşam iftar olunca yeme, içme ümidimiz olduğu halde ikindiden sonra zorlanıyoruz, tahammül edemiyoruz açlığa, susuzluğa. Ya Afrika’dakiler. Onların ümitleri de biz olalım. Şu mübarek günlerde vereceğimiz zekat, fitre (fıtır sadakası) veya sadakalarımızı Afrika’ya ulaştıralım. “Bizim fakirimiz yok mu kardeşim?” diyenleri duyar gibiyim. “Evet, var bizim fakirimiz var. Fakat elhamdülillah açlıktan ölenimiz yok.” Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Başbakanlık’ın, Kızılay’ın, çeşitli dernek ve sivil toplum kuruluşlarının cep telefonu mesajları, banka hesap numaraları veya internet yoluyla kredi kartıyla online bağış imkanları mümkün. Az da olsa yardımları esirgememek lazım.
Not: Yazımızda Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanmış iki ciltlik ilmihalin ilk cildi olan “İlmihal I İman ve İbadetler” adlı eserdeki Prof. Dr. Mehmet ERKAL tarafından yazılmış “Zekat” başlığından istifade edilmiştir.